VEDA HUTBESI
Allah'a hamd ü senâ ederiz. O'na döneriz.
Nefislerimizin fenalıklarından ve kötü amellerimizden
O'na sığınırız.
Allah'ın hidâyet ettiğini, kimse doğru yoldan çıkaramaz.
Allah'ın şaşırttığını kimse yola koyamaz.
Şehâdet ederim ki Allah'dan
başka tanrı yoktur.Bir'dir, eşi ve benzeri yoktur.
Yine şehâdet ederim ki Muhammed, O'nun kulu
ve Rasûlüdür.
Ey Allah'ın kulları !..
Allah'tan korkmanızı
ve O'na itaat etmenizi vasiyet ederim.
Ey İnsanlar!...
Sözlerimi
iyi dinleyiniz...
Çünkü bu seneden sonra bir daha sizinle burada tekrar buluşup
buluşamayacağımı
bilmiyorum..
Ey İnsanlar!..
Bugünün ne günü olduğunu biliyor
musunuz?
Burası, Belde-i Haram'dır.(Mekke'dir)
Bugününüz nasıl mukaddes bir gün, bu ayınız
nasıl mukaddes bir ay ,
bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise,
biliniz ki canılarınız,
mallarınız, ırzlarınız da ;
bu mukaddes gün, bu mukaddes ay, bu mukaddes şehir gibi
yek diğerinize karşı mukaddestir. Bunlara tecavüz haramdır.
Ey
Ashabım!...
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak
sorulacaksınız.
Sakın benden sonra eski dalâletlere (sapıklıklara) dönüp de birbirinizin
boynunu vurmayınız!
Ashabım ! ...
Eskiden câhiliyye
devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır.
Kaldırdığım
ilk kan davası Abdulmuttalib'in torunu Rebia'nın kan davasıdır.
Ashabım!
...
Her türlü riba (faiz ve tefecilik) kaldırılmıştır.
İlk kaldırdığım
riba,
Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ın ettiği ikrazlardır(borç vermelerdir)
Allah'ın
emriyle faizcilik artık yasaktır.
Eski câhiliyet devrinden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın
altındadır.
Borçlular, alacaklılara yalnız aldıkları parayı ödeyeceklerdir.
Ne
zulmediniz, ne de zulme uğrayınız...
Ashabım!.
Kimin
yanında bir emanet varsa, onu sahibine versin.
Hediyeler, hediye ile karşılanır.
Başkalarına
kefil olan, kefaletin sorumluluğunu üstüne alır.
Ey İnsanlar!
Bugün şeytan sizin topraklarınızda yeniden nüfuz ve saltanat kurmak gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir.
Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde
ona uyarsanız, onu sevindirmiş olursunuz.
Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!
Ey insanlar ! ...
Kadınların haklarına riayet ediniz. Bu hususta Allah'tan
korkunuz.
Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onları Allah adına söz vererek
helâl edindiniz.
Sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi , onların da sizin üzerinizde
hakları vardır.
Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların aile şerefini , sizin
hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir.
Eğer razı olmadığınız
herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları uyarıp, sakındırabilirsiniz.
Kadınların
da sizin üzerinizdeki hakları,meşrû bir şekilde hertürlü yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını sağlamanızdır.
Onlar sizin haklarınıza riayet etsinler...Siz de onlara nezâketle muamele edin.
Bir kadının
kocasının izni olmadıkça onun malından bir şeyi başkasına vermesi,helâl olmaz.
Kölelerinize
gelince...
Onlara da yediğinizden yedirmeğe, giydiğinizden giydirmeğe çalışın.
Affedemeyeceğiniz bir hata işlerlerse kendilerine izin verin..
Fakat asla eziyet etmeyin. Çünkü
onlar da Allah'ın kuludur.
Ey müminler!..
Sözümü iyi dinleyin,
iyi anlayın...
Muhakkak ki Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Adem'in çocuklarısınız...
Adem ise topraktandır.
Hiç kimsenin başkaları üzerinde üstünlüğü yoktur.
Şeref
ve üstünlük, ancak fazilet iledir.
Müslüman müslümanın kardeşidir.
Bütün müslümanlar kardeştir,
eşit hakka mâliktir.
Din kardeşinize ait olan herhangi birşeye, bir hakka tecavüz etmek,
gönül
rızası ile olmadıkça, başkası için helâl olmaz.
Haksızlık yapmayın...Haksızlığa
da boyun eğmeyin.
Ahâlinin haklarını gasp etmeyin.
Sakın benden sonra kâfirlerin yaptığı
gibi birbirinizle boğuşmayın..
Ey Müminler !..
Size
bir emanet bırakıyorum..Siz ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu şaşırmazsınız.
O emanet de Allah'ın kitabı Kur'ân 'dır!.
" Dahilek ya
Rasulullah "
Ey Ashabım!..
Nefsinize zulmetmeyin...Nefsinizin
de üzerinizde hakkı vardır.
Ey İnsanlar!..
Allah , herkese
düşen miras hakkını Kur'ân 'da bildirmiştir.
Mirasçılar için ayrıca vasiyetnâme yapmaya
hâcet yoktur.
Ey İnsanlar!..
Her câni kendi suçunundan kendisi
sorumludur.
Hiçbir câninin işlediği suçun cezasını evlâdı çekmez.
Hiç bir evlâdın
suçundan da babası sorumlu tutulamaz.
Ey İnsanlar!..
Mutemâdiyen
dönmekte olan zaman,
Allah'ın gökleri, yerleri yarattığı günkü vaziyete dönmüştür..
Bir
yıl, ay ölçüsüyle 12 aydır.Bunlardan dördü, haram aylardır.
Bunlardan üçü, arka arkaya Zilka'de, Zilhicce,
Muharrem'dir.
Dördüncüsü Receb'tir, ki Cümade-l âhire ile Şaban arasındadır.
Bu sene haram
aylar eskilerine geldi.
Hac mevsimi yine Zilhicce'nin onuncu gününe rastladı.
Ey İnsanlar!..
Allah'a kulluk edin.
Beş vakit namazınızı kılın.Ramazan
orucunu tutun.
Emirlerime itaat edin. O takdirde Rabbinizin Cennetine girersiniz.
Ey İnsanlar!..
Aşırı gitmekten sakınınız.
Sizden öncekilerin
mahvolmalarının sebebi, dinde ifratta olmaları idi.
Hac usûllerini benden öğrenin.
Muhakkak
olarak bilmiyorum, belki bu seneden sonra bir daha haccedemem.
Bu nasihatlarımı burada bulunanlar, bulunmayanlara
bildirsin.
Olabilir ki, kendisine bildirilenler, burada bulunanlardan daha iyi anlayarak bunları korumuş
olurlar.
Ey insanlar!..
Yarın beni sizden soracaklar..Ne dersiniz?
Risâletimi tebliğ ettim mi? Görevimi yaptım mı?..
[ Ashab bu soruya hep bir ağızdan "Evet !..Yemin ederiz ki tebliğ ettin.
Bize
nasihat ve tebligatta bulundun.Böylece şehâdet ederiz." der.
Vâdi artık bu sözlerle çalkanmaktadır.
Allah Rasûlü parmağını havaya kaldırarak, üç kez; ]
"Şâhid ol Ya Rabbi!"
"Şâhid ol Ya Rabbi!"
"Şâhid
ol Ya Rabbi!"
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
CİLT 1
Yemen, Habeşistan
Krallığına bağlı bir valilikti. Kısa boylu, şekilsiz, hilekar ve ihtiraslı biri olan
vali Ebrehe, eyaletinde yaşayan arapların her sene akın akın Kabe'yi ziyaret için Mekke'ye gitmelerine
sinirleniyordu. Bu sebeple, bu koyu hırıstiyan, San'a şehrinde devrin en namlı mimar ve ustalarına
gayet süslü gösterişli büyük bir kilise yaptırdı ve ismini "Kuleys" koydu.
Bunun ardından da Habeş
Kralı'na mektup yazarak arapların şimdiden sonra hac için ancak "Kuleys"i ziyaret edebileceklerini; Mekke'ye
gitme maksadıyla hiç kimseye izin vermeyeceğni zira bu yüzden ülkesinin büyük maddi zararlara uğrıdığını
bildirdi... Böylece kralın da izin ve desteğini almıştı...
Ebrehe'nin kararı, az zamanda
her tarafa yayıldı... Böyle bir engelleme niyeti Yemen'li arapları fena halde öfkelendirmişti. Nukayl
isminde bir yerli, Kuleys kilisesine girerek orada ibadet ediyormuş gibi üç gün-üç gece kaldıktan sonra kimsenin
olmadığı bir zamanda vurdu, kırdı, içeriyi harabeye çevirdi ve ihtiyacına yaparak kirletti ve
kayıplara karıştı. Ebrehe ağır bir hakarete uğramıştı.
Bir grup
arabın kaza sonucu çıkardığı yangınla kilisenin tahta bölmeleri de yanınca vali, iyice
küplere bindi.. Ebrehe'nin intikam kararı işitilmemiş cinstendi..
Kabe'yi yıkıp yerle bir
etmek, enkazı fillerle Yemen'e taşımak ve Mekkelileri esir almak için dörtbin Fil ve üçyüzbin Habeşliden
kurulu ordusu ile harekete geçti.
Düşmanın, Mukaddes Kabe'yi yıkmak üzere gelmekte olduğunu öğrenen
Kureyşlilerin keyfi kaçmıştı. Bunun üzerine Mekke Emiri Abdülmuttalib, içlere su serpici şu kısa
konuşmayı yaptı:
-Ey Kureyş kabilesi; endişeye kapılıp, huzurunuzu bozmayın!...
Yemen ordusu gelip Kabe'yi yıkamaz; Kabe'nin sahibi vardır. Onu koruyacağından şüpheniz olmasın.
Ama ferman-ı ilahi böyle ise kim mani olabilir?
Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, o günlerde gördüğü
bazı rüyaları kendine göre tabir ederek böyle diyordu; ama aslında O'nun da kalbi rahat değildi...
Bir
müddet sonra Mekke çevresine gelen düşman öncüleri, arapların koyun ve develerini alıp götürdüler. Götürülenler
arasında Abdülmuttalib'in dörtyüz seçme devesi de bulunuyordu.
Abdülmuttalib, düşmana elikolu bağlı
teslim olmak için Kureyşli yiğitlerle beraber silahlanıp, pusatlanarak cins arap atlarına binip vakit
kaybetmeden Sebir dağana çıktılar.
Dağda insanı hayret ve hayranlığa düşüren
bir olay meydana gelid.
Adem aleyhisselam'dan beri aziz Peygamberimiz'in atalarının birinden diğerine
geçe geçe en sonunda dedelerine ulaşan "Muhammed nur", Abdülmuttalib'in alnında ayın ondördü gibi parlayıp
ışık saçmaya başladı. Öye ki bu parlak ışık aşağılarda gecenin karanlığana
bürünen Mekke'nin üzerine kadar yayılıyordu. Nurun alnında yine bütün güzellği ile belirmesi üzerine,
Abdülmuttalib, silah arkadaşlarına:
-Dönün! dedi. Şehrimize gidiyoruz. Zafer bizimdir! Bu nur ne zaman
alnımda işımışsa o dem düşmana
galip gelmişizdir.
Mekke önlerine gelmelerinden
az zaman sonra Ebrehe, beldeyi teslim alıp, Kureyşlileri yerlerinden, yurtlarından sürüp atması için yardımcılarından
biri komutasında asker gönderdi. Kureyş emiri Abdülmuttalib'le yaptığı görüşmede O'nun heybetinden
komutanın aklı başından gitti, dili dolaştı ve olduğu yere yığıldı.
Boğazlanan bir dana gibi böğürüyordu.
Biraz sonra korkusu yatışan düşman komutanı, kendini
toparlayınca yeri öptü ve Abdülmuttalibe:
-Kureyş'in en üstünü olduğun besbelli. Buna bütün kalbimle
inanıyor ve şahid oluyorum, dedi...
"Mekke fatihi" olmak hayali ile gelen Ebrehe'nin adamı, muhatabının
nurlu yüzü ve ciddi halinden ürkmüştü. İşte şimdi yerlere kapanmış vaziyette böyle konuşuyordu..
Hiç bir şey yapamadan askerleri ile beraber yüzgeri edip oradan savuştular...
Abdülmuttalib, develeri istemek
üzere Ebrehe'nin konakladığı Taif'e gitti. Mağrur kumandana Kureyş reisinin geldiğini haber
verdiler. Ebrehe, Abdümuttalib'i görünce elinde olmayarak ayağa kalkıp baş köşeye oturttu ve ne istediğini
sordu. Abdülmuttalib:
-Adamların develerimi götürmüş; emir ver de iade etsinler!..dedi. Ebrehe:
-Ben
buraya Kabe'yi yıkmak için geldim!!! Bu mes'ele üzerinde hiç durmuyorsun da develerini istiyorsun! şeklinde konuşunca
Abdülmuttalib, Valinin ne demek istediğini anlamıştı:
-Develer benim olduğu için istiyorum;
Kabe ise "Allah'ın evi"dir. Yüce Allah, O'nu düşmanın şerrinden muhafaza eder, dedi.
Bu konuşmalar
olurken Ebrehe'nin "Mahmude" ismindeki ak renkli, en gözde fili oraya getirilmişti. Diğer filler öğretildiği
biçimde Ebrehe'ye bir takım bağlılık hareketleri yaptıkları halde bu hayvan böyle davranışlara
hiç yanaşmadı.
Ak fil, Abdülmuttabib'i görünce deve gibi çöküp sevgi gösterisi yapmaya başladı.
Filin hareketi şaşkınlık uyandırmıştı. Bir müddet herkes konuşmayı unutmuş
gibi sustu. Allahü teala, dile gelmesine izin verince fil, açık bir ifade ile, Kureyş liderinde gördüğü "Son
Peygambere ait nur"a selam verdiğini söyledi...
Ebrehe, develeri sahibine iade etti; fakat Abdülmuttalib'in "Mekke
mallarının üçte birini verelim bizlerle uğraşmaktan vaz geçerek geri dönün" teklifini kabul etmedi.
Teklifi
reddedilen Mekke emiri, şehrine dönerek, Kabe'ye geldi ve kapının kulpundan tutarak yaklaşan tehlike için
yana yana Allah'a yalvarmaya başladı. Düşman, Ebrehe'nin komutasında en önde meşhur ak fil olduğu
halde sırtlarına süslü ve pahalı kumaşlar atılı filler, hücuma hazır askerlerle iyice Mekke'ye
yaklaştı... Şehirde rahatsızlık son noktadaydı.
Tam bu sırada hiç beklenmedik bir
şey oldu. "Mahmude" Mekke üzerine yürümüyordu. Halbuki Ebrehe, her harpte olduğu gibi bu defa da büyük işler
başaracağını ümid etmişti. Hayvanı döğmelerine, üstünde değnekler kırmalarına,
her yolu denemelerine rağmen adım attırmadılar.
Yemen ordusu bu mücadelede iken gökyüzü "Ebabil"
denilen ve bu bölgede daha önce görülmemiş siyah renkli, yeşil boyunlu, ufak gagalı, uzun ayaklı dağ
kırlangıçları ile doldu. Kuşların gagaları ile ayaklarında nohuttan küçük mercimekten büyük
taşlar vardı ve her taştan bir düşmanın ismi yazılışdı.
Kafileler halinde
gelerek önce Kabe-i Şerif'in etrafında uçup tavaf yaptılar, sonra düşmanı taş yağmuruna
tutmaya başladılar.
Kuşlar, taşı yukarıdan bıraktıça isabet alan askerin tepesinden
girip ayağından çıkarak onu hemen öldürüyordu. Hatta süvari olanların atları ile beraber canı
çıkıyordu.
İstilacı orduda müthiş bir bocgun başladı. Etleri lime lime dökülerek
ölüyor; Ebrehe de içlerinde olduğu halde perişan bir vaziyette Yemen'e doğru kaçıyorlardı.
Fakat,
düşmanı havadan takip ederek kovalayan bu minik kuşlar, firarilerin de çoğunu öldürdü. Kaçanlardan bir
kısmı yollarda telef olmuş; kurtulanlar anca yemen'de nefe alabilmişti. Mağrur Ebrehe başşehir
San'a'ya varabildi ama cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Parmak uçlarından kan ve irin akıyordu.
Parmakları çürüyüp düştü ve bir müddet sonra yüreği çatlayarak feci şekilde öldü.
Ebrehe'nin yardımcısı
ise kaça kaça ta Habeşistan'a gelmiş, olanları bir bir krala hikaye ediyodu. Kral:
-Bunlar ne biçim
kuşlarmış ki hep seçme askerleri öldürmüş? diye hayretini açıklarken bir kuş vali muavininin
başı üstünde dönmeye başladı.
-İşte, dedi adam, bu kuşlardan, bu kuşlardan!..
Cümleyi yeni bitirmişti ki, o da bir Ebabilin attığı taşla oracıkta öldü...
Binlerce
asker ve Mahmude'den başka bütün filler ölmüştü. Birkaç gün sonra insan ölüsü ve hayvan leşleri dayanılmaz
bis bir koku yaymaya başladı. Mekke yaşanmaz olmuştu. Bunun üzerine Abdülmuttalib, Kabe'ye giderek Cenab-ı
Hakka bu kokudan kurtulmak için dua etti.
Duanın peşinden öyle müthiş bir yağmur yağdı
ki ırmaklar gibi kabaran seller, ceset ve leşleri alıp götürdü.
Kureyş kabilesi, doğumuna
iki ay kadar bir zaman kala iki cihanın baş tacı Sevgili Peygamberimiz'in Allah katındaki eşsiz hatırından
dolayı büyük bir düşman tehlikesini atlattığı gibi, kaçan ordunun geride bıraktığı
mallara da ganimet olarak sahip olmuştu.
Ebrehe'den sonra iki oğlu yerine valilik yapmışsa da
bu saltanat, kısa sürmüş ve tacı tahtı batıp gitmiştir.
Araplar, bu vak'anın geçtiği
tarihe "Fil yılı" ismini vermiş ve Kureyş'in Allah indinde makbul olduğuna kanaat getirerek bu kabileye
ilişmemeye başlamıştı.
BÜYÜKBABA
Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühu ve resulüh
Şeybet'l-Hamd...
"Abdülmuttalib" diye bildiğimiz büyük babanın
asıl ismi.
Babası Haşim, O dünyaya gelmeden evvel bir yolculuk sırasında Filistin'in Gazze
şehrinde vefat etmişti. Doğduğu zaman saçı bembeyaz olduğu için arapçada "ak saçlı" manasına
gelen "Şeybe" kelimesinin ilavesi ile ismini Şeybetü'l Hamd koymuşlar.
Meşhur ismi Abdülmuttalib,
"Muttalib'in kölesi" demek...
Kçük Şeybe, Medine'de annesi ile beraber dayısında kalıyor. O'nu
dayısının çocukları ile ok atar, gezip oynarken görenler, alnının parlaklığını,
halinin güzelliğini hemen farkeder ve başka bir sülaleye mensup olduğunu anlarlardı.
Şeybe'nin
hal ve tavrındaki üstünlük Kureyş'in lideri amcası Muttalib'e haber verildi...
-Ah, dediler. Kardeşin
Haşim'in oğlunu bir görsene! Babasına olan benzerliğine şaşarsın. Aynı emsalsiz üstünlük,
aynı tarifsiz güzellik.
Muttalib, o güne kadar yeğenini hiç görmemişti. Bir deveye binerek Medine yolunu
tuttu. Medine'ye vardığında Şeybe'yi kapılarının önünde çocuklarla birlikte oynuyor buldu,
kimseye sormadığı halde yeğeninin hangisi olduğunu bildi ve bir müddet yaşlı gözlerle çocuğu
uzaktan seyretti. Daha sonra bu anı tasvir eden dokunnaklı şiirler de yazacaktır.
Muttlib, Şeybe'yi
yanına çağırarak kendini tanıttı. Ve O'nu sevip okşadı. Birlikte annesi selma'ya gittiler.
Muttalip, Şeybey'yi yanına çağırarak kendini tanıttı. Ve onu sevip okşadı. Birlikte
annesi Selma'ya gittiler. Muttalib, Şeybe'yi de Mekke'ye götürmek üzere yengesinden müsaade aldı...
Amca-yeğen
uygun bir vakitte Mekke yoluna koyuldular...
İşte Muttalip, devesinin üstünde, arkasında da yeğeni
küçük Şeybetü'l Hamd olduğu halde Mekke'ye giriyorlar. Deve, kaygısız gözlerle sağı solu tarar,
ahenkli adımlarla başı dik yürürken, Muttalip tanıdıklarla selamlaşıyor. Az sonra terki
deki çocuğu kasdederek:
Bu çocuk kim ya Muttalip? deniyor.
Merak ve samimiyet sebebi ile sorulan suale
Muttalip ne demeli?...
"Biraderimin çocuğu" dese "koca Mekke Reisi yeğenini nasıl gezdiriyor!" diye
dedikodu yapılacak. Bir kaç saniyelik tereddütten sonra:
-Kölem, diyor dostlarına.
Şeybe bundan
sonra, "Abdülmuttalip" diye tanınmaya başlandı. "Muttalibin kölesi" yani. Gerçi Muttalip, kısa zaman içinde
öksüzün giyim kuşamını düzeltti; Şeybe'yi "yeğenimdir" diye takdim etti ama, O, hep "Abdülmuttalip"
olarak bilindi...
Abdülmuttalip misk kokulu.
Evet miskler gibi kokuyor. Alnında pırıl pırıl
Muhammedi nur, hayır ve bereket vesilesi. Ne zaman Mekke'de kuraklık olsa rica ediyorlar; Abdülmuttalip'le birlikte
Sebir dağına çıkılıyor. Yalvarma göz yaşı ve sağnak sağnak yağmur.
Şeybetü'l
Hamd sekiz yaşınna geldiğinde Muttalip dünyasını değiştirdi ve O'nun yerine Abdülmuttalip,
milletine emir oldu.
Yüzkırküç yıllık ömründe herkes O'nu sevdi.. İnsanlar gönüllü olarak idaresine
girrerdi. İran Kisrası hariç yabancı devlet başkanları O'nun fazilet ve büyüklüğünü teslim eder
ve hürmet duyarlardı. Asrının en büyük devlet reisi kabul ediliyordu.
Bütün bu misk kokuların;
bu iyilik ve güzel hasletlerin sebebi Kainatın Efendisine ait nur...
İşte peygamberimizin dedesi bu!
Hayatı ve bir bir hakikat olan rüyaları ile O'nun geleceğini müjdeleyen insan...
Daha pek genç olduğu
sıralarda, bir gün Kabe yakınlarındaki evinde uyuyor; uyandığında halinde bir gariplik seziyor.
Erginleşmiş, daha bir güzelleşmiş ve gözleri sürmeli. Bir anda büyük değişme!.. Bir kahinden
olayın izaha kavuşturulması isteniyor:
-Hemen evlenmelisin! Gök tanrısı böyle istiyor, diyor
kahin.
Abdülmuttalip, iki kere evlendi; ama olmayan "gök tanrısı" istediği için değil. Cenab-ı
Hak öyle takdir ettiğinden.
ilk hanımından oğlu Haris dünyaya geldi. Ve bundan dolayı O,
"ebu Haris" künyesi ile anılır oldu.
Birinci hanımı vefat edince bu sefer Fatma binti Ömer ile
izdivaç etti...
Abdülmuttalip, yine bir gün odasında iken ani bir uyku bastırması ile uyuyakaldı.
İçinden çok şey saklı olan müthiş bir rüya görüyor. Uyandığında rüyanın derinden derine
tesirinde. Sarsılıyor... Ne dese nasıl yorumlasa acaba? En iyisi yine bir kahinin kapısını çalmak.
Cinlerle bilgi alışverişindeki bu kahinler, kendilerine has usullerle gelecekten haber veriyorlar... Abdülmuttalip
anlatıyor; sabit bakışlı donuk ve soğuk yüzlü, gramla konuşan, tebessüm nedir bilmeyen kahin
dinliyor.
Belimden bir beyaz zincir çıktı. Bir ucu en doğuya bir ucu en batıya, bir ucu gökyüzüne,
bir ucu yerin dibine uzanıyordu. Şaşkın bir halde zincire bakıyordum ki bu kere de yeşil bir
ağaç oldu. Zincir ağaç haline gelmişti. Dünyada kaç türlü meyve varsa hepsi bu ağacın dallarından
sarkıyordu. Ağaç aynı zamanda nur fışkıran bir ışık seli. Işığı,
güneşi bile bastırıyordu. Araplar ve arap olmayanlar bu ağaca secde ediyordu. Giderek ağacın
parlaklığı daha da çoğaldı. Kureyş kabilesinden mbir cemaat ağacın dallarından
tutundular.Bazı Kureyşliler ise ağcı kesmek için bir araya geldiler.
Birden ortaya çok güzel yüzlü
bir insan çıktı. Bu kadar güzel simalı birini hiç görmemiştim. Bu güzel insan, ağacı kesmek
isteyenlerin gözlerini çıkardı. Ağacın nurundan almak için elimi uzatırken güzel adama da:
-"Bu
ağacın nuru kime kısmet olur?" diye sordum.
-"Kim bu ağacın dallarına yapışırsa
ona!" dedi.
-"Siz kimsiniz" dedim.
Biri:
-"Benim ismim Nuh'dur" dedi.
Öbürü:
-"Benim
ismim de Halil İbrahim'dir" dedi.
Sonra da?
-"Ey Abdülmuttalib, bu ağç o kadar mübarek, o kadar
şereflidir ki, kandan kana geçerek baba ve dedelerinden sana kavuştu haberin olsun..." dediler.
Abdülmuttalip,
rüyasını anlatıp bitirdiğinde kahinin benzi sarardı, yüzü daha kasvetli bir hal aldı. Demek
ki korktukları zaman geliyordu... Bir müddet sustuktan sonra zor işitilir bir yavaşlıkla rüyayı tabir
etmeye başladı:
-Neslinden bir büyük insan gelecek ve O'nun kurduğu nizam ebedi olarak yaşayacak...
Nuh Peygamberin görünmesi şuna delalet ediyor; O zata karşı gelenler Nuh ümmetinin asileri gibi bela denizinde
boğulacaktır..
İbrahim Peygamber ise bir müjdeye işarettir. O'na tabi olanlar, Allahın "dostum"
dediği İbrahim Peygamber'in sevdiklerinden olurlar.
Peygamberimizin babaannesi Fatıma binti Ömer, Abdullah'a
hamile kalınca, "nur" büyükbaba Abdülmuttalib'ten Fatıma'nın alnına geçti. Bundan da Abdullah doğunca
O'nun güzel alnına taşınacaktır...
ZEMZEM KUYUSU
La ilahe illallah, Muhammedün
Resulullah
Mekke ve çevresinin idaresi İsmail aleyhisselam'ın vefatı ile oğlu Sabit'e kaldı.
Sabit'in ölümünden sonra halk arasında bölünmeler meydana geldi. Mücadeleler Cühümiler kabilesinin üstünlüğü ile
bitti. Ancak bir zaman sonra iktidara sorumluları, adaleti ve tarafsızlığı terkederek zulme sapmıştı.
Milletin malını bile elinden almaya aklkışan Cürhümilerden dolayı gün geldi şikayet ve feryatlar
ayyuka çıkmaya başladı. Haksızlıklar dayanılmaz ölçülere varınca; ismail Peygamber nesli,
terkrar derlenip toparlandı ve yapılan bir savaşta Cürhümileri mağlup etti. Yenik taraf, aman dileyince
eşyalarını alıp asıl vatanları olan Yemen'e gitmelerine izin verildi... ancak iş başında
iken zulüm yapan ve bu yüzden beddua alan bu kabile mensupları, az bir zaman sonra bulaşıcı bir hastalığa
yakalanarak teker teker ölüp gittiler.
Cürhümiler, aman dileyip beldeyi İsmail Peygamber soyuna teslim etmeden
hemen önce ve son an ve son dakikada huyları icabı bir kötülük işlediler. Yabancı devletlerden mbirinin
hediye ettiği altın mbir ceylan heykeli ve kılıç, kalkan, gürz, zırh... gibi Kabe hazinesine mahsus
kıymetli eşya namına ne var ne yoksa hepsini zemzem kuyusuna doldurdular ve ağzını taş
toprakla akapatarak yerini belirsiz hale getirdiler. Herhalde dönüp Mekke'yi geri alacaklarını düşünüyor ve
bu sebeple hazinenin ele geçmemesi için böyle hareket ediyorlardı.
ismail aleyhisselam evladı, nihayet Mekke
ve civarında hükümran oldu ama hafızalardan silinen bullur sulu zemzem kuyusu kaybolup gitti. Mekke ve Kabe, asıl
sahiplerine dönmüştü.. Şifa pınarı zemzem ise kimbilir kaç yıl gözlerden saklı, besmeleli mü'min
ağızlara hasret, için için kaynayıp duracaktı?
Cürhümilerin yığdığı taş,
toprak senelerin geçmesi ile katmerleşti ve altta kalan ilahi armağanı gözlerden büsmütün sakladı. Bu
şartlarda canlara can katan zemzemin yerini bulmak mümkün değildi... yalnız bu imkansız zannedilen aklın
çerçevlediği sebep-sonuç münasebetine göre. Ya aklı aşan sebepler, aklın kavuşamadığı
bölge?.. Allah, isterse hangi imkansız gerçekleşmez ki?
Zaman bir müjdeye, toprak, sökmesi yakın bahtlı
şafağa hazırlanıyordu... Mekan, ilahi fermanla, gelmekte olan "Adı güzel kendi güzel Muhammed" aleyhisselam
için yeniden donatılıyordu...
-Ey Abdülmuttalip, kalk ve zemzem kuyusunun üzerinde taş toprak ne varsa
kaldır!..
Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, Kabe'ye komşu olan evinde uyurken bu hitap üzerine yatağından
korku ile doğruldu. Bir müddet gördüğü rüyanın ne manaya geldiğini sökmeye çalıştı; fakat
bir şey anlamadan yeniden uyudu. Ancak rüyadaki ses, emri tekrarladı. Yine uykudan sıçradı. Zihninde izaha
kavuşturulmayan sorular birbirini takip ediyordu.. Buna rağmen uyumaktan başka çaresi yoktu. Ses, emri üçüncü
defa verince gördüklerini yorumlatmak için kalkıp Kureyş'in tanınmış tabircilerine gitti ve olanları
anlattı. Bu kişiler:
-Rüya rahmani ise yine görürsün, dediler.
Aradan bir iki gün geçtiği halde
Abdülmuttalib, o garip rüyayı bir daha göremedi. Bundan dolayı merak ve üzüntüsü günden güne artıyordu:
-Acaba
rüya rahmani miydi, değil miydi?
Zihnini günlerce bu soru meşgul etti. Nihayet bir gün rayayı ördüğü
odada uykudan önce ellerini kaldırarak:
-Ey merhametli Allahım! Bu rüyanın sırrını neler
yapmam gerektiğini bana bildirmeni diliyorum, diyerek can evinden yalvardı ve az sonra uyuya kaldı.
Abdülmuttalib'in
isteği, bütün zamanların ve bütün mekanların en üstünün hürmetine kabul olmuştu. İşte aynı
ses...
-Ey Abdülmuttalib kalk ve zemzem kuyusunu ortaya çıkar!
Abdülmuttalib:
-Zemzem suyu nedir?
-Cebrail'in ayağını vurduğu yerden çıkmıştır. Peygambere ait bir mucizedir.
Dünyanın dört tarafından gelecek hacılara yetecek kadar bereketlidir. Zemzem'den içen susuzlar kanar, açlar
doyar,hastalar iyileşir.
Kuyunun yerini bulmam için bir iz, işaret var mı?
-Mescid-i Haram'a
yakın iki put vardı. Kafirler, bu putlar uğruna hayvan kestiklerinde işkembesini çukurca bir yere dökerler.
Sen orada iken kırmızı gagalı bir karga gelecek ve işkembe artıklarını yemek için
toprağı gagalayacaktır. Az sonra gagalanan yerin altından bir de kanrınca yuvası çıktığını
göreceksin... İşte orası zemzem kuyusunun ağzıdır.
Sabah olduğunda Abdülmuttalib,
doğruca putların bulunduğu yere gitti. Biraz sonra puta tapanlar gelip tanrıları için kurban kestiler
ve işkembe ve barsakları rüyada tarif edilen yere attılar. Derken kırmızı gagalı karga
göründü ve yeri gagalamaya başladı; az sonra karınca yuvası da ortaya çıktı. Her şey aynen
rüyadaki gibi gençekleşmişti. O halde olanlar hayırlı ve rüya doğru idi.
Oradkiler uzaklaşınca
sevgili Peygamberimizin sevgili dedesi, rüyada söylenen yeri kazmaya başladı.
Kazı işi biraz ilerlemişti
ki haberi alan Kureyşli müşrikler oraya koştu:
-Biz, taptığımız putların yanına
kuyu kazdırmayız! diyerek Abdülmuttalib'e mani olmak istiyorlardı. Bir sürü münkir içinde kalan Abdülmuttalib,
yaptığı işin büyüklüğünü anlatmaya çalışıyordu:
-Bu, öyle her hangi bir kuyu
değildir. Bu, ilahi kıymet taşıyan suya "Zemzem" denir. İsmail Peygamberin yadigarıdır.
Putperestler, fena diş biliyorlardı. Ne var ki kaba kuvvet gösterileri sökmedi; Kureyş'in bu soylu
insanını bir adım şöyle dursun, bir ayak boyu bile geriletemediler. Bunun üzerine kuyuya ortak olmak istediler;
bu telifleri de reddedildi.
-Öyle ise, dediler, ünü bütün ülkeleri tutmuş aklı ve ilmi hepimizce kabul edilen
Şam kahihine gidelim; ihtilafımızı anlatalım, vereceği karara her iki taraf da uysun!
Abdülmuttalib,
bu hal tarzına "Peki" dedi. Bunun üzerine her kabileden bir temsilci ve Peygamber efendimizin dedesi develere binerek
Şam yoluna düştüler... Mevsim yaz, hava sıcak. Güneş, kavurdukça kavuruyor. Çöller, avını yutmaya
hazır alev dilli ejderha.
Şam yolcuları bu manzara kum denizlerini aşmaya çalışıyor.
Ne var ki geride kalan mesafelerle beraber su ve her türlü serinletici nesne tükenmiştir. Nihayet Nihayet öfkeli çöller
bu cür'etli yolcuları teslim aldı.
Dermansız kalan dizler çözüldü ve oldukları yere külçe gibi
yığıldılar. Saniyeler, saat gibi uzun ve geçmeyen cinsten. Sadece dudaklar değil, belki diller de
yol yol çatlamış. Kimsede suya dair bir ümid yok. Olması da mümkün değil.
Ancak bu halde ne vakte
kadar beklenecektir? Abdülmuttalib:
-Böyle durmakla elimize hiç bir şey geçmez! Az daha gidelim. Rabbimden ümidli
olalım; olur ki su buluruz, dedi.
Çökmüş olan develere nerede ise sürünerek bindiler. Hayvanların sırtında
bile zor duruyorlardı. Henüz hareket etmişlerdi ki, o şanslı deenin devesinin ayağı bir taşa
takıldı ve yerinden söküp attı... Tablo inanılacak gibi değildi. Devenin çıkardığı
taşın yuvasından tatlı ve serin bir su akıyordu.
Sudan kana kana içip kablarını
doldurdular ve ölümün eşiğinden yeniden hayata döndüler. Bir farkla ki kabile temsilcileri sadece hayata dönmemiş,
ezik ve mahcup olarak Şam yolunda da geri dönmüşlerdi.
Bu inanılmaz vak'ayı hep birlikte yaşayan
yol arkadaşları Abdülmuttalib'e:
-Ey Abdülmuttalib, o kuyuyu kazmak senin hakkındır. Bunu geç
de olsa anladık Kimse mani olamaz. Dönelim herkes işine baksın! Demek zorunda kaldılar ve hep beraber
Mekke'ye geldiler.
Abdülmuttalib, kuyuyu kazmaya, kaldığı yerden devam etti. Zemzem kuyusunu tekrar
ortaya çıkarma işinde yalnız oğlu Haris'ten yardım görüyordu. Bu sebeple Cenab-ı Hak'tan Haris'ten
başka kendisine on oğul daha vermesini diledi:
......
Abdülmuttalib'in bu duası kabul olmuş
erkek evlat sayısı zamanla onbiri bulmuştu.
Oğulları ile beraber kuyuyu kazan Abdülmuttalib,
yıllar sonra zemzem suyunu ve Cürhümilerin kuyuya doldurduğu hazineyi buldu. Kureyşliler bu defa da:
-Kuyu,
dedelerimizin mirası; içinden çıkanlar bizimdir, diye direttiler.
Abdülmuttalib:
-Siz bu kuyuyu
kazarken bana yardım etmeyip bilakis zorluk çıkardınız. Şimdi hangi hakla mirasçılık iddia
ediyorsunuz? diyerek onları azarladı veilave etti, bununla beraber, "Kur'a çekelim, hangi mal kime çakırsa
onun olsun" dedi.
Kılıç, kalkan gibi savaş malzemelerini bir tarafa, altın ceylanı bir tarafa
ayırdılar ve Kabe-i Şerif, Kureyşliler ve Abdülmuttalib adına kur'a çektiler.
Altın
Ceylan Kabe'ye, harp aletleri Abdülmuttalib'e çıktı. Kureyşlilere bir şey isabet etmedi.
Altın
ceylanı Kabe kapısına astılar; uzun yıllar, kapıda asılı kaldıktan sonra bir
gece Ebu Leheb sarhoş iki arkadaşıyla gelip heykeli çaldı ve götürüp sattı.
Zemzem kuyusunu
bulmak Abdülmuttalib'in şan ve şerefini daha da yükselmişti.
Zaman, ırmaklar misali büyük müjdeye
doğru akıyordu.
KURBANLIK
Rahmetim gazabımı geçmiştir.
Hadis-i Kudsi
Zemzem
kuyusu çetin ve uzun mücadelelerden sonra tekrar Kabe'ye ve ziyaretçilere kazandırılmış; ceddi İsmail
Peygamberin, hatırasını yok olmaktan kurtarıp şenlendirdiği için Abdülmuttlib'in şan ve
şöhreti dört bir tarafı tutmuştu ama... bir şey unutulmuştu... bir vaad... bir söz!...
Taşlanmış
toprağı kazma kürekle yenip suya varmak için uğraşmaktan mecalinin tükendiği bir anda Abdülmuttalib,
ellerini açıp yüce Allah'a yalvarmıştı:
-Ya Rabbi! Bana on erkek çocuğu daha verir de onlarla
birlikte kyuyu kazabilirsem oğlumun birini sana kurban edeceğim...
İsmail aleyhisselama tabi bir mü'min
olan Abdülmuttalib'in duası kabul olmuş; lakin aradan geçen uzun seneler sebebiyle söz unutulmuştu...
Fakat!...
Duyan, gören, bilen ve unutmak gibi her çeşit kusur ve eksiklikten uzak olan Allahü teala, kulunun vaadini unutmamıştı.
.....
Abdülmuttalib, bir gece rüyasında bir adam gördü. Adam, emreden bir eda ile:
-Ey Abdülmuttalib,
kurban sözüne sadakat göster! dedi.
Abdülmuttalib endişe ile uyanır uyanmaz hemen bir koç kurban etti; sonra
yattı. Gözlerini yumar yummaz rüyada yine bir takım insanlar, emri tekrar ediyorlar:
-Koç'tan daha büyük
kurban kesmelisin!
Hemen kalkıp bir sığır kesti ve uyudu; ancak rahat bırakılmıyor:
-Daha büyük bir şey kurban eyle!
Bu sefer bir deve kurban etti. Yine yattı. Rüyada bir nida:
-Ey
Abdülmuttalib, daha büyük kurban kesmelisin! Abdülmuttalib, hala sözünü hatırlayamamış, "büyük kurban"dan neyin
murat edildiğini bir türlü anlayamamıştı. Sordu:
-Daha büyük olan ne ola ki?
-On oğlun
oldu. Zemzem kuyusunu bulmakla maksadın gerçekleşti. Şimdi oğullarından birini kurban et. Böyle söz
vermiştin; vaadini yerine getir!...
Abdülmuttalib, yataktan fılarcasına kalktı. İstırabı
o kadar büyük, o kadar derin, kendisi o kadar şaşkındı ki, ne yapacağını, ne edeceğini
bilemiyordu. Evet; vaadini hatırlamıştı... şimdi başı iki elinin arasında düşünüyordu.
Söz... Allah'a söz verilmiş; Yüce Allah, O'na evlatlar ihsan etmişti. Tıpkı İbrahim Peygamber gibi
O'nun da nezrine uyması isteniyor, rüyada sürekli olarak ikaz ediliyordu.
Ahde vefa gösterilmeli; söz muhakka
yerini mulmalıydı. Ya can parçası, göz nuru evlad?
Başka ihtimal yoktu. Her şeyi yoktan varedene
oğlunun birini iade edecekti... bağrına taş bastı ve yavrularını uyandırdı. Meseleyi
yavaş yavaş, alıştıra alıştıra onlara söylüyordu. Delikanlılar:
-Baba,
dediler, ister birimizi istersen hepimizi kurban et; biz emrinizdeyiz. Sen üzülme yeter!
Gençler, böylece detli babaya
teselli ve destek oldular; O'na cesaret verdiler.
Mustarip baba, bu tarifsiz fedakarlık karşısında
gözyaşlarını gizleyerek, oğullarına, her birinin ismini bir ok üzerine yazıp getirmelerini söyledi...
Az sonra yazılı oklar gelmişti. Abdülmuttalib ve oğulları adete göre kur'a çektirmek için
okları gece gündüz Kabe'yi bekleyen Kabe muhafızına götürdüler.
Yapılan çekilişte kurbanlık
isim belli oldu: Abdullah!... Abdullah! Yani, Abdülmuttalibin en çok sevdiği, bütün o çevrenin gözünün üstünde olduğu
oğul. Alnında ahir zaman Peygamberine ait nurun Ülker yıldızı gibi parladığı oğul!...
Allah, öyle takdir etmiş; kur'a bu yüksek yaradılışlı evlada isabet etmişti. Girilen yoldan
dönüş olamazdı; Abdullah kurban edilecekti!...
Abdullah, Abdülmuttalibe, Abdülmuttalib, ilahi emre; her
ikisi insana kendinden daha yakın, öz anne babasından daha merhametli yüceler yücesi Allah'a teslim olmuştu.
Sır da burada olmalıydı... Zor bir anında Rabbine iltica etmiş, O'ndan yardım instemiş
karşılığında bir söz vermişti. Abdülmuttalib, şimdi ölçüyü aşan vaadinden dolayı
imtihana çağırılyor ve böylece insanların ölçü içinde kalmaları hangi şartlarda olursa olsun
haddini aşmamaları ihtar ediliyordu... Ya Abdullah?
İnsan, cin, melek, ve bütün mahlukların...
yaşamış, yaşayacak ve yaşayan her canlının en üstününe baba olacak bir insanın hem
de genç yaşta imtihanların en zoru ile; canını feda etme kahramanlığı ile tecrübe edilmesi...
O'nun mevkii buydu ve teslimiyeti ile bu kahramanlığı isbat ediyordu. İşte babası Abdülmuttalib,
bir elinde parıl parıl parlayan keskin bir bıçak, bir elinde oğlunun bileği, iki yanda Abdullah'ın
anne ve kardeşlerri kurban kesme yerine gidiyorlar.
Kureyş kabilesi "Abdullah'ı babası kurban
ediyor" haberi ile çalkalanıyor. Herkes iliklerine kadar donmuş ve şaşkın. Şaşkınlığı
ilk yenip kurban yerine yetişen Abdullah'ın annesinin akrabaları olan Beni Mahzum oğulları. Ve onları
takiben Kureyş büyükleri. Abdülmuttalib'e muhalefet büyüyor:
Eğer böyle bir kurban kesilirse, çok kötü bir
geleneğe yol açılır. Herkes olur olmaz yere çocuğunun boğazına bıçağı dayar.
İffeti ve güzelliğinden başka konuşması bile kardeş ve akranlarından daha üstün olan bu
çocuğa yazık olur, şeklinde izahlarla Abdülmuttalibi iknaya çalışıyorlardı...
Uzun
tartışmalardan sonra meseleyi Hicaz'da oturan meşhur Kahin Şüca'ya götürmeye ve O'nun diyeceğine
uymaya karar verdiler.
Bunun üzerine Abdülmuttalib ve şahıha katılan birkaç kişi Hicaz'a giderek
tanınmış Kahini buldular. Kahin:
-Sizde bir insanın diyeti kaç devedir? diye sordu.
-On
devedir, dediler.
-Öyleyse Abdullah'ın bedeli olarak deve kurban edeceksiniz... Bunun için de Abdullah'ı
bir tarafa, on deveyi bir tarafa koyarak kur'a çekin. Kur'a develere çıkarsa bunları kesersiniz. Abdullah'a çıkarsa,
develere on tane daha ilave ederek kur'a çekmeyi yenileyin. Yine Abdullah'a çıkarsa bir on deve daha ilave edin. Böylece
kur'a develere isabet edene kadar onlu ilaveler yaparsanız, dedi ve gelenleri memleketlerine geri yolladı.
Onlar
gele dursunlar. Mekkelilerde heyecan son noktasında. Nihayet beklenen yolcuların ufukta belrdiğini gözetleyiciler
haber verdi...
Kahinin buluşu Mekke'nin putperest, hıristiyan, yahudi, İbrahim ve İsmail Peygamber
dinine mensup bütün kabile ve mensuplarını sevince boğdu...
Meraklıların önünde ve bir tarafta
gözlerin bakmaya kıyamadığı Abdullah, bir tarafta dünyaya metelik vermez tavırlar ile sakin sakin
geviş getiren develer olduğu halde Kur'a çekmeye başlandı. Ne var ki, her defasında kur'a Abdullah'ı
gösteriyor ve on deve ilavesi ile çekim tekrarlanıyordu... ta onuncu defa kur'a çekilene kadar. Onuncu çekilişde
kur'a, sayıları yüze varan develere isabet etti...
Herkeste sevinç, taşkınlık... Fakat, Abdülmuttalip
ağır başlı ve temkinli; kur'ayı bir kere daha yeniledi; evet bunda da kur'a develere çıktı.
Gönlü rahatladı, sırtından koca dağlar kalktı Rabbine şükretti.
Hemen oracıkta
yüz deve bir biri ardısıra kurban edildi. İnsanlar, hayvanlar, kuşlar günlerce bu etlerle geçindiler.
Böylece Abdülmuttalib ve Abdullah yeryüzündeki büyük değişikliğe az bir vakit kala imtihandan yüz akı
ile çıktılar.
Bundan sonra Abdullah "zebih" yani "kurbanlık" lakabı ile çağrıldı.
Nitekim İsmail aleyhisselam da benzeri bir hadiseyi yaşadığından O'na da "Zebih" denmişti. Bunun
için azizler azizi sevgili Peygamberimize "İbnü'z-Zebihayn", "iki kurbanlığın oğlu" denilmiştir.
BABA
Ve maerselnake illa rahmeten li'l-alemin
Biz seni alemlere için ancak rahmet olarak gönderdik.
(Enbiya suresi 107 ayet'den)
Büyük baba Abdülmuttalib'ten büyük anne Fatıma'ya geçen emanet O'ndan da
Abdullah'ın alnına gidecek; bir zaman da orada parlayacaktı...
İncil'e tabi olanlar, Fatıma'nın
Abdullah'a hamile olmasından beri pür dikkat doğum haberini bekliyorlardı... İşte şimdi mesafeden
mesafeye uşuşan bu haberdi:
-Son Peygamberin babası dünyaya geldi!...
Haberi dört bir yana
salan hırıstiyanlardı.
Doğum yaklaştıkça heyecanları artmış ve nihayet
Yahya Peygamber'in mucuzesi gerçekleşmiş, kan şıp şıp damlamaya başlamıştı.
Yahya aleyhisselam, Yahudiler tarafından şehid edildiğinde aziz şehidin üzerinde bir cübbe bulunuyordu.
Cübbe, İsa Peygamber'in dinini devam ettirmek istediği için canına kıyılıp parça parça edilen
Yahya aleyhisselamın kanı ile ıpıslak olmuştu. Bundan dolayı daha sonra hatıra olarak saklanmış;
zaman, kırmızı kan lekelerini sildiğinden geriye sadece solğun izler kalmıştı.
"-Hırkadan
taze kan damladığı an ahir zaman Peygamberi'nin babası dünyaya gelmiş olacaktır..."
Kitapları
böyle diyor, ve bu sebeple doğum yaklaştıkça müstesna hatıra üzerindeki dikkatleri daha da artırıyordu.
Günü geldiğinde mucize aynen gerçekleşti... O solgun izler, yeniden taze kan lekeleri halini almış;
hırka şehidin üzerinden az evvel çıkartılmış gibi sıcak damlalar süzülüp süzülüp düşmeye
başlamıştı...
Ortalığı çınlatan bu haberdi. Onlar, buna rağmen; akla
durgunluk veren bu mucizeye rağmen, Abdullah'ı çocukluğunda, ilk gençliğinden, gençliğinde değişik
zaman ve farklı mekanlarda türlü hile ve tuzaklarla öldürmeye kalkıştılar... Maksat O'nun; O saadet Sultanının
gelişine engel olmak. Gariplik, çalgınlık tuhaflık işte burada. Bu idraksizlikte, bu akıl kısalığında,
bu beyin mahrumluğunda:
Allahın sevgilisinin zuhuruna sed çekmek!...
Hırıstiyanı,
Yahudisi, putperesti, ateşperesti... Milyonu, milyarı bir araya gelse kaderin ebediyete giden yollarını
değiştirmek kimin elinde ve kimin haddine? Kıskançlıklar para etmeyecek. Hakikat güneş gelecektir.
Bunun için Abdullah ilahi himayede...
Abdullah, büyüdükçe aklı aşan sıra sıra olaylar
Rüya aleminde mi yaşıyor, hakiketle mi yüz yüze, nedir bu gördükleri, başına gelenler, içinde
bulunduğu hal?
Sırrını babası Abdülmuttalib'e açıyor:
-Babacığım
garip vak'larla karşılaşıyorum.
-Ne gibi? -Bir yere gidecek olsam yolda belimden bir nur çıktığını
ve bunun başımın üstünde toplanarak bulut haline geldiğini görüyorum.
-Seni yakıcı güneşten
koruyor...
-Ne zaman, nereye otursam, toprak bana selam verdikten sonra ilave ediyor: "Ey Abdullah, haberin var mı,
Muhammed aleyhisselamın emanetini taşıyorsun!"
-Nuru kastediyor...
-Kurumuş, hayat izi
kalmamış bir ağacın altında dinlenecek olsam o kupkuru ağaç az sonra zümrüt gibi yemyeşil
oluyor. Biraz uzalaşınca geriye dönüp baktığımda yine eskisi gibi kurumuş olduğunu görüyorum.
Babacığım nedir bu hal, ne oluyor; anlamıyorum?
Ey oğlum, sana müjdelerin en güzeli olsun!..
İnsanların ve cinlerin efendisi; canlıların ve cansızların Peygamberi senin canından,
senin kanından dünyaya gelecektir. Anlattıkların buna delalet ediyor. Ben de benzeri birçok fevkalade hadiseyi
yaşadım. Onlar da aynı haberin müjdesiydi. Hayırlı olsun! Seni bir değil, bir kere tebrik ederim
evladım.
Sana olan muhabbetim boşuna değilmiş...
Abdullah artık delikanlı.
Ancak
o, diğer gençlerden ne kadar üstün.
Ahlakı daha güzel; güzelliği apayrı ve çok farklı.
O'nun
tavrında, onun halinde, onun güzelliğinde ikinci bir genç bulmak mümkün değil.
Bu özellikleri ağızdan
ağıza yayıldıkça yayılıyor. İşitenler büyülenmiş gibi hayran. Padişahlar,
krallar, Abdulmuttalib'ten kızlarını Abdullah'a alması için araya hatırlı ricacılar koyuyor.
Abdulmuttalibin huzuruna kadar gelen; hatta teklifinde ısrarlı olnlar bile var.
Abdullah, yirmi yaşına
girdiğinde yüzünün güzelliği öyle arttı ki, görenlere Yusuf aleyhisselam'ı hatırlatıyordu.
Alnındaki
nur sanki bir güneş olmuştu.
Harikulade olaylar devam ediyor. Eskaza Abudllah putların yanından
geçse, onlardan bir ses:
-Ey Abdullah, sakın bize yaklaşmayasın! Sen yüksek şan sahibi o emsalsiz
insanın nurunu taşıyorsun. O son Peygamberdir. Bize tapan bedbahtlar O'nun eliyle cezasını bulacaktır!..
Peygamber efendimizin dünyaya geleceklerine az zaman kaldığını kahinlerinden haber alan Şam
Yahudileri, peygamberlik İsrailoğullarından gidecek diye karayaslara battılar. İçlerinden yetmiş
genç Mekke'ye gidip Abdullah'ı öldürmeden geri dönmeyeceklerine and içtiler ve silahlanıp yola düştüler...
Ne gece dediler, ne gündüz. Hırsla ve bilene bilene uzunca bir zaman sonra Mekke yakınına vardılar.
Pusudalar. Maykuş gözleri ile çevreyi tarıyorlar. Günlerce bıkmadan, yılmadan, ortaya çıkmadan beklediler.
Bir gün kolladıkları an gelip attı. Ava gitmek için şehir dışına çıkan Abdullah
işte şuracıktaydı. Kılıçlarını sıyırıp peşine düştüler.
O
esnada tesadüfen orada avlanan biri daha vardı. Aynı zamanda Abdullahın akrabası olan Veheb bin Menaf.
Veheb, yahudileri güneş vurdukça parlayan kılıçlarla Abudullahın peşinde görünce niyetlerini
hemen anladı ve arkadaşları ile birlikte onların önünü kesmeye karar verdi. Ancak kendileri birkaç kişi
ve hazırlıksız; yahudiler kalabalık ve silahlıydı. Bu sebeple "acaba kavgaya tutuşsak mı,
yoksa var geçmeleri için dil mi döksek?" diye aralarında tartışıyorlardı ki müthiş bir ses patlaması
ile ürperdiler. Gök ikiye ayrılmış gibi kopan gürültünün ardından yeryüzüne yalın kılıç
atlılar iniyordu. Yağız atların bu amansız suvarileri katil niyetli yahudilerin önüne geçilmez sıra
dağlar gibi dizilip düşmanın hamle etmesine bile zaman bırakmadan bir anda hepsini biçti ve işleri
bitince de lahzada kaybolup gittiler.
Veheb ve yanındakiler yalnız donaklamamış, nerede ise küçük
dillerini de yutmuşlardı. Nice sonra şaşkınlıklarını üzerlerinden atarak toparlandılar...
Abdullah, ormanın içlerinde olan bitenden habersiz avlanırken Veheb bin Menaf, düşüncelere dalmış
olarak Mekke'ye dönüyordu. Bunda bir hikmet olmalıydı. Eşsiz bir güzellik, eşsiz güzel ahlak ve her bakımdan
seçkin bir genç insan. Bu insanın tehlike anında korunması. Hem de nasıl ve kimler tarafından? Gök
dehşetli bir gümbürtüyle sanki parçalanmış ve ademoğullarına benzemeyen yağız atlı
yiğitler bir anda ortaya çıkarak suikast peşindeki yahudileri göz açıp kapayıncaya kadar yere sermiş,
sonradan sırlara karışıp kaybolmuşlardı.
Veheb, şahidi olduğu bu kadar olayın
tesadüf olmayacğını bilecek kadar zeki ve akıllıydı.
Zihninde bir fikir doğmaya
başladı. Kızı Amine'yi bu gence verseydi?Kızına denk bir insan Abdullah'tan başka kim olabilirdi
ki? Hiç kimse! tereddütsüz hiç kimse!..
Eve vardığında başından geçenleri ve niyetini hanımına
açtı. Aminenin annesi de Veheb'in görüşündeydi. Abdullah bir tane ve Abdullah başkaydı.
Kız
tarafı vakit geçirmeden tekliflerini Abdülmuttalib'e götürdüler.
Abdülmuttalib, Amine'nin kusursuz güzelliğini,
yüksek ahlak ve iffetini başta kendi hanımı olmak üzere bir çok kimseden işitmişti. Devrinin her
bakımdan en seçkin kızıydı... hanımı ile görüşüp, oğlu ile konuştuktan sonra
Amine'yi Abdullah'a almaya karar verdi.
Nikah, Ebu Talib'in evinde yapıldı; iki genç evlendiler. Peygamber
efendimize ait nur, artık Amine hatundaydı.
Abdullah, nikah akdinin yapılması için ağabeyi
Ebu Talibin evine giderken yoluna Ümmül Kital isminde bir kız çıktı. Çok güzel, çok zengin ve alim bir hanımdı.
Son Resul'e ait işeretleri kitaplardan okumuştu. Peygamberimizin babasının alnında ışıl
ışıl yanan parıltıyı görünce bunun Muhammedi nur olduğunu derhal anladı ve Abdullah'tan
kendisini zevceliğe kabul etmesini istedi ve şöyle bir teklifte bulundu:
-"Evet" dersen sana yüz deve hediye
edeceğime söz veriyorum.
Bütün maksadı sevgili Peygamberimiz'e "ana" olma eşsiz şerefine kavuşmaktı.
Ama civan delikanlı, Amine ile evlenmiş; nur, şimdi O'nun alnında parlamaya başlamıştı
Şam Valisinin Fatıma, ismide bir kızı vardı. Bu kızcağız da çok okumuş,
ilim sahibi biriyidi.
İşaretlerden en son peygamberin gelişinin yakın olduğunu anladı.
Bu yüzden Şam'dan Mekke'ye gitti ve Abdullah'ın alnında Muhammedi nuru görünce O'nunla dünya evine gitmeye
niyetlendi. Abdullah Amine ile evlenmişti. Fatıma Abdullah'la karşılaşınca:
-Ey Abdullah!
Teptiğim bunca yol ve çektiğim onca zahmet, Muhammedi nura sahip olmak içindi. Fakat kader böyle takdir edilmiş.
İsteğime kavuşamadım. Şimdi Şam'a avdet ediyorum. Dilerim belalardan ırak mes'ud bir hayat
süresin, dedi ve üzüntü ile Mekke'yi terkederek yine geldiği yollara düştü.
Abdullah'la evlenmediği
için kedere kapılan sadece bu iki kızdan ibaret değildi. O'nun evlendiğini haber alan iki yüz kızın
kahrından öldüğü, bir o kadarının da hastalanıp yataklara düştüğü söylenir.
Abdullah'ın,
düğün günü hem arefeye hem de Perşembe'yi Cuma'ya bağlayan geceye isabet ediyordu. Düğün sebebi ile melekler
göklerde şenlikler yaptı. Cebrail aleyhisselam, yeryüzüne inerek Kabe üzerine yeşil bir bayrak dikti. Ve:
-İnsanların
en hayırlısı ve peygamberlerin efendisine ait nur, Amine Hatuna geçti. O, yakında doğacaktır,
diye dört bir yana seslendi.
Melekler düğünü şenlikle karşılar, kurtlar, kuşlar birbirine
müjde verip tebrikleşirken üzülen biri vardı; lanetlenmiş bir mahluk... İblis. Peygamberimiz anne karnına
düşünce İblis, öyle üzüldü öyle üzüldü ki gamdan simsiyah olan yüzü ile dağ, deniz demeden dolaştı
durdu. Nihayet bitkin ve ümitsiz bir halde Ebu Kubeys dağının dibine çöktü ve feryatlarla evlatlarını
yanına çağırdı:
-Ey oğullarım, dedi. Biz, bundan sonra iflah olmayız. Sonumuz geldi.
Zira canlı-cansız her şeyin Peygamberi olan Abdullahın oğlu Muhammed, anne rahmine düştü. O,
Peygamber olunca putları kırarak, zulmü yıkıp, adaleti getirecek, dünyayı mescidlerle donatıp
imanı yayacak, küfrü yok edecek, hayırlı işler yapacak, iyiliği emredecek, yolunda gidenler saadete
erecektir.
İblis, hüngür hüngür ağlayarak şeytanlara anlatmaya devam ediyordu:
-O'nun ümmeti
yiyip içmeye besmele ile başlar ve bitirirler. Birbirlerine nasihat eder, emri maruf ve nehyi münkeri bırakmazlar.
Bu şartlarda onları doğru yoldan saptırma şansımız kalmamıştır, diyerek
saçını başını yolmaya başladı.
Bir şaytan:
-Ey efendimiz, kendinizi
bu kadar hırpalamayın. Vaziyet o kadar ümitsiz değil. Adem Peygamberden bu güne kadar insanları nasıl
aldattıksa yine öyle çalışır ve Ümmeti Muhammedi de yoldan çıkarırız diye görüş belirtti.
Baş şeytan İblis:
-Hayır! dedi, az evvel saydığım meziyetleri sebebi ile
siz onlara yaklaşamaz kendilerini aldatamazsınız. Çünkü bu ümmetin mensupları kendi dindaşlarını
herhangi bir yalnış hareketlerini gördüklerinde ikaz eder ve doğru yola çekerler.
Az evvelki şeytan:
-Fakat efendimiz, diye tekrar söza başladı. Fakat biz, onlara cimrilik çekememezlik, birbirlerinin malına
mülküne sahdırma ve benzeri kötü duydu ve arzular aşılarız. Böylece onlar da bizim avcumuzda istediğimiz
gibi hareket ederler...
Bu sözler, İblisi rahatlattı. Oğullarına teşekkür etti. Ümitle dağıldılar.
Abdullah'la Amine'nin düğünlerinin olduğu ertesi sabah bütün putların yüz üstü yere düştüğü;
tahtların devrildiği görüldü...
gelen
Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır.
Bu
gelen tevhid ü irfan kanudur.
(Mevlid'den)
O, kitap kitap övülmüştür.
Büyük, küçük hiçbir ilahi
kitap yoktur ki, O'nu methetmesin. Vahiyle onun müjdesini getirir.
İşte ilk insan ve ilk Peygamber Adem
aleyhisselam'a gelen kitapçıktan satırlar.
-O yer ve gök ehlinin en doğrusudur. Cömertlikte en üstündür.
Kalbi ipekten daha yumuşaktır. Çok zaman hüzünlü ve çok zaman oruçludur. Hak tealanın korkusu ile doludur.
Hep Rabbine yalvarır. Gündüzleri de ibadet eder. İnsanlarla birliktderi. Fakat dünya sevgisi gönlüne giremez. Sır
saklar ve dostluklara vefa gösterir.
İşte İdris Peygamber'in kitapçığı;
-O,
insanlarla beraber olur. Onları ağırlar. O, Allahın vaadinden asla şüphe etmez. Yüce mevlaya pek
çok ibadet eder. Kulların suzlarını bağışlar. Allah'ın "dostum" dediği büyük peygamber
İbrahim aleyhisselam'ın kitapçığı;
-O, öyle bir kimsedir ki, insanları şehvet uçurumuna
düşmekten korur. Kendisine yapılan kötülükleri affeder, günahları örter.
İşte Tavrat! Yüce
Allah'la konuştuğu için "Kelimullah" sıfatlı Musa Peygamber'in kitabı:
-O, gönlü çok zengin
olan bir mübarek zattır. Yoksul, kimsesiz ve düşkünlerin sevgilisi ve koruyucusudur. Zenginlerin hasta kalplerini
tedavi eden bir manevi tabibtir. Yaşlılara hürmet eder. Çocuklara acır ve şefkatle davranır. O güzellerin
en güzeli, temizlerin en temizidir. Sohbetinin lezzetine doyum olmaz. Yumuşak bir ses tonu ve güler yüz-tatlı dille
anlatır. Gaflet dolu kahkahalar yerine pırlanta tebessümleri tercih. O, hükmederken çok adildir. Haksız bir
iş yaptığı görülmez. Sabrı şaşılacak kadar çoktur. Derdlere, belalara, sıkıntılara
sabreder ve yine şükreder. Fakat, Allah ve Resulüne inanmayan din düşmanları ile en amansız şekilde
cenk eden bir bahadırdır.
Savaş sonrasında hürriyetini kaybeden esirlere kötülük yapmaz. Onlara
hoş davranır. O, suratını asmayan yüzü güleç bir insandır. Öyle bir Peygamberdir ki, hiç bir kitap,
kalem ve mektebe lüzum kalmadan bütün ilimler; bilgisi, gizli, açık her ilmi kucaklamış olan ilim sıfatlı
Allahü teala tarafından her tafsilatı ile kendisine öğretilmiştir.
Yine Tevrat'tan:
-O,
Allahü teala'nın Resulüdür. Kalbi katı ve huyu kötü değildir. Aşağı şeyleri beğenmez
ve onlara iltifat etmez. Her yerde ve her zaman ölçülü konuşur. Suçları affeder. Ümmeti güzel ahlaklıdır.
Minarelerden namaza davet eden müezzinleri işitince abdest alıp camiye koşar, düzgün saf yapar, bir hizada
dururlar. O'nun ümmeti, geceleri de zikreder ve ibadet yapar. Örtünmeye dikkat ederler... Mekke'de dünyaya gelecek, bütün
insanları Hakka davet edecektir. O benim ismi Muhammed olan Peygamberimdir. O'nun varlığı yüzsuyu hürmetine
gözlerden perde kalkar, kulaklar işitir, kalp gözleri açılır. O, bozuk dinleri ortadan kaldırıp hak
olan islamiyeti yeryüzüne iyice yerleştirmedikten sonra ömrüne son vermem.
Bu da sesi güzel Peygamber Davut aleyhisselam'a
inen Zebur:
-O'nun eli açıktır. Hiç kızmaz. Yüzü güzel, boyu güzel, huyu güzel, sözü güzeldir. Sözleri
gönülleri rahatlatır; ruhları huzura kavuşturur. Nur yüzlü bu peygamber nefsi eve kalbi hasta insanların
hakiki tabibidir. O, ölüm anını, mezarı, mahşeri ve cehennemi düşünerek çok ağlar, çok düşünür,
az konuşur, az uyur, az güler, gülüşü tebessüm şeklindedir.
Bu övgüler de göğe çekilen büyük Peygamber
İsa aleyhisselam'ın kitabı İncil'den:
-O, az yemek yer. Cimrilikten hoşlanmaz. Kimseyi çekiştirmez.
Aceleci değildir. Hile yapmaz. Kötü söz konuşmaz. Kendisi için intikam almaz. Tembel değildir. Aza kanaat edip,
çoğu ihsan eder. O'nun işleri ve tercihleri aşırılıklardan uzak ve bunların ortası
üzeredir. Yerde ve gökte yaşayanların medarı iftiharıdır. O, günaha batmış olanların
şefaatçısı, onsekizbin alemin rahmetidir. Cennette kıymetli kevser suyunu o dağıtacaktır.
Daima doğruluk üzre ve daima ihlaslıdır. Dili her an Kur'an-ı anar. O öyle üstün vasıflarla yaratılmıştır
ki, gözleri uyusa kalbi uyanık kalır. İnsanlardın gelen eza ve cefaya katlanır da yine şefaati
bırakmaz.
Kıyamet vakti herkes, o ana baba gününün dehşetinden adeta akıl ve şuurunu kaybetmiş
halde "Allahım beni koru" diye inlerken O, "Ya Rabbi, ümmetimi koru" niyazında bulunacaktır. İsrafil'in
"sur" ismi verilen borusu O'nun ümmeti sebebi ile çalacak; ölmüşler böylece yeniden dirilecektir. Kıyamet gününde
herkes, O'nun şefaat etmesi için eteğine yapışacaktır. Ey İsa, Muhammed Mustafa'nın Peygamberliğini
tasdik ve O'na iman et. Ben azimüşşan Adem'i cennet ve cehennemi O'nun sevigsi uğruna yaratdım. Eğer
onu halk etmeseydim, hiçbir şeyi yaratmazdım!
Veheb bin Münebbih hazretleri Allahü tealanın buyurduklarını
semavi bir kitaptan naklediyor:
-Hak ve adalet O'nun şiarıdır. O'nun dini islamdır. Onun bereketiyle
dargın gönülleri barıştırır, ayrı tabiattaki insanları birleştiririm.. O'nun ümmetini
ihlas ve ibadet yönünden öbür ümmetlerden üstün tutarım. Benim hoşnudluğumu kazanmak için evlerini barklarını,
çoluk çocuklarını terk edip cihada gider, kafirlerle savaşır ve Allah yolunda seve seve canlarını
verirler. Onlar namazda ve cihadda saflarını düz tutarlar.
Namazlarını acele etmeden sakin sakin
ve şartlarına uygun kılarlar. Her yerde beni anar, uzun gecelerde namaza kalkkar, gündüzleri din düşmanlarına
meydan okur, arslanlar gibi döğüşürler. Bütün bu hasletler O'nun hatırı için ümmetine ihsan ve nimetlerimdir.
Ben her şeye kadirimdir...
Gelen işte böyle bir Peygamberdi. Her cephesi ile örnek ve üstün insan. Melekler
ve Peygamberler bu gelişi müjdeliyordu.
Nitekim o büyük insanın doğumundan beşyüzaltmış
sene önce Ka'b bin Lüey de ilahi kitaplarda okuduklarından duygulanır ve O'nu şiirler okuyarak müjdeler:
İnsanlar
gafletteyken gelir yüce Peygamber,
Muhammeddir, doğrudur, O'ndadır doğru haber.
EN
İLK ve EN ÜSTÜN
Sen Ahmed ü Mahmud ü Muhammedsin efendim
Hak'dan bize Sultan-ı müeyyedsin efendim.
(Şeyh Galip)
Vahiy meleği Cebrail aleyhisselam, anlatıyor:
-Hazret-i Allah,
beni yarattı. Onsekizbin yıl arz altında kaldım...
-Ey Cebrail seni kim yarattı?
-Sen
yarattın yara Rabbi. Her şey senin ve sen her şeyi yaratansın... Bense... ben, güçsüz ve ihtiyaç sahibi
bir mahlukum.
Konuşmadan sonra bir onsekizbin yıl daha geçti... Yüce Allah yine sordu:
-Seni kim
yarattı?
-Ya Rabbi, beni yaratan; öldürmeye ve diriltmeye kudreti olan sensin. Bense kuvveti hiç bir şeye
yetmez biçarayim.
Üçüncü onsekizbin yıl da geçti...
-Ey Cebrail, ben kimim, sen kimsin?...
-Allahım
sen her şeyin yaratıcası ve sahibi; bense bir kulcağızım.
Bu cevabımın peşinden
bir merakımı dile getirdim:
-Ya Rabbi benden üstün bir varlık halkettin mi?
-Karşına
bak, buyurdu...
Yüce emre uyarak gösterilen yere baktığımda mbir nur gördüm. Ama nasıl bir nur?
Güzelliğine hayran kaldım. Dört tarafında da dört ayrı nur?
-Allahım, gözlerimi alan bu harika
aydınlık da ne?
-Seni, ne kadar melek varsa hepsini ve bütün her şeyi aşkına yarattığım
nur!... O, en aziz kulum ve Peygamberimdir. O, canlı cansız her şeyin en üstünü ve en hayırlısı
olan Muhammed Mustafa'dır "sallallahü aleyhhi ve sellem"
Sordum:
-Ya çevresindeki nurlar?
-Sağındaki
Ebu Bekir Sıddik, solundaki Ömer ibni Hattab, önündeki Osman bin Affan, ardındaki Ali İbni Ebi Talib'dir. "Radıyallahü
teala aleyhim".
-Ya Rabbi; bu beş kişinin diğer insanlardan üstün bir tarafı olmalı!
-Bu
beşi kendime dost seçtim. Onları seven beni sevmiş, düşmanlık eden bana düşman olmmuş olur.
Bunları sevenleri cennete, sevmeyenleri cehenneme koyacağım.
Hak yarattı alemi, aşkına
Muhammed'in
Ay ü günü yarattı, şevkine Muhammed'in
İlk insan Adem Peygamber, arş
üzerinde "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazısını görünce ismin sahibinin erişilmezliğini
anladı. Ancak O'nun ismi sadece göklerin en yükseğini mahyalandırmamıştı. Kelime-i tevhid cennette
her sarayda, her yaprakta, her çiçekte, her bucakta okunuyordu.
Adem aleyhisselam, bu hali oğlu Şit Peygambere
anlatıyor:
-Cennette O'nun ismi ile güzelleşmemiş bir tek köşe bile görmedim. Her yan ve her yön
o şerefli ismin pırıltılarını aksettiriyor.
-Peki, babacığım hanginiz
daha kıymetlisiniz?
Şit aleyhisselamın sualine Adem Peygamber cevap vermek istememiş olacak ki
sükutu tercih etti. Ne var ki aynı sual üçüncü kere tekrarlanınca ezeli hakikat daha o günden açıklandı.
Alemlerin Rabbi buyurdu:
-Ya Adem! Her şeyi senin için yarattım, seni ise o seçilmiş için!!!
Cenneti o'nunla ve o'nun ümmetiyle dolduracağım. Kendisine arap dili ile Kur'an-ı kerim indireceğim. Bu
kitabın emir ve hükümleri, hiç değişmeyerek dünyanın sonnuna kadar devam edecektir. Bu peygamber, benim
en sevgili kulumdur. İyiliği her insana ulaşacaktır. O'na uyanlar seçkin kullarımdan olur. Büyük
şefaat sahibidir. İsmi yer yüzünde "Muhammed" göklerde "Ahmed"dir. O'nu dünyanın sonuna yakın göndereceğim.
Hiç bir Peygamber O'ndan üstün olmadığı gibi, hiç bir ümmet de O'nun ümmetinin sayısına varamayacaktır.
Ümmeti abdestli gezer. Öyle ki bunların yerdeki nurları yıldızların gökteki aydınlığı
gibidir.
Ol dedi oldu alem, yazıldı levh ü kalem,
Okundu hatm-i kelam, şannına Muhammed'in
Adem babamız, cennetten çıkarılınca, üç yüz sene göz yaşı döktü. Çok üzgün ve çok pişmandı.
Gaibden gelen bir sesin de hatırlatması ile el açıp-cennette iken Cebrail aleyhisselamdan öğrendiği
bazı isimleri araya koyarak-dua etti:
-Ya Adem, kıyamete kadar gelecek evladının günahlarının
bağışlanmasını isteseydin bu isimlerin sahiplerinin sevgisi için yine kabul ederdin...
Hep
erenler geldiler, dergaha yüz sürdüler
Zikr-ü tevhid ettiler, nuruna Muhammed'in
O, müthiş tufandan önce
Nuh aleyhisselama bir gemi yapması buyurulunca yüzyirmi dörtbin dört tane tahta hazırladı. Ve Cebrail'in tenbihi
ile her tahtaya bir Peygamberin mübarek adını yazdı. Ancak ertesi gün tahtalardan isimler silinmişti.
Olaya çok üzüldü. İsimleri tekrar yazdı. Devrisi sabah yazılar yine silindi. Bir daha yazdı ama bir sonraki
gün tahtalar bomboştu... çok müteessir oldu... bir tuhaflık vardı bu işte. Sır, gelen vahiyle çözüldü.
-Tahtaların ilkine benim, sonuncusuna da habibim Muhammed Mustafa aleyhisselamın adını yaz ki
şeytan öbür isimleri silmesin.
Nuh Peygamber, emredildiği gibi yaparak çalışıp gemisini tamamladı.
Fakat dört tahta artmıştı. Bunu Cebrail aleyhisselamla konuştu:
-Ya Cebrail, fazla gelen dört
tahtayı ne yapayım?
Vahiy meleği suali Hak teala'ya sundu.
İnsanlığın ikinci
babası Nuh Peygambere haber geldi.
-Ey büyü peygamber! O dört tahtaya son peygamberimin dört halifesinin isimlerini
yaz; gemi o zaman tamam olacaktır. Zira o dört insan, İsla dininin dört sütunu gibidir. İslamiyet onlarla ayakta
kalır ve onlar sayesinde dünyanın her tarafına yayılır. Vahye uyularak denilenin yapılması
ile gemi tamamlandı ve ondan sonra yüzebildi.
Nuh Peygaber, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman,
Hazret-i Ali'nin isimlerini artan tahtalara yazarak bunları gemisine çakmadıkça görünüşteki kusursuzluğa
rağmen geminin yüzmesi ve felaketten kurtulması mümkün olmamıştı.
Ya mü'minler... mü'minlerin
de o dört büyük zatın ismini kalplerine yazmadıkça dıştan ne kadar olgun ve noksansız görünürlerse
görünsünler büyük imtihanda kurtulmaları mümkün olabilir mi? Sadece iki cihan güneşi eşsiz ve emsalsiz Peygamberimizi
değil, O'nun dostlarını da sevmek gerekiyor... Bu şart yerine gelmeden, O'nun sevdiklerinin aşkı
kalbe yerleşmeden cezadan kurtulmak ne mümkün?...
Veysel Karani kazandı, ahir yine özendi
Sekiz
uçmak bezendi, aşkına Muhammed'in
İbrahim aleyhisselam, bir gün rüyasında Cenneti gördü. Uzunluğu
yer ile gök arasındaki mesafeden fazlaydı. Meleklere:
-Buralar kime mehsustur? diye sordu.
-Evlatlarından
Muhammed Mustafa ve o'nun ümmeti içindir, diye cevap verdiler.
İbrahim Peygamber, dikkatle bakınca ağaçlarda"La
ilahe illallah" budaklarında "Muhammedün Resulullah", meyvelerinde "Sübhanellah", "Velhamdülillah" cümlelerinin yazılı
olduğunu gördü...
Uyandığında rüyasını milletine nakletti.
-Ümmeti Muhammed
kimdir, diye sordular. İbrahim aleplisselam, düşünceye daldı. O anda Cebrail aleyhisselam peyda oldu ve:
-Ne
düşünüyorsun ey Allah'ın dostu, dedi.
-Bir rüya gördüm... girdüklerimi ümmetime anlattım, Muhammed
ümmetini öğremek istediler. Benimse bu hususta bilgim yok. Onun için düşünüyorum.
Cebrail aleyhisselam:
-Ben de fazla bir şey bilmiyorum, diyerek Cenab-ı Hakka arz etti:
Yüce Allah şöyle buyurdu:
-Muhammed, benim ahir zaman Peygamberimdir. Makbul kullarıma Peygamber olarak gönderecğim. O peygamberi
bütün yaratılmışların arasından seçtim. Kendisini ve ümmetini yerden ve gökten yüzyirmi dört bin
yıl evvel yarattım. Kıyamet günü O'nun yolundakilerin yüzü bütün insanların yüzünden daha ak, aydınlık
ve abdest suyu değen vücut parçaları pırıl pırıl olacaktır.
Feriştehler geldiler,
saf saf olup durdular
Beş vakit namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in
Tevrat, Musa aleyhisselama
inince büyük Peygamber çok sevindi ve şükrünü dile getirdi. Cenab-ı Hak:
-İnsanların kalbine baktım.
En mütevazi olarak seni gördüm. Bu sebeple seni Peygamber yaptım ve benimle konuşma devletine erdirdim, dedi ve
ilave etti:
-Ölünceye kadar tevhid üzere ol. Sevgili Muhammed Mustafa'nın Resulüm olduğunu tasdik et ve
kalbine O'nun muhabbetini yerleştir!
-Ya Rabbi, Muhammed kimdir; O'nu tanımıyorum?
-O öyle
bir kimsedir ki yerleri ve gökleri yaratmadan binlerce sene evvel güzel ismini arşın üzerine yazdım. Ya Musa,
sana çok yakın olmamı ister misin? Öyle bir yakınlık ki bedenine ruhdan ve gözünün siyahına beyazından
daha yıkn olayım!..
-Allahım bundan gayrı ne arzum olabilir?...
-Öyleyse Habibime çok
selavat oku.
Hak teala devam etti:
-Ölen bir kimse Muhammed aleyhisselamı inkar etmişse, o bedbahtı
sürüterek cehenneme attırırım. Beni görmesini nasip etmem ve hiç bir melek ve peygamberin şefaat etmesine
de için vermem!...
Bunu yolundakilere bildir.
-Ya Rabbi O'nun hakkında biraz daha bilgi sahibi olmak
isterim.
-Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı; yeri-göğü, cenneti-cehennemi ayı, güneşi,
geceyi-gündüzü, melekleri, Peygamberleri ve hiç bir şeyi yaratmazdım. O'nun Peygamberliğini kabul etmezsen
İbrahim halilulllah bile olsan sana eziyet ederim!...
-Onun Peygamberliğini ve yüksekliğini kabul ettim
Ya Rabbi!...
Havada uçan kuşlar, yeşerüp dağ ü taşlar,
Yemiş verir ağaçlar,
aşkına Muhammed'in
Davut aleyhisselam, bir gün Zebur okurken kitaptan bir nur yükseldiğini; bu nurun
odayı doldurduğunu ve kalbinin rahatladığını gördü... Ve bu hal, her Zebur okuyuşunda tekrar
etti. Nurun mahiyetinni Allahü tealaya sordu:
-Ya Rabbi bu nur neyin nesidir?
-O, habibim Muhammed Mustafa'nın
nurudur. Cümle alemi onun hatırına yarattım.
Bu tüyler ürperten ilahi cevap üzerine Davut Peygamber,
yüksek sesle "Lailahe illallah Muhammedün Resulullah" dedi. Bütün yırtıcı hayvanlar, kuşlar, böcekler
ve yılanlar, çevresine toplandılar ve:
-Öyledir ya Davut! diyerek onu doğruladılar.
Bu
olaydan sonra Davut Peygamber, Zubur okumaya başlarken kelime-i tevhid söyle oldu.
İmansızlar geldiler,
andan iman aldılar
Beş vakt namaz kıldılar, aşkına Muhammed'in
O'nu övmeye kalkan
erir ve tükenir.
O'nu hiç bir lisan medhetmeye kafi gelmez. O' kelimeler üstü ve kelimeler ötesi ve gönüller dolusu
sevgiye layıktır.
Yunus kim ede medhi, över Kur'an ayeti
Ah! vergil salevatı, aşkına
Muhammed'in
Biz de... kendim, eşim, dostum, tanışım, arkadaşım, binler, onbinler, milyonlar,
milyarlar, O'nu o en sevgili ve en üstün'ün Peygambeliğini kabul ettik ya Rabbi...
Bundan üstün devlet bilmiyoruz
ya Rabbi!..
MEKTUP
Ya Habiballah bize imdad kıl,
Son nefes didarun ile şad kıl.
(Süleyman Çelebi)
Vakit, ahir zaman Peygamberinden bin yıl önce.
Humeyr ibni Redi, hemen bütün
ortadoğu'ya hükmeden bir hükümdar.
Kalabalık sayıda vezir ve yardımcıları ile kudretli
bir ordusu var. Yolu batıl; ateşe tapıyor. Buna rağmen kendilerine pek kıymet verdiği, işlerini
danıştığı dört bin kişi var ki hepsi has müslüman ve alim.
Humeyr, bir gün maiyeti ile
birlikte tantanalı bir halde Mekke'ye geldi... Fakat O'nun gelişi Mekkelileri alakadar etmedi. Herkes işinde
ve her şey akışında.
Bu aldırışsız soğuk karşılama hükümdarın
fena şekilde canını sıktı. Vezirlerini huzura çağırdı ve halktaki bu kendinden eminliğin
sebebini sordu.
Vezirler:
-Buranın insanları araptır; asil kimselerdir efendimiz. Kabenin korunması
onlara verilmiştir. Bundan dolayı değerleri yükselmiştir. Beytullah'ın bakıcısı olmanın
verdiği şerefle soğuk duruyorlar olabilir.
-Demek öyle!!!
Humeyr'in kafasında soysuz bir
plan doğdu;
Kabe'yi yıkacak, halkı öldürecek ve şehri askerine yağmalatacaktı...
Ancak
bu fikirle beraber ve aynı hızla kafasına bir şey daha gitmişti: Müthiş bir ağrı...
ağrının şiddetinden burnunudan ve gözlerinden kimsenin yanınna yaklaşamadığı
pis kokulu bir su akmaya başladı.
Günler ilerliyor; baş ağrısı, her an şiddetini
arttırıyordu. Bütün sağlık arayışları savallı kalınca; O, ülkeler hakimi Humeyr,
yaşamaktan yana iyiden iyiye karamsarlığa düştü. Ama yine de şifa aramaktan geri durmuyordu. Hastalığına
bir çare bulması için mbaş vezirine emir verdi; O da hekimlere.
Hekimler, o güne kadar görülüp, işitilmemiş
bu hastalığı iyileştirmek için günlerce uğraştılar. Fakat bütün gayretler nafileydi. Emekler
boşa gitmiş; çare bulunamamıştı. Bunun üzerine bir de ilim adamlarına danışıldı.
Alimler, bu amansız dert için düşünmeye mbaşladılar: "Bu hastalık neden olmuştu ve niçin çare
bulunamıyordu?" Bir alim, uzun uzun düşündükten sonra sebebi bulduğunu anladı. Baş vezire giderek:
-Hükümdar şayet sırrını bana açar ve sorularını cevaplandırırsa derdinin dermanını
söylerim, dedi. Başvezir çok memnun kaldı. Birlikte Humeyr'e geldiler. Vaziyet kendisine anlatıldı. Alimin,
sorularını hiç bir gizli-saklı taraf bırakmadan açıklaması bilhassa hatırlatıldı.
Hükümdar, zorlukla konuşuyor ve yanındakiler dehşetli pis kokudan büyük sakıntı çekiyorlardı.
Dötbin kişiden biri olan alim sordu:
-Bu sıralarda Kabe-i Şerif için aklından kötü bir
şey geçki mi?
Hasta, derin ve uzun inleyip karşısındakileri boş ve manasız gözlerle
süzdükten sonra dudakları kıpırdadı.
-Evet! O'nu yıkmak istedim.
Cümlenin başı
ve sonu arasında kurşundan dakikalar geçmişti...
-Niçin yıkmak istemiştin ki? Ne mekkelilerin,
ne de Kabenin bize bir zararı olmadı!
-Evet olmadı ama; Mekke halkı bana hürmet etmedi. Hatta
hürmetin kırıntısına bile rastlamadım. Halbuki her gittiğim yerde insanlardan büyük saygı
görürdüm...
-Burada göremeyince...
Pis kokulu sulardan yatak, yorgan ıslanmış her taraf batmıştı.
Hizmetçiler boş yere koşuşturuyordu.
-Mekkelilerden hürmet göremeyince üzerine titredikleri Kabeyi
yıkmak, halkı öldürmek, mallarını askerlerine yağmalatmak istedim.
-Ve başına gelenler
de bu niyetinle beraber geldi!
-Evet; niyetimle beraber başıma korkunç bir ağrı girdi ve dünyamı
zindan eden bu hastalığa yakalandım...
Bu cümleden sonda odayı bir sessizlik kapladı... sanki
alimle hasta arasında upuzun ve kavuşulmaz çöller vardı.
Humeyr meraklı ve uzaktan alimin yüzüne
bakıyordu. Hastalığı ile bu konuşulanlar arasında ne münasebet olabilirdi ki?...
-Hükümdarım
tutulduğun hastalığın sebebi işte bu fikrindedir. Zira yıkmak istediğn o Kabe'nin sahibi
olan yüce Allah, gizli niyetleri de bilir. O'nun yanında gizli aşikar farkı yoktur.
Susmuş ve
dinlemeğe durmuş çöl yeniden hışırdamağa, rüzgar tok seslerle boşluğu yara yara koşmaya
başlamıştı.
-Bilmez; hiç bilmezdim!
-Şifa bulman bu bozuk niyetinden vazgeçmene bağlıdır.
Eğer Kabe için taşığın kötü düşünceden cayarak güzel niyetler beslersen iyileşirsin.
Humeyr,
derhal tövbe etti... alim, mbunun üzerine Kabe-i Şerifi, yapanı yapılış sebebini uzun uzun anlattı.
Başvezir ve alim oradan kalkmadan hükümdar tekrar eski sağlığına kavuştu.
Ve
üstelik İbrahim aleyhisselamın dinini kabul ederek müslüman oldu. Beytullah'a karşı hürmet ve muhabbet
duyguları ile bağlandı. Edep ve usülünü öğrenerek Kabeyi ziyaret etti. Eski kibir ve gururunu terkedip
alçak gönüllü bir insan oldu.
Bir kaç gün son da bir sultan sofrası hazılattırarak büyük-küçük, zengin-yoksul
bütün Mekkelileri yedirip içirdi.
Bu ziyafeti verdiği gece rüyasında bir ses işitti:
-Mekke
ahalisine itibar gösterdiği gibi Beytullah'a da hürmet et; O'nu örtülere bürü!
Serin bir çöl gecesinde görülen
bu rüyanın sabahında Humeyr, Kabe'ye hasırdan bir örtü yaptırarak ölttü. Sevincine diyecek yoktu. Fakat
gece rüyasında:
-Hasır O'na layık değildir. Daha güzel örtü yaptırmalısın! diye
bir nida duydu.
Bu sefer kumaştan mbir kılıf diktirerek Kabe-i Şerife giydirdi. Ama rüyasındaki
ses, bu kumaşın da uygun olmadığı ve diğiştirilmesini istedi. Bunun üzerine devrin en pahalı
kumaşlarından bir örtü dirtirerek altın ve gümüşlerle süsletip Kabe'ye örttürdü.
Ayrıca,
Kabe-i Şerifin içinde bulunan putları dışarı attırarak kilitli bir kapı yaptırdı;
insanların kirli halde Allah'ın evine yaklaşmalarını yasak etti.
Humeyr, bu güzel hizmetlerinden
sonra Kabe'nin anahtarını Mekkelilere teslim ederek aydınlık Medineye doğru yola koyuldu. Medine
o devirde çıplar; ne bir bitki var görünürde ne mbir ağaç. Kum, taş, tepe ve eriten güneş sıcaklığı.
Ufuklar sır vermiyor. Acaba gölgelenecek bir yer yok mu?
Humeyr, dörtbin kişilik danışmanlarından
dört yüzünü alarak bütün Medine'yi makışı gören yüksek bir tepeye tırmandılar. Gözler, ordunun konaklıyacağı
uygun bir yer arıyor... Ama uyanık kalbli o dörtyüz seçme insan, başka bir şeyi farkettiler. Elleri ile
gözlerini güneşin göz kamaştıran parlaklığından koruyarak çevreyi incelerken sanki sessizliğin
en derin noktasından kulaklarına bir şeyler fısıldanıyordu. Toprak bir çift söz söylüyor gibiydi...
O, Mekke'den işte bu Medine şehrine, buradan sonsuzluğa geçecektir. Şüphe yok ki eski ilim sahiplerinin
kitaplarında sözünü ettikleri yer burasıdır...
Aralarında şu kara vardılar: "Şartlar
çetin ve ağır; ama olsun; kavuşulacak şeref de o kadar yüksek ve mübarek. Biz burada yerlerek son Peygamberi
bekleyelim. Olur ki O'nu görmek bahtına ereriz." kararlarını hürümdara açtılar.
-Önceki alimlerden
okuduğumuz bilgilere göre bu yer, en son ve en yüce Peygamberin gelip yerleşeceği bir kutlu mekandır.
Şerefli namı Muhammed sallallahü aleyhise ve sellem, güzel dini ebedidir. O'nun ordusuna alemlerin Rabbi yardım
eder. O tac ve burak, o, Kur'an,ı kerim, o liva-i hamd ve minber ve O, La ilahe illallah sözünün sahibidir. Buraya hicret
edecek ve buradan ölümsüz aleme geçecektir. Biz bu büyükler büyüğünün gelmesini beklek isteriz. Belki nur yüzünü görmek
mümkün olur. Bu sebeple hükümdarımızdan izin dileriz...
Hükümdar, anlatılanları heyecanla dinledi;
büyük memnuniyet duydu ve:
-Ben de sizle kalacağım, dedi.
Ancak bu karara asker ve tab'ası
mani oldular.
Bir ismi de Tebi olan Humeyr, bunun üzerine Medine'de bu dörtyüz kişi için evler yaptırdı.
Onları evlendirdi. İhtiyaçlarını karşıladı ve içli bir bağlılık mektubu
yazarak kendilerine teslim etti.
-"Humeyr İbni Redi'den en büyük Resul ve son Peygaber Abdülmuttalib oğlu,
Abdullah oğlu Muhammed aleyhisselam'a sunulan mektup:
"...ben, senin nübüvvetine, bildirdiğin Allah'a getireceğin
Kur'an'a iman ettim. Dinin, yolun ve İbrahim Peygamber milleti üzereyim. İslamiyet namına tebliğ ettiklerinin
hepsi şimdiden can baş üzre kabulümdür. Olurki o saadetli zamanına kavuşmazsam beni unutmamanı ve
şefaatinden mahrum ve mahsun bırakmamanı diliyorum."
Humeyr, mektubu mühürlü olarak alimlerden Şamul'a
verdi: iyi sakl
CİLT 2
Geçim sıkıntısı,
son haddinde:
Araplar, yiyecek bulamıyor.
Kıtlık arttıkça artmakta...
İşte;
tam o sırada herkesin, açlıktan bir bir ölüp gideceği düşünülürken, bir mucize oldu; bir bolluk, bir zenginlik...
kumlardan nimet fışkırıyor gibi.
Kıtlığı, bolluğa çeviren bu mucizeye
sebeb, Muhammedi nur'un anneye geçmesi. Muhammedi nur'un anneler annesine geçmesi ile de kavruk çölde muazzam değişiklik
ve bereket.
Ticaret canlı, piyasa hareketli. Abdullah da bir Kureyş kervanı ile taşraya alış
verişe gidiyor. Ama Abdullah; on sekiz yaşındaki o güzelim delikanlı bunun son yolculuğu olduğunu;
geri dönerek hanımı ile doğacak çocuğunu göremeyeceğini nerede bilebilirdi... Alınan alındı,
satılan satıldı ve kervan dönüşe geçti. Medine'ye gelmişlerdi ki, o genç ve dinç Abdullah, birdenbire
hastalandı... kısa bir rahatsızlık ve dayılarının evinde bu dünyaya veda...
Melekler,
hayrette...
-Ya Rab! Resulün yetim kaldı!
Yüce Alalh, cevap verdi:
O'nun koruyucusu ve yardımcısı
benim!...
......................
Acı haber Mekke'ye tez ulaştı. Amine ile baba Abdülmuttalib
ve kardeşlerde üzüntü derin ve büyük. Ağabey Haris, Medine'ye vardığında Abdullah, Dar-ı Nabiga'da
bir tümseğin altındadır.
Herşey fani ve boş...
Baki olan Allah; güzel olan, gelen
sevgili...
Kederli Amine, hamileliğinin altıncı ayında bir rüya görüyor. Rüya değil bir hal;
bir hakikat. Bir adam, mübarek anneye nasihat vermekte:
-"Ya Amine! Tereddütsüz inan ki sen insanların en hayırlısına
hamilesin. Doğduğunda ismini Ahmed veya Muhammed koy!"
Bu bir ilahi müjde.
Amine, rüyada kendisine
söylenene sadık...
Zaman akıyor...
Nihayet vakit tamam.
Ayı ve günü ile eksiksiz ve
kusursuz an...
Hicretten elliüç sene evvel, Nuşirevan hükümetininin kırk ikinci yılı, fil vak'asından
iki ay kadar sonra Rabiulevvel ayının onikisi ve miladi 571 tarihih yirmi nisanı... nisan ki mevsimlerin en
güzeli, baharın en gözde ayı.
Nisan'ın 20'si; zamanın olgun bir çağı ve tabiatın
renk ve koku çağlayanına dönüşmesi...
Sabaha karşı.
Güneş, henüz doğmamıştı;
tan yeri ahenk ve ihtişamla ağrıyor...
Günlerden Pazartesi. Pazartesi, hayatlarında dalma dönüm
noktası... doğumları, Hacerül Esved taşını yerine koymaları, Peygamberlik gelişi,
Hicretleri, Medine'ye varışları, vefatlır hep Pazartesi günleri... Ani bir ses yankılanması.
annede korku. Korku ile beraber beyaz bir kuş ortaya çıkıyor ve şefkatli kanatları ile Hazret-i Amine'nin
sıtını sıvazlıyor. O dakika korkunun yerini kalb huzuru ve gönül rahatlığı alıyor.
Ama susamamak mümkün değil; dili damağına yapışıyor; gaipden beyaz bir kab ile süt gibi ak bir
şerbet uzatılıyor. Baldan daha tatlı bu soğuk şerbeti içtiği an susuzluğu diniyor
ve kendisi ile birlikte evi bir nur kaplıyor. Nasibli mekana gök delinmişcesine sağnak sağnak nur yağmakta.
Allah'ın Sevgilisi'nin doğumu ile dünyayı şereflendirdiği mübarek ve muhteşem an.
Amine'de
hamilelik ve doğumdan dolayı ne bir ağrı, ne sızı var.
Meşhur Abdi Menaf kızları
gibi hurma misali uzun boylu, narin yapılı, güneş yüzlü huriler odayı doldurmuş, genç anne ve biricik
bebeğe hizmet veriyor.
Mübarek Peygamberimiz, doğar doğmaz başı secdede:
-Lailahe
illallah, inni Resulullah / Allah'dan başka ilah yokdur ve ben O'nun resulüyüm.
Alnı secdede ve şehadet
parmağı havada...
Ve udaklarında bir cümle.
-Ümmetim, ümmetim!
Bebek, melekler tarafından
sünnet edilmiş, göbeği kesilmiş ve tertemiz.
Bu esnada göklerden yere perde gibi upuzun bir kumaş
sarkıyor.
... ve bir ses:
-O'nu insanlardan gizleyin!
Annenin etrafında melekler. Anne terliyor.
Fakat cildinden ter değil, miskten rayihalar yükselmekte.
Ve bir sürü kuş. Zümrüt gagalı, yakut kanatlı
bu kuşlar, bir yere konmadan havada duruyor ve; gümüş ibrikler taşıyorlar.
Amine'nin gözünden
perde kaldırılmış. Bir uçtan bir uca kainat nurla dolu; ta Busra köşkleri görünüyor. Ve üç bayrak;
Biri doğuda, biri batıda, biri Kabe'nin üzerinde. Annelerin en azizi, görüyor bunları. Sonra nurdan bir beyaz
bulut, yavruyu alıp gözden kayboluyor.
Bulut giderken bir ses:
-O'nu doğudan batıya kadar gezdirin.
Paygamberlerin doğduğu yerleregötürün ki bereket hasıl olsun ve dualarını alsın. Atası
İbrahim aleyhisselam'a arz etmeyi unutmayın. Ayrıca denizlerde de dolaştırın. Bütün alem ismi
ve cismi ile kendisini tanısın!
Bir zaman sonra, Peygamber efendimizi kundaklı halde geri getirdiler.
Elinde üç tane analtar var:
Peygamberlik,
Zafer ve
Şeref sembolü üç anahtar.
Az bir zaman
geçmişti ki öncekilerden de büyük, yine bulut şeklinde bir nur daha yere indi. Buluttan kuşların kanat
çırpışı ve at kişnemeleri işitiliyor.
Nur, aziz bebeği alıp uzaklaşırken
bir nida:
-Muhammed aleyhisselam'a cin ve insanları takdim edin; ve O'nu peygamberlerin ahlak denizinde yıkayın.
Az bir zaman sonra onsekizbin alamin sultanını, saf ve tatlı zülal suyu damlayan bir ipeğe sarılı
olarak geri getirdiler. Adem aleyhisselam'ın temizliği, Nuh aleyhisselamın inceliği, İbrahim aleyhisselam'ın
dostluğu, İsmail aleyhisselam'ın lisanı, Yusuf aleyhisselam'ın güzelliği, Yakub aleyhisselam'ın
müjdesi, Eyyub aleyhisselam'ın sabrı, Yahya aleyhisselam'ın zühdü, İsa aleyhisselam'ın cömertliği
O'na verilmişti.
Gün yüzlü üç kişi göründü. Birinin elinde misk dolu gümüş bir ibrik, brinde yeşil
zümrütten bir leğen, üçüncüsünde ipek bir kumaş vardı. Bunlar evin dört köşesine birer sancak diktiler
ve:
İşte dünyanın dört bucağına misal! O, hangi tarafa gitse bu sancak elinde olacaktır,
dediler. Sonra da mübareğin baş ve ayaklarını zümrüt leğende yıkadılar. Bir ses duyuldu:
-O'nu Kabe'ye götürün; Kabe'yi O'na kıble yapacağım! Ve O'nu ipek bir kumaşa sararak güzel bir
kundak yaptılar. Üçüncü kişi, kundağı kısa bir müddet kolunun altında tuttu.
...Cennetin
hazinedarı Rıdvan ismindeki melek olan bu üçüncü şahıs, daha sonra efendimize:
-Ya Muhammed! Bütün
Peygamberlerin ilmi sana verildi. Şecaat meş'alesi senin üzerinde yükseldi, zaferin anahtarı eline tutuşturuldu.
Senin heybet ve azametin göklerden duyuldu. Müjdeler olsun! Her kim adını yüreği titrer ve kalbine korku düşer.
Sana müjdeler olsun! Müjdeler olsun ki yüce Allah, bütün iyi huyları ve güzel ahları sana verdi, dedi ve başına
güzel koku sürdü, saçını taradı, gözlerini sürmeledi ve bebekle birlikte gözden kayboldu.
...aradan
üç gün geçmiştir. Bebek görünürlerde yok; bir kaç yardımcı hanımın dışında Amine'nin
akrabalarından da kimse görünmüyor.
Anne merak ve endişe dolu...
O merak ve endişe ile çocuğunu
düşünürken Rıdvan, Sevgili Paygamberimizi geri getirdi. Yüzü, ayın ondördü gibi parlak ve misk kokuyor. Melek:
-Bütün yeryüzünü O'na arzettim. Adem aleyhisselam'a götürdüğümde insanların babası, bebeği bağrına
basarak "sana müjdeler olsun! Sen, senden önce ve sonra yaradılmışların efendisisin" dedi, diyerek olanları
anlattı ve bir an kayolduktan sonra, tekrar görünüp bebekle konuştu:
-Ey dünya ve ahiretin en makbulü! Yolların
en güzeli senin yolun! Ümmetin kıyamet günü seninle haşrolunacaktır! müjdesini verdi ve uzaklaşıp
gitti...
Allahümme salli ala seyyidina Muhammed...
Yerde Gökte Övülen
ismi söylenecek dillerde ebed
muhammed mustafa, mahmud ahmed
(Muallim m. Receb efendi)
Büyükbaba Abdülmuttalip, doğum sırasında
Kabe-i şerif'te Allahü teala'ya dua ile meşguldür. Kabe'nin birden bire makam-ı İbrahim'e doğru secde
edip doğrulduktan sonra düzgün bir lisan ile:
-Allahü ekber! Muhammed, beni putlardan temizliyecektir! dediğine
ve bu konuşmadan sonra da Hübel ismindeki en iri putun yüzüstü yere düştüğüne şahid oldu.
Kulağına
hafiften bir ses geliyor:
-Bu gece Amine'nin oğlu oldu. Çocuğun üzerine rahmet bulutları indi. Kudüs'ten
bir leğen getirerek O'nu yıkadılar. Muhammed, insanları inkar kanlığından hidayet aydınlığına
kavuşturacaktır. Hak teala, O'nu, alemlere rahmet olarak gönderdi. Ey melekler! Şahid olun ki, O'na bütün hazinelerin
anahtarı verildi. Doğduğu günü unutmayın.O gün, kıyamete kadar bayramınız olsun!
Görüp,
işttiklerinden şaşkınn dönen Abdülmuttalib, kendini bir an uykuda sanır ama; değildir. Bir süre
dili tutulur. Derhal dışarı fırlar. Safa'dadır. Safa tepesini yükselmiş, Merve tepesini hareketli
olarak görür. Bir ses duyuyor:
-Ey Kureyş'in efendisi, neden korkuyorsun?
Ama cevap verecek mecal nerede?
O şaşkınlıkla yola koyulur. Eve yaklaştığında damda kanatları ile çatıyı
örtmüş bir beyaz kuş görür. öyle beyaz ki, nurundan Mekke dağları parlıyor.
Garip olaylar...
gariplik üstüne geriplik. Kapıda ise bir beyaz bulut. Bulutta kim bilir ne var? Abdülmuttalib içeri giremiyor. Çaresiz
bir müddet oturup bekleyecektir. Yakıcı bir güzel koku genzine dolmakta. Ancak bu bekleme nereye kadar? Kapıya
yönelir ve bir kaç kere hızla vurur:
-Çabuk aç Amine! olanlardan aklımı kaybedeceğim! Kapı
açılır! Abdülmuttalib, Aminenin alnında nuru göremeyince sorar!
-Nura ne oldu kızım?
-Doğum
yaptım; nur, oğluma geçti babacığım. Ve doğum esnasında çok tuhaf şeyler yaşadım.
-Ama sende doğum yapmış bir kadın hali yok ki!!.
-Evet doğru. Baştan başa
inanılmaz hadiseler içindeyim. Mesela damda gördüğün o beyaz kuş, bebeğe süt vermek için benimle mücadele
etti...
-Öyleyse torunumu getir göreyim!..
-Şimdilik imkansız!.. Demin biri gelerek O'nu zümrüt
bir leğende yıkadı ve "Üç gün kimseye gösterme" diye emir verdi...
Yaşadıkları ve duydukları
ile Abdülmuttalib, kendini kaybetmiş gibi idi; kılıcına davrandı.
-Çabuk çocuğu göster
yoksa ya seni ya kendimi helak edeceğim, diye hiddetlendi.
Amine, kayınpederinin ısrarı üzerine
çocuğunun götürüldüğü evi tarif etti. Abdülmuttalib, elinde kılıç ve heybetli biri duruyodu; niyetini
anlayınca Abdülmuttalib'in üzerine yürüdü ve:
-Çabuk buradan savuş! Hiç kimse üç günden önce O'nu göremez.
Çünkü bütün meleklerin ziyaret etmesi lazım, diiyerek büyükbabayı geldiği gibi geri çevirdi.
Abdülmuttalib'i;
o cesur insanı korku ve titreme kapladı ve hatta kılıç, elinden kayıp yere düştü. Hemen Kureyş'e
gidip başından geçenleri nakletmek istedi ise de yedi gün dili tutuldu ve tek kelime konuşamadı. Aynı
şekilde bu yedi gün içinde dünyanın diğer idarecileri de lal olacak ve onlar da konuşamayacaktır.
........................
Mekke'de Safa tepesi civarındaki Haşimoğulları mahallesi; bugün
"Mevlid Sokağı" denilen baba evinde yaradılmışların en üstünü alemi aydınlatırken
bu mes'ud anın şahidleri de vardır:
Doğumdaki hanımların biri, Peygamberimizin halası
Safiye hadun'du.
-O'nun doğumunda Amine'nin evinde idim.Altı ayrı mucizeyi yaşadım.
-Doğar
doğmaz başını yere koyup Rabbine secde etti.
-La ilahe illallah ini Resulullah, dedi.
-Sacdede
bir şey söylüyordu sanki. Yaklaşıp dinlediğimde "Ümmetim, ümmetim" dediğini işittim.
-Orada
öyle bir nur parladı ki her taraf ışık içinde kaldı. Yavruyu yıkamak istediğimde; "ey Safiye
zahmet etme; biz O'nu yıkanmış olarak gönderdik.!" şeklinde meçhul bir duydum.
-Sünnet olmuş
ve göbeği kesik idi.
-Kundak yapacağım sırada sırdında bir mühür gördüm. Kürek kemiklerinin
arasında ve iri bir ben büyüklüğünde olan bu mühürde tüylerle.
"La ilahe illallah Muhammedün Resulullah
yazılıyordu.
.....................
O gece ben de Amine'nin yanındaydım. Doğum sırasında
bir an semaya baktım. Yıldızlar yeryüzüne el uzatıp toplanacak kadar yakındı. Doğumu takiben
dört yanımızdan öyle bir nur fışkırdıki her şey kayboldu; bir nur denizinde gibi idik".
Bunlar da Osman bin ebi As'ın annesi Fatıma-i Sekafi hanıma ait cümleler.
şifa hatun ise efendimizin
ebesi... elime geldiğinde yalvarıp durmaya başladı. Bu sırada gaibden bir ses duydum: (Yerhümüke
Rabbüke) hitabı ile bebeğe dua etti. Ve derhal bur nur zuhur etti. Bu nur sebebi ile bir anda çatı ve duvarlar
yok oldu. Dünyanın bir ucundan öbür ucuna her şey gözümüzün önünde idi. Binlerce kilometrelik uzaklıktaki Şam'ın
köşkleri açık-seçik görülüyordu. Korkup titremeye başladım Ötelerden sesler geliyordu:
-Bu güzeller
güzeli çocuğu nereye götürelim?
-Bir tahtı revana bindirerek bir göz kırpacak zamanda bütün bürek yerleri
gezdirip getirelim.
Bu konuşmanın ardından sakinleştim. Biraz sonra yeniden sesler duyuyordum:
-Bu göz nuru çocuğu nereye götürdünüz?
-Doğunun bütün kudsi makamlarını gezdirdik. İbrahim
aleyhisselam, O'nu bağrına basıp dua ettikten sonra şöyle dedi: "Ey evladım! dünya ve ahiretin izzet
ve şerefi sana verildi. Sana ne mutlu. Peygamberliğini tasdik ve yolunu tercih edenler kıyamet günü seninle
birlikte dirilecektir." Bu işaretlerin ilahi manalar taşığı belli idi... "Acaba ne olacak?" diye
yıllarca merak ettim. Nihayet peygamberliğini açıklayınca o ihtiyar yaşımda hiç duraksamadan
tebliğ ettiği dini kabul ettim ve ilk mü'minlerden oldum.
Abdulmüttalib, eve geldiğinde doğumun
üzerinden üç gün geçmişti. Çocuğu görüp sevdi ve gelini ile hangi ismi koyacaklarını konuştu... Amine,
hamile iken gödügü rüyada:
"-Sen, insanların en hayırlısı ve kainatın efendisine hamilesin.
O- dünyayı zinetlendirdiği zaman "hasedçilerin şerrinden korunması için bir olan Allah'a sığınım"
diye dua et ve Ahmed ve Muhammed ismini ver" dendiğini anlattı ve kindisinin Ahmed'i tercih ettiğini söyledi;
anne, devamla doğum sırasında gördüğü harikuladelikeri naklediyor: O anda her taraf nurla dolu ve gözümden
perde kalkmış; uzaklar yakın olmuştu. Şam ve Busra'nın çarşı ve sarayları; hatta
Busra'nın develeri gözler önünde.
Dede ise yavruya Muhammed ismini koydu. Böylece ilahi murad yerini buldu ve
O'na o güne kadar kimseye nasip olmamış bir isim verildi.
Abdülmuttalib, torununun doğumu şerefine
yedinci gün bütün Mekke halkına üç gün süreyle ziyafet verdi. Bu ziyafetten başka bir de her mahallede develer kestirdi.
Yemeğe gelenler "Muhammed" ismini duyunca atalarında böyle bir geleneğe tesadüf edilmediği için sebebini
sormaktan kendilerini alamadılar. Dede:
-Yerlerde ve göklerde tanınsın ve övülsün istidim; ve bu ismi
koydum.
Daha sonra torununu alarak Kabe-i şerif'e götürdü. Yavrucak dedenin kollarında mışıl
mışıl uyuyor. Abdülmuttalib, ziyaret ve duadan sonra yetime içli bir şiir söyleyerek sevgili efenidimizi
annesine getirdi ve gelinine:
-Ey benim asil gelinim, çocuğu iyi koru! torunumun şanı yüce olacaktır.
Dikkatin hep üzerinde olsun! Aman gafil olmayasın! tenbihinde bulundu.
Peygamberimizin dünyayı teşrif
etmelerinin ertesinde yahudilerde telaş ve üzüntü müşahede ediliyordu. İsmi "Ahmed" olan ahir zaman peygamberinin
doğacağını tevratta okuyor, alimlerinden dinliyor, kahinlerden haber alıyor ve doğumun vukuuna
dair emareleri gözlüyorlardı...
Beklenen yıldız doğmuştu. Acaba dünyaya gelen bebekte öbür
işaretler de varmıydı?
... evet onlar da vardı. Gelen haberlerde çocuğun, nur yüzlü, sünnet
olmuş ve göbeği kesik oldu4u bildiriliyor; bir bulutun gelerek kendisini götürdüğü ve üç gün halka gösterilmediği
ilave ediliyordu...
-Tevratın yazdıkları doğru çıktı, dedi yahudi alimleri...
Bir
musevi ise çocuğu görmek istedi... Hane-i saadete geldiler. Bebeğin gözlerine bakar bakmaz adam, kendini kaybetti.
Aklı başına gelip yerden doğrulurken hazır bulunan Kureyşlilerin alaylı alaylı güldüklerini
görünce öfke iele bağırdı:
-Ey Kureyş mensupları! Ey Kureyşliler! Tevrat hakkı
için söylüyorum; bana kulak verin! Gördüğünüz bu çocuk işte o peygamberdir. İsmi maşrıktan mağribe
kadar yayılacak ve sizi... evet, sizi kılıçla yola getirecektir! Nübüvvet, israiloğullarından gitti
artık, kahkahalarınıza devam edebilirsiniz!. diyerek orayı terketti.
Yine aynı günlerde bir
sabahın er vaktinde bir tepede bir grup yahudinin feryadu-figanına şahid olunuyordu... ortada bir yadi, çevresinde
dindaşları bir söylüyor, bin döküyorlardı. Görenler şaşkın:
-Hayrola, ne oldu, ne var
böyle kendinizi paralıyorsunuz?
-Ah, aah!.. beklenen gün geldi; kızıl yıldız göründü. Bu
yıldız ne zaman doğsa bir peygamber dünyaya gelir. Demek ki, Muhammed doğdu. Daha ne olsun? Peygamberlik
bizden gitti.
Soranlar gülüşerek yanlarından ayrıldılar.
Musevilerin ağızlarını
bıçak açmıyordu. Bir yahudi, yolda Abdülmuttalib'i gördü:
-Ey Kureyş reisi, çocuğa ne isim verdiniz?
-Muhammed...
-Öyle mi! demek öyle? diyerek mırıldandı... Paygamber olduğuna dair üç delil
bir araya geldi; kızıl yıldızın doğması, isminin Muhammed konması ve üçüncüsü de asil
bir aileden olması.
Aynı günlerde Medine sokaklarında da bir yahudi saçını başını
yoluyordu.
Evet, O ebedi sultan doğdu....
O doğdu; Şam'da bin seneden bu yana akmayan Save
nehrinin kuru yatağı su ile doldu, taştı.
O doğdu; ateşgedenin söndüğü gece İran
hükümdarı Kisra'nın eşsiz güzellikteki sarayının ondört kulesi yıkıldı.
O
doğdu; doğduğu gece Kisra'nın sarayının kulelerinden başka Dicle kıyısındaki
nefis sulara battı ve Kisra, canını zor kurtardı.
O doğdu; devrin ileri gelenleri garip garip
rüyalar gördüler.
Rüyaların, Şam'an Irak'ın, İran'ın,Dicle'nin, Fırat'ın İslamın
mülkü olacağını haber verdiğine dair en namlı kahinler yorumlar yaptı.
O doğdu;
insandan gayri bütün mahlukat O'nu emzirmek için yarışa girdi.
...Ve O doğdu; büyücüler gelecekten
haber vermezler oldular.
Aleyhissalatü vesselam.
Doğumu ile cihanı aydınlatan o nura selam
olsun. O doğmasaydı;
Ya O doğmasaydı!..
Biz ne olurduk?
SÜTANNE
CANIM
KURBAN OLSUN SENİN YOLUNA
ADI GÜZEL, KENDİ GÜZEL MUHAMMED
(Yunus Emre)
Beni Sa'd aşireti,arablar
arasında şeref ve cömertliği ile nam yapmış bir kabile; arapçayı çok mükemmel bir şekilde
konuşmaları ise diğer meziyetleri.
Peygamber efendimizin doğduğu tarihlerde görülmemiş
bir kuraklık ve bu kuraklıkla gelen kıtlık,Beni Sa'd yurdu Badiye taraflarında ne varsa silip süpürmüş.
Midelere günlerce bir şey girmediği vaki. Anneler, çocuklarını doyuramıyor. Ağaçlar dahi kupkuru.
Açlık, böyle herkesi dize getirmişken bu kabilemin Züveyb oğullarından Halime ismindeki hanım,
bir çocuk doğurdu. Ama kadıncaız bitkin. Doğum rahatsızlığı ve açlık, kolunu
kanadını kırmış... beden ve şuur uyuşmuş gibi. Günlerdir aç. Yerle-gök, gece ile gündüzü
ayıramaz halde. Böyle iken yine de sızlanmıyor. Allah'tan gelene razı. Tevekkül ve teslimiyet içinde.
Halime, bir gece sahrada bitkinlikten uyuya kaldı. Gökyüzünde ışıl-ışıl yıldızlar
kaynarşırken O, başını koyduğu kumlarda bir rüya görüyor:
"Bir adam, önce kendisine
buz gibi bir su veriyor ve sonra soruyor:
-Beni tanıdın mı?
-Hayır!
-Ben, senin
sıkıntılı zamanlarda ettiğin hamd ve şükürüm. Ey Halime; Mekke'ye git! Oraya gidersen kazancın
çok yüksek olacak; bir nuru evlad edineceksin, dedikten sonra rızkının bolluğu, sütünün çokluğu için
dua etti."
Uyandığında karnında bir tokluk ve halinde bir dinçlik hissetti. Ancak; kabile mensublarının,
açlıktan çıkardığı iniltiler insanı, perişan ediyordu.
Halimelerin çelimsiz bir
merkeb, sütü çekilmiş bir deve ile bir miktar koyun ve keçileri bütün servetlerini meydana getiriyor.
Halime'nin
sütü, yeni doğmuş olan Damra'ya yetmediğinden bebek aç kalıyor ve ağlaması ile anneyi geceler
boyu uyutmuyor.
..................
Beni Sa'd aşiretinin çocuk emziren hanımları, ilkbaha ve
sonbaharda Mekke'ye iner; her kadın bir bebek alır, ona sütannelik eder, terbiye ve yetişmeleri ile meşgul
olur; Badiyenin güzel suları ve kekik kokan yayla havasında serpilip gürbüzleşen çocuklar, bir kaç sene geçince
ailelerine geri verilir ve karşılığında bol kazanç elde ederlerdi... bu, öteden beri sürüp gelen
bir adetti. Böylece hali vakti yerinde olan aileler, çocuklarını Mekke'nin bunaltıcı havasından kurtarak,
daha iyi bir iklimde ve mürebbiyeler nezaretinde büyütürlerdi...
O günlerde kabilenin genç hanımları, sütannelik
yapacakları bebek bulmak üzere Mekke'ye doğru yola çıkma hazırlığında.
Kafileye
katılan Halime ve kocası, yanlarına çocukları ile merkep ve deveyi de aldılar.
...................
Kervan, kona-göçe şehire doğru yürürken, gaibten bir ses geliyor:
-Ey Beni Sa'd kadınları,
çabuk olun; çabuk olun ki Mekke'de doğan eşsiz çocuğu göresiniz.
Bu sözleri duyan Beni Sa'd'ın
genç hanımları daha hızlandılar.
Halime, merkebin üstünde, önünde Damra. Hayvan açlıktan
zor yürüyor. Bitkin ve mecalsiz.
Haris, hanımını uyanıyor:
-Gayret, daha çabuk Halime!
Kervanın şehre varmasına bir şey kalmadı; bizse hala buradayız. Öbür kadınlar eşraftan
çocukları alacaklar. Korkarım eli boş döneceğiz. Sonra müteessir olursun.
Halime hatun, ne kadar
uğraştıysa arkadaşlarına yetişemedi.
O, böyle yolları aşmak için didinirken,
sağından solundan sesler geliyor. Yine meçhul, yine ümid veren yeni heberler taşıyan sesler:
-Müjdeler
sana Halime! O nuru emzirme saadeti senin olacak...
Kervan, arayı açmıştı! Halimeler çok geride.
Bir dağın eteğinden geçiyorlar. Sarp dağ yarığından upuzun boylu biri, Halime'ye
görünüyor. Elinden bir mızrak var. Halime ürküntülü. Adam elini merkebin üstüne koyarak konuşuyor:
-Ey Halime;
Hak teala sana müjdeler yolladı. Ben seni şeytandan ve düşmandan korumakla vazifeliyim...
Mızraklı
şahıs kayboluyor.
Halime kocasına:
-Benim görüp işittiklerimin farkında mısın?
-Değilim ama korkular geçirdiğini anlıyorum.
Şimdi, kervandan iyice kopmuş olan karı-koca,
deve ve merkeplerine az daha hız vermeyi başararak, geceyi Mekke'ye üç kilometre kadar mesafede olan bir handa geçirdiler.
Yorgun yolcular, erkenden yataklard. Halime, yine bir rüya görüyor. baş ucumda yeşil bir ağaç. dalları
ile O'nu gölgeliyor. Ağacın ortasından ikinci bir ağaç uzuyor; bol meyveli bir hurma bu. Beni Sa'd kızları
Halime'nin etrafında pervane olmuş dönüyor ve bir taraftan da tatlı tabessümlerle O'na iltifatlar yağdırıyorlar.
-"Sen bizim melikemizsin, sen bizim sultanımızsın."
İkinci ağaçtan bir hhurma tanesi
yanına düşer. Hurmayı alıp yiyen Halime, ondaki lezzeti efendimizi emzirinceye kadar, damağında
duymaya devam edecektir.
Rüyayı kimseye açmaz. Belli ki bir şeyler olacak, bir şeyler yaşanacak.
Meshul sesler, yalnız O'nun gözüne görünen insanlar, tadı uyanıkken de devam eden rüyalar!.. Bu sebeple rüyasını
açıklamaz; herşeyi seyrine bırakır.
Ertesi sabah bir Pazartesi. Yine yoldalar. İşte,
Mekke, kerpiç evleri ile yavaş yavaş ufuktan yükseliyor.
Cenab-ı peygamber sallallahü aleyhi ve sellem
efendimiz, dünyaya gelince kendilerini ilk bir hafta kadar anneleri; dört aya yakın da Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe
hatun, oğlu Meshur'la emzidi.
Ebu Leheb, dünyaya gelen inci tanesinin amcası Süveybe, mevlid vuku bulunca,
hemen efendisine koşarak "bir yeğeniniz oldu" diye müjde veriyor. İleride amansız bir İslam düşmanı
kesilecek olan Ebu Leheb, sevinçli. Bu sevinç sırf akrabalık sebebiyle de olsa, Habibullah'ın dünyayı
teşrifine sevinmesi O'nun, cehennemde Pazartesi günleri azabının hafiflemesine yol açacak; ve yeğeninin
doğum gününde, parmaklarının rasından akan suyu emerek sükunet bulacaktır.
Evet! Ebu Leheb
keyifli. Bir yeğeni olmuş; sülelesi bir kişi daha kazanmıştır. Bu keyifle Süveybe'yi azad etti.
Süveybe, artık hür bir kadan. Sevgili Peygamberimizin alemlere rahmet oluşundan ilk istifade eden insanlardan biri
sütannelerden Süveybe Hatun. daha önce Hazret-i Hamzay'ı sonradan da Ebu Seleme'yi emziren şanslı kadan.
Ancak
O mübarek çocuk, her Mekke'de kalamaz. Adet gereği O'nun da gelen süt annelerden biri ile anlaşılarak yaylalara
gönderilmesi lazımdır.
Abdülmuttalib, Kureyş'in emiri olsun da torununu bunaltıcı Mekke sıcağında
büyütsün. O narin yavru, bu iklime nasıl dayanır; kendisi nasıl tahammül ederdi?!..
Nitekim asil insanlar
diyarı Beni Sa'd'dan çocuk arayan hanımlar da gelmemişmiydi?
Muhammed aleyhisselam'ı hemen bütün
hanımlara teklif ettiler; ama babasının hayatta olmadığını anlayınca "hem babası
yok, hem malı; anne ile dede ne verebilir ki" diye düşündüklerinden iki cihan Sultanı'nı kabul eden olmadı.
Herkes, babası zengin çocuk peşinde; herkes, babadan ücret bekliyor. Halbuki O yetimin ücretinin madde ile ifadesi
mümkün değil. O'nun mükafatını Allahü teala, ihsan edecektir.
Her Beni Sa'd'li hanım, iyi halli
bir aile çocuğu bulduktan nice sonra Halime ve kocası Mekke'ye gelebildiler.
Üstelik Damra da hasta. Hatta
hayatından ümid kesmek üzereler. Fakat Mekke'ye vardıklarından yavru gözlerini açar ve annesine gülümser. Halime
hatun, Damra'yı kocası ile kızı Şeyma'ya bırakarak şöyle hali vakti yerinde bir ailenin
çocuğunu aramaya koyulur... ama ne gezer. Arkadaşları, ne kadar zengin çocuğu varsa alıp götürmüşler.
Halime üzgün. Hatta geldiğine, bu kadar meşakkati çektiğine pişman.
İyi de Halime, niçin
duyduğu sesleri, gördüğü adamı, gördüğü rüyayı hatırlamaz?
Badiye Yaylası
HAZRETİ HAK OLUNCA MEDDAHIN
NİCE MEDH EYLEYE, SENİ YAHYA
(Şeyhülislam Yahya Efendi)
Emzirecek çocuk almamış olan hanım kaldı mı?
Halime hatun, çaresizlikten tan bunalmış
bir anda iken karşıdan gelen yaşlı biri böyle sesleniyordu... Badiyeli hanım duraladı. Ümid
ve itimad veren tavrı; soylu hali ile dikkati çeken bu adam kim ki? yanındakilere soruyor:
-Kim bu zat?
-O Kureyş'in efendisi Abdülmuttalib'dir.
Verilen bu bilgi üzerine Halime, Abdülmuttalib'e giderek kendisini
tanıtıyor ve çocuk bulamadığnı arz ediyor.
Yaşlı adam, hanımın ismini
Halime ve aşiretinin Beni Sa'd olduğunu işitince tebessüm ederek:
Sende iki haslet biraraya gelmiş
kızım,diyor. İsmin yumuşaklık, aşiretin mübarek manasını taşıyor. Zaten
bu dünya ve öte dünyanın kıymeti bu iki güzelliktedir... ey Halime! Benim yetim bir torunum var. senin bütün arkadaşlarına
söyledim, babası olmadığı için almadılar. Emeklerinin boşa çakacağını, ellerine
birşey geçmeyeceğini tahmin ediyorlar, yanıldılar tabii.
-Efendim müsaade ederseniz kocama
gidip danışayım.
-Serbestsin. Seni asla zorlamıyorum, diyen gün görmüş ihtiyar, Badiye'li
kadına izin verdi.
Bir solukta kocasına gelerek vaziyeti anlattı. Halime'nin yeğeni de o sıraa
yanlarına gelmişti.
Haris, hanımı dinledikten sonra:
-Halime hemen git ve o çocuğu
getir! Allah, bekli de o yetim sebebiyle bize hayır ve bereket verecektir. Başkalarının almasından
endişeliyim; vakit kaybbetme.
Fakat Halime'nin kardeşioğlu zihin bulandırdı:
-Yazık
oldu. Beni Sa'd'ın öbür kadınları, hizmetleri sonunda yüzlerini güldürecek evlerden çocuklar topladı;
siz ise kendinize yük olacak babasız birini alıyorsunuz, demez mi!
Halime, bir an tereddüde düştü...
gitse mi, gitmese mi? Ses kafasında yaklaşıp uzaklaşıyor "yük olacak babasız biri..."
O
böyle kararsız iken kalbine bir ilham doğdu.
-"Eğer o yavruyu kabul etmezsen ölünceye kadar iflah olmazsın..."
Halime, düştüğü vesveseden hemen sıyırılarak niyetini bozan genci cevaplandırdı:
-Arkadaşları birer çocukla giderken Halime'nin eli boş dönmesi yakışır mı? Vallahi
O'nu alacağım. Varsın babasız olsun; dedesi de mi yok? O zatın büyük bir insan olduğu belli.
Rüyamın müjdeler taşıdığı inancındayım, aklımı çelme!...
Bunu der
demez, doğru kendisini beklemekte olan Abdülmuttalib'e koştu ve çocuğu götüreceğini söyledi.
-Ey
Halime oğlumu emzirmeyi kabul ettin, öyle mi?
-Evet kabul ettim!
Dedenin içi sevinçle doldu. Hemen şükür
secdesine vardı, torunu ile Halime hatun'a dualar etti ve sütanneyi, özanneye götürdü.
Eve girdiklerinde yüzü
ayın ondördü gibi nurlu Hazret-i Amine'yi gören Halime'nin gözleri kamaştı.
Abdülmuttalib, Misafiri
gelinine takdim ediyor. Aziz anne, Halime'yi sıcak bir alaka ile karşılayıp, izzet ikram ettikten sonra
bir ara:
-Üç gün önce bana biri gelerek "Oğluna sütanneyi Beni Sa'd kabilesinin Züveyb oğullarından
tut" diye tenbihledi. Siz kimlerdensiniz?
Halime:
-Beni Sa'd bin Bekr Kabilesindenim. Babam Züveyb oğullarındandır.
Bunun üzerine Hazret-i Amine, misafirinin elinden tutup yavrusunun olduğu odaya götürür... sütanne, nebiler sultanını
gördüğü ilk anı bilahere şöyle tasvir edecektir.
Süt gibi beyaz bir sofa sarılmış; altına
bir yeşil ipek kumaş serilmişti. Sırt üstü uyuyan yavrunun güneş gibi parıldayan yüzünden başka,
alnında nur-u ilahi görülüyor ve bebekten misk kokusu geliyordu. Yumuşak adımarla yanına sokuldum. Uyandırırım
diye korkuyordum. O'na bir can ve bin gönülle aşık oldum. O sırada bütün damarlarımdan göğsüme süt
aktığını duyuyordum. Elimi mübarek göğsüne koyarak severken uyandı; gözlerini açıp bana
baktı ve gülümsedi. Böyle güzel yüzü ömrümde görmemiştim. Gözlerinden çıkan bir nur, göklere yükseldi. İki
kaşının arasını öptüm. Berrak gökler misali aydınlık yüzünü örterek, incitmeden kucağıma
aldım. Sedire oturup sol göğsümü verdim, almadı; sağımdan emdi ve daha sonra da bir gün bile solumdan
emmedi. Sol göğsümü süt kardeşi Damra'ya bırakmıştı.
Peygamberimiz, doymadan, damra
annesinin yanına gelmiyor. Halime Hatun emzirme sonrasında, kainatın efendisinin ağzını silmek
istediği her defasında görünmez pamuk ellerin bu hizmeti yaptığını hayretler içinde takip ediyor.
-Benden ilk emdiğinden neş'e ve saadetimden kendimi zor tutuyor ve süt evladımızı bir an
evvel kocama götürmek istiyordum, diyen Halime Hatun, Abdülmuttalib'in şu iltifatını naklediyor:
-Hanımlar
içinde senin gibi bir devlete kavuşan olmadı! Tebrik ederim!
Annelerin en üstünü, Halime Hatun'a:
-Aman,
der, haberim olmadan yola çıkmayın. Zira çocuğa dair bir çok akıl almaz vak'alar yaşadım.
Halime
anne:
-Peki efendim, diyerek mübarek yavru ile beraber kocasına gider. Haris hayran, memnun ve:
-Ey Halime
şu yaşıma kadar kimsede bu kadar güzel yüz görmedim, diyerek şükür secdesinde.
Uyanık kalbli
Haris ve hanımı bir yer bularak Mekke'de üç gün kalırlar. Halime hatun, iki çocuk emzirdiği haled, hayret,
sütünde hiç eksilme yok. Deve de süt vermeye başlıyor.
Üçüncü gece süt anne birara uykudan gözlerini araladığında
beşiği bir ışığın çevrelediğini ve şil elbiseler giymiş nur yüzlü birinin
bebeğin baş ucuna oturmuş olarak yüzünü öptüğünü görür ve kocasını sessizce uyandırarak
mansayı ona da gösterir.
Haris gözleri beşikte olduğ uhalde fısıltı ile:
-Halime,
bu çocuğa dikkat etmek lazım. Sütanneliğe gelenlerin içinde bizden şanslısı yok, der, ve devem
eder, olanları kimseye anlatma; böyle şeyleri saklamak lazımdır.
Halime hatun her üç gün de Hazret-i
Amine'ye gelerek şahid olduğu hadiseleri anlatıyor; O'ndan benzerlerini dinliyor ve her defasında özanne,
sütanneye çocuğun iyi muhafazası ricasını tekrarlıyor.
-Nihayet birgün Amine Hatun'a giderek
müsaade alıp veda ettim. bana bir çok hadiyeler verdi ve emsalsiz yavruyu güzel yetiştirmem dileğini vasiyeti
olarak bildirdi.
Halime hatun ve kocsı, rüyada işaret edilen çocuğa kavuştuklarından emin
olmanın tarifsiz huzuru içindeler.
Sütanneler kervanı, dönüş yolunda, Halime Hatun, kainıtın
baş tacı kucağında olduğu halde bir merkebin üzerinde:
Daha sonra bu yolculuğu şöyle
hikaye ediyor:
Mübarek yavru ile birlikte merkebe bindiğimizde hayvan önce yüzünü Kabe-i Şerif'e çevirdi
ve yıldırım gibi yola koyuldu. Gelirken ite kaka zorla sürdüğümüz merkebin bu çevikliği karşısında
arkadaşlarım şaşırdılar. Bir kısmı:
-Halime neler oluyor ayol? Yetişemiyoruz.
sana. Şunun yularını braz dizginle de kavuşalım, diye seslenirken, bazıları:
-Bu
hayvan, Mekke'ye gelirken kendini bile taşımaktan aciz merkep değil mi yoksa? diyorlardı. Benden:
-Evet
aynı merkep, cevabını alınca da zeki kadınlar:
-Bunda bir sır olmalı, diyorlardı.
Artık Mekke gerilerde...
Kervan, kıvrılan patikada ahenkli adımlarla Badiye yolunu katederken
Halime adeta, arkadaşlarından ayrı bir alemde yol alıyor.
Tabiat, elem verici bir halde. Yer demir,
gök bakırcasına her taraf kupkuru.Ama, kervan nereye konsa çevresinden hayat fışkırıyor. Biraz
evvelki göz bıktıran, gönül yıldıran manzara, yerini zümrüt renkli bir iklime bırakıyor.
Yorulacak
kadar gittikten sonra bir münasip yerde yine mola verdiler. Daha önce başkaları da gelmiş. Bir de ihtiyar bir
adam var.
Kadınlar, Halime anneye görüp işittiği garip halleri yaşlı kişiye akratmasını
rica ediyorlar. Zira hepsi merak içinde.
-Efendim, izin verirsen sana bir şey arzetmek isterim.
-Söyle!...
Kalabalık, Halime ile ihtiyarın etrafını almış ağızlarının içine
bakıyorlar:
-Kucağımdaki çocuğun annesi der ki "oğlum dünyaya geldiğinde beni öyle bir
nur sardı ki, onun aydınlığında arzın öbür ucuna kadar her şeyi gördüm. Bu neye delalet
eder?
Halime, safçasına sorup sevap beklerken bir çılgınlıkla karşılaştı.
Sakalının her kılından kötülük akan yaşlı şahıs, yerden bir avuç toprak alıp
başına saçtıktan sonra gözünü, göğün derinliklerine dikip ağlayıp haykırmaya koyuldu ve
merhametsiz çatlak dudaklarından mel'unca laflar döküldü:
-Ey Ehl-i Huzeyl bu çocuğu öldürün! O büyüdüğünde
bütün dünyaya hükmedecektir. İlahi emri alacağı günü bekliyor!...
Sütanne dehşetli korktu ve sür'atle
karanlık bakışlı ihtiyarın yanından ayrılarak kervanla birlikte Badiye'ye vasıl oldular.
Yetimliği yüzünden kimsenin almadığı yavru, Haris'in evine geldikten sonra bu hane, her türlü
sıkıntıya uzak oldu. Yokluğun yerini bolluk almış, üzüntüler neş'eye dönmüştü. Develeri,
koyunları bol süt veriyordu. Bütün Beni S'ad kabilesinin sürüsü aynı kırlarda yayıldığı
halde öteki koyunların bitkinliğine mukabil Haris'in hayvanlarındaki bu canlılık, komşularda
kendi çobanlarına karşı kızgınlığa yolaçıyor ve onları beceriksiz buluyorlardı.
Beni S'ad erkekleri, koyunları sütsüz ve bir deri bir kemik gördükçe çobanlara çıkışıyorlardı.
-Haris'in çobanı hayvanlarını nerede otlatıyorsa siz de bizimkileri oraya götürün!...
-Evet,
sürüyü aynı yerlerde gezdiriyoruz. Lakin bizimkiler böyle, onlarınki öyle...
-Sebeb?
-Siz bilmezsiniz
biz hiç bilemeyiz!....
Beni Sa'd mensupları beyhude üzülüyordu. O, bütün aleme rahmet olarak gelmişti ve
oraya varışının bereketi albette zuhur edecekti.
Nitekim, kısa bir süre sonra Badiye yaylasında
ne kıtlık kaldı, ne sıkıntı, ne kuru ağaç... Tabiat yeniden renk renk, koku koku canlandı.
Solgun yüzlere kan, kaygılı kalblere şevk geldi...
Halime anne, O'nun üstüne titriyor...
Alehisselatü
vesselamü vettehiyye.
Gül Bebek
GÜL, MUHAMMEDİN KOKUSUNA GIPTA EDER
KOKUMU O'NUN TERİNDEN
ALDIM DER
Gelişi ile kurak Badiye yaylasını bolluk ve berekete kavuşturan istikbalin şanlı
Peygamberi, gül kokulu bebbek, derin seziş ve engin kavrayışlı sütannenin ihtimamında büyüyor. Halime
ve kocası, gül kokulu bebeğe hayran ve vurgunlar... O'nu ilk tanıdıkları dakikadan bu tarafa harikuladelikler
artarak devam ediyor.
Görünüşe sütannenin engin titizliğinde, hakikatte ise ilahi himayede büyüyen insanlığın
sultını sallallahü aleyhi ve sellem, iki aylık iken emeklemeye başladı; üçüncü ayda ayakta durabildi.
Dördüncü ayda duvara tutunarak yüküyebildi. Yedi aylık olduğunda sağa-sola gidebiliyordu.
Konuşmaya
başlaması da Peygamberliğine müjde taşıyan başka bir hikmet... sekiz aylıkken anlaşılacak
kadar, dokuzuncu ayda açık bir lisanla konuştu. Konuştuğumda ilk defa ve yüksek sesle:
-La ilahe
illallahü vallahü ekber. Velhümdülillahrabbil alemin / Kendinden başka ilah olmayan alemlerin Rabbine hamdolsun, dedi
ve bundan sonra "Bismillah" demeden hiçbir işe başlamadı.
On aylık olduğunda, ok atan öbür
çocuklarla beraber O da ok atıyordu. Yayla ahalisi hayrette:
-Sen kimsin ey çocuk? diye soruyorlar.
Harika
çocuk:
-Ben arabın en hayırlısıyım. Harbde bahadır, mızrak atmada kuvvetliyim.
Güzel ve haybetli görünüşlüyüm. Künyem, Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'dir.
İki yaşına
geldiğinde, dört yaşındaki bir çocuk gibi gürübüz ve kopumluydu.
Daha o yaşlarda mübarek işlerde
sadece sağ elini kullandığı dikkat çekiyor.
Hazret-i Halime anlatıyor:
-Benden iki
sene süt emdi. Bu zaman zarfında daima tertemizdim. Ak-pak yavrum, gece ve gündüz muayyen vakitlerde ihtiyacını
görür, temizliği gaibden yapılırdı.
Allahü teala ekber kebiren, velhamdülillahi kesiren ve sübhanallahi
bükreten ve asilen / Allah, büyüklerin en büyüğüdür. Övgülerle en çok övülmek Allah'a mahsustur. Sabah ve akşam
noksan sıfatlardan tenzih ve kemal sıfatları ile tavsif edilerek, tesbih edilmeye layık olan ancak Allah'tır.
Sevgili makamındaki asil çocuğun sütten kesildiğinde bu duayı okuduğunu yine Halime anne
haber veriyor. O'na sallallahü aleyhi ve selme, hizmet etme devlet ve nimetine eren aziz sütanne, gözlerinde saadet ışığı;
inciden kelimelerle anlatmaya devam ediyor:
Diğer çocuklar gibi kat'iyyen ağlayıp yaramazlık yapmazdı.
Cıvıl cıvıl oynayan küçüklerin bu çekici oyunlarına katılmaz ve "biz, oyun için yaratılmadık"
derdi.
Sonraki yıllarda bizzat Sevgili Peygamberimiz, doğumlarına dair bir vak'ayı şöyle
dile getirmişlerdir.
-Dünyaya geldiğim Pazartesi gecesi Yüce Allah, yedi kat göğü meleklerle doldurdu
ki sayılarını kendisinden başka kimse bilmez. Bu melekler, kıyamete kadar tesbih ve takdis ile meşgullerdir.
Sevabını ismim söylendiği vakit isteyerek ve severek bana salevat okuyanlara abağışlarlar. /
Allahümme salli ala Muhammedin fil evvelin vel ahırin ve fi meleil a'la yevmiddin/
Babasız diye herkesin
almaktan kaçtığı yetim sebebiyle, bu yayla evi bolluk ve bereketten yüzüyordu. Ne kadar mes'ud ve ne kadar
huzurlu idiler... ama eşsiz çocuk, artık sütten kesilmişti. Bu ise O'nun dönüşü demekti. İki sene
ne de çabuk geçmişti. Varlığı sadece o muhterem aileye değil, bütün kabileye ilahi rahmetin inmesine
vesile oluyordu. Halime, Haris ve çocuklarına ondan uzak kalmak ve güneş yüzünü görmemek çok zor geliyordu...
Nur
yavruyu yüreklerine oturan bu acı duygularla Mekke'ye getirdiler. Halime, ince ve zarif arabçasıyla efendimizi annesine
sevgisinin bütün sıcaklığı ile anlata anlata bitiremedi.
Annelir en şanslısı ve
en ulvisi, şüphesiz memnun ve mütebessim ve belki de gözlerinde billur damlalar:
-Oğlum yüksek şan
sahibidir.
Halime anne:
-Vallahi, yavrunuzdan daha üstün bir insan görmedim, diyerek Amine hatunu doğruladı.
Ve bundan sonra pırlanta çocuğu yine beraberinde götürmek için dökmedik dil bırakmadı.. Mekke
sıcaktı, veba hastalığı yaygındı. Çocuk farklı iklimden geliyordu. Allah, muhafaza
buyursun sıhhatine bir zara olabilirdi.
Amine ciğerparesine olan derin hasretini birazcık olsun dindirdikten
sonra; yerlerde ve göklerde övülen, O'ndaki bu muhabbet ve ikna kabiliyeti sebebi ile yine kadir-kıymet sahibi, insan
evladı Halime'ye emanet etti.
Sütanneyi dinleyelim:
-O hazret-i alarak yurdumuza yöneldik. Yolda giderken
Habeş hıristiyanlarından bir grup ile karşılaştık. Kainatın seçkini, hemen dikkatlerini
çekti. Evladımı bir zaman süzdükten sonra bizi sual yağmuruna tuttular; ve sırtına bakarak mührü
ve ceylan gözlerindeki hafif kırmızılığı gördüler.
Oğlunuzun göz ağrısından
şikayeti olur mu?
-Hayır, hiç olmadı.
-Bu çocuğu bize verir misiniz? Karşılığında
ne isterseniz ödemeye hazırız. Bizim kitabımızda "dünyaya gelecek bir Peygamber kaldı" diyor. O peygamber,
ya geldi veya gelmesi yakındır. Çocukta bildirilen Peygambere ait izler görüyoruz. Taklifimize razı olursanız
bize büyük iyilik etmiş olursunuz.
Halime ve kocası, bu ıssız yolda karşılarına
çıkan adamlardan bayağı korkmuşlardı. Bu sebeple son sür'at oradan uzaklaşarak evlerine gidene
kadar hiç durmadan hayvan koşturdular.
Badiye'ye sabah serinliğinde ve büyük yorgunluklarla girmişlerdir.
Halimelerde huzur şimdi yine elle tutulacak kadar canlı.
Çünkü O, dönmüştü...
Esselatü
vesselamü aleyke ya Resulallah.
Beyaz Elbiseli Üç Kişi
TERLERSE GÜLLER OLURDU HER TERİ
HOŞ
DERLERDİ TERİNDEN GÜLLERİ
Mevlid'den
Efendimiz üç yaşındalar.
Halime anne,
O'nu bir gözünden öbürüne vermiyor. yabanın kurdu uğursuzu var. Büyüklüğüne bunca iz, işaret bulunurken,
emsalsz emanetin kılına ziyan gelmemeli. O'nu korumak, O'nu istikbale teslim etmek, zamana karşı, insanlığa
karşı ve ebedi nizama karşı kabullenilmiş şerefli bir borç.
Bu sebeple uyanık kalbli
kadın, gözünü efendimizin üzerinden ayırmıyor... ama öz çocukları sadece akşamları evdeler.
Bu durum kainatın baş tacının dikkatinden kaçmaz.
Niçin?
-Onlar, yavrum, gündüzleri
koyun gütmeye gidiyorlar.
Çobanlık yapmak... renk renk çiçeklerin açtığı; kelebeklerin, mutluluğu
arılarla paylaştığı, hür rüzgarlı, hür ufuklu kırlarda yumuşak adımlarla yayılan
koyunların peşi sıra gitmek; kardeşleri ile onları otlatmak, bir yamaçta güneşin ılık
sıcaklığında eldeki çabukla toprağı çiziştirmek ve ucsuz bucaksız fezaya bakıp
öteleri! düşünmek!
Anneciğim, beni de kardeşlerimle yolla. Ben de koyun gödeceğim...
Sütanne
bin dereden su getiriyor. Ama ne söylüyor, ne anlıtıyorsa mümkün değil. O'nda bir kere bu arzu doğmuştur.
Annecik nasıl dayanır artık.
-Ey gözümün nuru? Demek sen de koyun gütmeye gitmek istiyorsun öyle mi?
Cevap tek kelime:
-Evet.
Ertesi gün, güneş, sanki daha bir aceleyle tepeleri aşarak yükseliyor.
Güneş, güneş olmaktan çıkmış; duru duru gülümseyen bir yüz gibi. O'na kırların ıtırlı
ikliminde büseler konduracağına mı seviniyor acaba?
Güneş doğup, her tara ışıl
ışıl olduğunda Halime anne, melek yavrucuğu ipek uykulardan uyandırıyor. Ve giydirip taradıktan
sonra kardeşlerine emanet... evvela Allah'a sonra kardeşlerine emanet!. Elinde sopası ile efendimiz de aralarında
olduğu halde çocuklar, neş'e içinde hayvanları alarak evden ayrıllıyorlar; fakat fazla uzağa
değil. Anne evden açılmayı yasaklamıştır. Zira şimdi o var aralarında; en üstün ve
en kıymetli olan:
Zaman, böylece akıyor. Havanın sıcak olduğu bir gün kuşluk vaktinde
Halime, tam, Peygamberimizi düşünüp güneş çarpmasından korkarken süt kardeşlerden Şeyma, koyunların
yanından çıka geldi. O Şeyma ki, Sevgili Peygamberimiz Allah'ın Resulü olduğunu tabliğe başlayacağı
zaman, Peygamberliğine ilk iman edenlerden biri olacak ve müşriklerin, mü'minleri hiç bir mal alıp satmayarak
onları ticari ve iktisadi ablukaya aldıkları günlerde, şahsi gayretleri ile bunu kırmaya çalışıp,
müslümanlara yiyecek temin edebilen bir kahraman kadın...
Muhammed aleyhisselam için yazılmış
en içli kasidelerden biri Şeyma radıyallahü anha hanıma ait.
Şeyma'cık, efendimizi bırakıp
gelince annesinde merak ve telaş.
-Şeymacığım! Göz bebeğim Muhammed nerede?
-Sahrada
anneciğim.
-Aman yavrum! O ciğerim bu sıcakta sehrede nasıl kalır?
Anne, kızgın
güneşin, nur çocuğa ziyan vermesinden endişeli...
Şeyma, bir mucizenin şahidi. Görüp işitilmedik
bir olayı anlatıyor:
Anneciğim, güneşten kardeşime hiç bir zarar yok. Çünkü başının
üstünde bir bulut, kendisini takip ediyor. Nereye gitsek bulut üstümüzde. Duruyoruz duruyor, yürüyoruz yürüyor.
İlahi
fermanla emir almış bir beyaz bulut, peygamberlerin efendisini kavurucu sıcakta serin gölgesine alarak O'nu
ve yanındikelir muhafaza ediyor.
Halime'nin içi yine rahat değil.
-Dediğin doru mu? Allah için
söyle kızım!
-Vallihi sahi söylüyorum.
-Bunun üzerine sütanne tatmin oluyor ve Peygamberimizi korktuklarından
Allah'a ısmarlıyor.
İki-üç ay böyle geçti. Bir gün öğle üzeri efendimiz akranı olan çocuk
ve süt kardeşleri ile bir vadideler. Çocuklar oynuyor, Habibullah da onları seyrediyor. Tam bu sırada öyle
bir şey oldu ki küçükler akıllarını yitirecekler . Çığlık çığlığa bağrışıp
oradan kaçıyorlar:
Sicim gibi göz yaşı döküp evine koşanlardan biri de Damra:
-Anneciğim
kardeşime bir şeyler oldu. Çabuk koşun!
Halime, feryadlar içinde Damra'ya soruyor.
-N'oldu
oğlum durma söyle!!!
Damra boğularak anlatıyor,
-Koyunların yanında idik. Birden
bire gökten beyaz kıyafetli üç kişi indi. Kardeşimi aramızdan aldıkları gibi tepeye çıkardılar
ve sırt üstü yatırarak bıçakla karnını yardılar. Öldü mü, yaşıyor mu bilmiyorum!!!
Bundan daha kötü haber olamazdı. Halime ve Haris'in kan beyinlerine sıçradı. Bir nefeste söylenen yere
vardılar.
Devamını Halime'den dinleyelim:
-Koşa koşa vadiye geldik. Yüksek bir yere
oturmuş, göğe doğru bakıyordu. Tabessüm eden güzel çocuğumun yüzü al al olmuştu.Alnını
ve gözlerini öperken sordum:
-Ey gözümün ışığı, ey alemlere rahmet oğlum.Ne oldu, seni
kim rahatsız etti?
İki cihan güneşinin kendi ifadelerinden anlıyoruz ku; gonca gül, kuzuları
güderken beyaz elbiseli üç şahıs görmüştür. Birinin elinde gümüş bir ibrik, birinde içi kardan daha beyaz
bir madde ile dolu zümrüt bir leğen vardı. O muhteremlerin en muhteremi Sallallahü aleyhi ve sellem'i vadiden zirveye
iletince beyaz giyimli bu kimselerden biri, fahri kainatı usulcacık sırt üstü yere uzatır. Ve göğsünü
göbeğine kadar yarar. Mübarek efendimiz hiç bir acı ve elem hissetmeden ameliyatı sürmeli gözleri ile takip
ederler. Bu melek, elini sokarak iç organlarını çıkarıp kar gibi olan o sıvı ile yıkadıktan
sonra tekrar yerlerine kor. Birinci meleğin işi bitince ikinci melek, birinciye;
Kalk! der, ben de hizmetimi
eda edeyim, ilk meleğin kenara çekilmesi ile ikinci melek, elini uzatarak peygamberimizin kalbini yerinden çıkarır
ve iki parçaya ayırdıktan sonra içinden pıhtılaşmış siyah bir kan parçasını alıp
atar. Kalb üzerinde yapılan bu çalışmanın ardından iknici melek sırtüsütü yatan azizler azizine:
-Vücudunda şeytanın nasibi bu idi. O'nu atmakla seni şeytanın vesvese ve hilesinden emin ettik,
anlamında bilgi arz eder.
Aynı melek, daha sonrra sevgili efendimizin sağ ve sol taraflarından
bir şey alır gibi bir hareket yapar.
Bu sırada elinde nurdan bir mühür vardı. O kadar güzel bir
mühür ki gören hayranlıktan kendini alamazdı.
Allah'ın resulünü dinleyelim:
-Bu nurdan mühürle
kalbimi mühürledi. Ondan sonra kalbim nüvüvvet ve hikmet nuru ile dopdolu oldu.
Rahmet yuvası kalbi nurdan mühürle
mühürlendikten sonra yerine iade ettiler. Halime ve Haris yanına vardıklarında, mübarek yavru mührün soğukluğunu
hala vücudunda hissediyor.
İkinci meleğin işi bitince üçüncü melek, elini yarılan yere kor ve
o an yara iyileşir...
Beyaz elbiseli bu üç kişi, daha sonra nazlı yavrunun elini ve yüzünü öperek ona
güzel şeyler hazırlandığını müjdeler ve mavi gökte kaybolup giderler. Yaranın izi hala
farkedilebiliyor.
............
Sevgili Peygamberimizi oradan alarak eve getirdiler Halime anne, çocuklarına:
Kardeşinizi bundan böyle dışarı götürmeyin!
Tenbihini yaptıktan sonra beyine:
-Bu
saadetli çocuğu annesine götürelim. Aklına ziyan gelmesinden korkuyorum. Ne dersin, yol hazırlığı
yapalım mı?...
Ardarda gelen mucize ve harikalar, artık Halime'nin gözünü korkutmaya başlamıştır.
Olayların kendilerini aşmasından çekiniyor. Bu yüzden rahat değil..
Haris;
-Bundan daha
mübarek bir çocuk doğmamıştır. Ne aklına bir ziyan gelir ne de bir şey, müsterih ol! Elde ettiğimiz
saadet bunun bereketiyle. Ne var ki, bizi hased edenler olabilir. Zira kabilemiz, önceki halimizi gayet iyi biliyor. Fakir
iken, üçyüzbüş koyunu olan hatırlı bir aile haline geldik. mümkündür ki dar gözlüler bir fenalık düşünebilirler...
-Öyleyse O'nu alarak kahine danışayım.
Bunu duyan Sevgili Peygamberimiz, rahat olmalarını,
gayet sıhhatli ve zannedilen kusurlardan uzak olduğunu her ne kadar söyledi ise de olanları işiten eş
dost, Halime'yi kahine giderek, bir cin etkisi olup olmadığını tahkik etmesi için zorladılar.
Kahin,
efendimizi konuşturarak, vakaları kendisinden dinliyor, Ama dinledikçe karanlık gözleri dışarı
fırlayacak gibi... kulaklarına inanamıyor. Mübarek yavru, daha sözünü bitirmeden çirkin sesli büyücü, O'nu
kaptığı gibi kucağına alarak meydana fırlıyor ve bas bas bağırıyor:
-Ey
araboğulları! Başınıza bir bela gelmek üzere, Bu çocuğu öldümezseniz; büyüdüğünüzde dininize
bozuk diyecek, sizi yeni bir dini kabule çağıracaktır. Bunu şimdiden ortadan kaldırın! Hem O'nu,
hem beni öldürün!!!..
Saf ve temiz Halime anne, bu beklenmedik çıkış karşısında afallamış.
Çocuğu adamın kirli ellerinden çektiği gibi:
Delinin tekiymişsin. Bilseydim semtine uğramazdım.
O'nu değil seni katletsinler!...
Süt anne o dakikaları şöyle resmediyor:
-Allah için söylüyorum;
nereye uğrasak, nereden geçsek, hangi sokağa girsek ve hangi meydana gelsek mübareğin güzel kokusu, burcu burcu
yükselerek dört bir yanı tutuyor ve buralardan günlerce silinmiyordu.
.........
-Aman Halime! Dikkatli
ol. Çocuğun başına bir şey gelebilir. Daha doğrusu sen O'nu ailesine teslim et. Şu kahinin kinine
baksana!
Halime'nin akrabaları bunları söylüyor ve bereket vesilesi efendimizi dedesine teslem etmesi için
telkinde bulunuyorlar. Çünkü Halime, müjde yüklü harikulade olaylardan bahsettikçe, bunların aklı başından
gidiyor.
Halime Hatun:
-Söylenenler aslında fikrimi destekleyen sözler olduğu için bana cazib geldi.
Üstelik bu sırada gaibden bir ses de işitiyordum:" "Ey Mekke'liler size müjdeler olsun. Hayır ve saadet, Beni
Sa'd'den size geliyor. Ey huyrul beşer, Sen Mekke'de olunca, bura halkı belalardan korunacaktır.
"Böylece
o büyük emaneti sahiblerine iade etmek gerektiğine dair kanaatim kuvvet buldu ve yine merkebe binerek can yavrumu önüme
alıp şehre inen bir grup yolcu ile yola çıktık. Mekke civarına varmıştık. Bir işimin
yapılması için inci tanemi arkadaşlarımın yanına bırakarak bir süre oradan ayrıldım...
az bir zaman geçmişti ki kulağıma garip sesler geldi. Hemen kafilenin konak yerine koştum. Eyvah! Dünyam
yıkıldı, O yoktu."
Halime anne, ta yüreğinden vurulmuştur. Dizlerine karasular inmese, oracığa
yığılıp kalmasa iyi. Bir mecnun, bir meczub gibi. Kimi bulsa soruyor:
-O'nu gördünüz mü? O'nu
kendi sütümle besledim. Dedesine götürüyordum. O'nun yüzünden bol nimetlere kavuştuk. Eğer bulamazsam, kendimi kayalardan
atıp parçalayacağım.
Manzara yürek parlayıcı. Sütanneyi üzünkülerle dinliyoruz?
-Ümidim
kırıldı. Başımı yumrukluyor, "ah Muhammedim" diye dövünüyordum. Evlatların en azizini kaybeden
annenin bu hali, orada bulunanlar da ağlattı. İnsan, nasıl dayanır da şerha şerha olan
bir anne yüreği önünde gözyaşlarını zapteder?
Tam bu sırada zayıf, kara-kuru bir yaşlı
adam çıka gelir. Halime'yi böyle kanlı göz yaşları akıtır görünce:
-Hayrola bir derdin
mi var?
Anne, sebebini söyler ve ekler:
-İbrahim Peygamberin Rabbinin hakkı için söylüyorum ki,
Muhammed'i bulamazsam kendimi uçuruma atıp öldüreceğim!
-Oğlunu bulacak birini biliyorum.
Canım
uğruna feda olsun çabuk söyle.
İhtiyar, ızdıraptan harab olmuş kadını bir an soluk
gözlerle süzdükten sonra tane tane konuştu:
-Hübel adında büyük puta git, derdini anlat; o halleder, demez
mi?
-Halime, tokat yemiş gibi oldu...
-O'nun yerine sen kaybol inşaallah! Muhammed'in doğduğu
gece o bahsettiğin Hübel,Lat, Uzza'nın ne olduğunu hiç mi duymadın?
-Anlaşılan sen delirmişsin.
Bari yerine ben gidip yalvarayım, diyerek Hübel'in yanına gelir ve etrafında yedi kere dolanıp putun başından
öptükten sonra:
-Ey tanrım! Sen insanları muradına erdirensin. Halime kadın, oğlu Muhammed'i
kaybetmiş bulamıyor; bu sebeble büyük üzüntü içinde. dertli anayı çocuğuna kavuştur.
Sevgili
peygamberimiz'in yüce isminin anılması üzerine Hubel ve öbür putlar patır-patır yüzüstü yere düştü
ve son peygamberi methetmeye başladılar.Allahü teala, ilah bilinerek, tapılan putlara o an için konuşma
kabiliyeti vermişti.
-Ey ihtiyar! Muhammed aleyhisselam'ın dini bizim ve bizim nice sahte tanrının
sonu olacaktır. Hakiki mabud olan Allahü teala, O'nu korur. Sizin gibi putperestleri ise helak edecektir.
Halime
anne Mekke'ye girdiğinde bu ihtiyarı görür. Bastonu elinden düşmüş, konuşmaktan aciz, korkudan titrer,
sefil bir haldedir. Bir müddet dinlendikten sonra:
-Ey kadın, senin oğlunun sahibi var. O'na zarar gelmez.
merak etme yavruna kavuşacaksın. İsmi ile seslenerek ara, bulursun.
................
Halime
ağlaya ağlaya Abdülmuttalib'e varır.
-Hayırdır inşaallah Halime! Bir sıkıntın
mı var?
-Hem de nasıl?
-Yoksa oğlumu mu kaybettin?
-Maalesef!
O muhteşem
insan, torununu bazı Kureyşlilerin öldürmek için kaçırdıklarını zannederek, kılıcını
alarak bir dağ gibi Mekke'nin ortasına dikilir ve bağırır:
-Ey Kureyş!... Eyy Kureyş!...
-Buyur ey reis.
-Gözümün nuru, alemin süruru torunum kayboldu, yerini bilen var mı?
Kureyşliler,
hemen atlarına binerek dört bir tarafa koştular. Atlarının nalları taşlara çarptıkça kıvılcımlar
fışkıran sürücüler, ne kadar aradılarsa da, gözlerden gizlenen sultanı bulamayıp kırk kol
ve kanatlarla geri geldiler...
Abdülmuttalib, yine duaya; yine Rabbine iltica ediyor. Kabe'yi yedi defa tavaf ettikten
sonra, ellerini açmış, ciğeri kavrulurcasına istiyor:
-Allahım, O'na "Muhammed" ismini sen
verdin. Yavrumu tekrar bana lütfet.
İşte bu sırada Kabe'den bir ses duyuyor:
-O'nun sahibi
sevgilisini kaybeder mi?
-Ey Melek aman çabuk söyle torunum nerede?
-Tihame vadisindeki muz ağacının
altında.
Abdülmuttalib, haber verilen tarafa koşar. Yolda varaka bir Nevfel ile karşılaşır
ve O'nunla birlikte Tihame'ye giderler.
Efendimizi ağacın altında ayakta olduğu halde, muz yapraklarnı
çekiştirirken heyecadan ağlıyor buldular.
Abdülmuttalib, torununu bağrına basıp derin
derin kokladıktan sonra kucaklayarak atına bindi ve hayvanı Mekke'ye doğru mahmuzladı.
..................
Sevinçten uçan Halime, Abdülmuttalib'e verdiği zahmet ve üzüntülerden dolayı mahçub olduğu için tekrar
tekrar af diliyor.
Hazret-i Amine, Halime'ye soruyor.
-Ey sütannesi, çocuğu niçin geri getirdin? Halbuki
O'nu ne kadar ısrarla geri götürmüştün!
-Evladınız büyüdü. Başına bir felaket gelmesinden
çekindim. korkuyorum. Bu sebeble size teslime karar verdim.
Abdülmuttalib, torununu özanne kadar seven bu samimi kadına
bol ve kıymetli hediyeler vererek teşekkür etti.
Halime anne için tatlı bir rüya bitmişti artık.
Son ana kadar hicran dolu duygularını konuşturuyor.
Alemin en makbulünü annesine ve dedesine bırakıp
veda ettim. Ama cınım v gönlüm de onunla beraber ve orada kaldı.
Mübarek efendimiz, ileriki senelerde
halime anneyi nerede ve ne zaman görse "anneciğim" hitapları ile iltifat edecek ve bazen omuzundaki ridayı
bile sererek O'nu oturup gönlünü hep hoş tutacaktır.
Halime Hatun; Sevgili peygamberimiz, Hatice validemizle
evlenmiş, fakat henüz Peygamber olmamışken birgün saadet ocağına gelecek ve kıtlık sebebi
ile hayvanlarının öldüğünü bildirince, Hadicetül Kübra annemiz, O'na bir deve ile kırk koyun hediye edecektir.
Sonraki yıllarda efendimiz, Badiye'deki hizmetten memnun kaldıklarını şöyle ifade buyuracaklardır.
-Ben sizin en halis arab olanınızım; Kureyşliyim, Beni Sa'd bin Bekr'de emzirildim.
Anneye
Veda
GECE-GÜNDÜZ DİLİMDE SALATÜ SELAM,
O MUBAREK RUHUNA, EY FAHR-UL ENAM!
Halime anne, yüreciğine
kor ateşler düşe düşe nur çocuğu, Amine Hatun'a getirdiğinde sevgililerin en sevgilisi dört yaşında
idi.
Yer küze, erişilmez ve ulaşılmaz kıymetteki emanet ağuşunda olduğu halde feza
boşluğunda turlar atarak zamanı sonsutzluk harmanına elemeye devam ediyordu.
Şimdi, beşiğinde
olduğu halde, ayla gönül iklimlerinde geçen oyunlar bir hatıra.
Ve O Sultan altı yaşında...
Sultan ki, sultanların bir kerecik ayaklarına kapanmak uğruna tac ve tahtlarını faydaya hazır
oldukları Sultan. Sultan ki O'nu Allah seçti.
Şefkati kadife yumuşaklığında Amine anne,
cennet kokulu yavrusunu iki sene sevip okşuyor.
Abdülmuttalib'in kartal kanatları altındalar. Dul bir
anne ve yetim bir çocuk.. bu anne ve bu çocuk, ilahi lütufla cihanın en huzurluları. Yavrusunun sevgisinde erimiş
bir anne, bütün anneleri baş tacılığına yükselten emirleri getirecek evlad.
Amine annede
bir seyahat arzusu.
Medine'ye gitse, dayıları Adiy bin Neccaroğulları ile kocasının
mezarını ziyaret etse... yetimi için de ne iyi olur. Anneyi çeken bir şey var. Bir şey koparıyor
O'nu evinden, Mekke'den, Mekke'nin, suyundan havasından...
Annelerin annesi, gül yavrusu ve O'na dadılık
yapan cariyesi Ümmü Eymen'i de alarak, iki deve ile Medine yolundalar. Develer, sabır gibi güzel, bir susuş kadar
ölçülü adımlarla ufuklara doğru akıp giden yollarda aziz yolcuları yorup incitmeden taşıyorlar.
Güneş, bakır renkli çöl, salınan hurmalar, şurada burada tek tük ağaçlar ve arada bir kocaman
gölgeleri ile ürpertili kayalar.
Nihayet Medine'de ve Naccaroğullarından Nabiga'nın evindeler. Sevgili
Peygamberimizin babası Abdullah da bu evde... bu evde ama nerede?
Evin bahçesinde bir kaç kürek doprağın
altında.
Dünya gözü ile bir saniyecik bile bir araya gelemeyen baba Abdullah, anne Amine ve bir tanecik yavruları,
şimdi bu bahçenin kıyıcığında; içlerinden biri ötelerde olduğu halde buluşuyorlar.
Dokunaklı bir manzara.
Amine'nin kalbi bir kaç parça. İzdırabını içine gömüyor ve
yetimine belli etmemeye çalışıyor. Ya efendimiz? Derin bir sessizlik ve acısını gizleyen vakur
yüz ifadesi.
............
Sonraki günlerde Resulullah efendimiz, küçüklerle beraber Medine'yi gezip dolayor
ve "Beni Naccar Kuyusu" denilen havuzda yüzmeyi öğreniyor.
Bu sırada...
Yine bir yahudi, yine şüphe,
yine dikkat, yine telaş. İşaretlerden ahir zaman Peygamberinin gelmekte olduğunu çıkaran bir yahudi
bilgin, oradan geçmekte iken, arkadaşlarıyla olan Habibulalh'ı görür görmez mıhlanmış gibi yere
çakıldı ve bir müddet pür dikkat baktı, baktı ve düşünceli düşünceli yürüyüp kayboldu.
Yahudinin
içine kurt düşmüştür... "acaba O Peygamber bu çocuk mu?" Ertesi gün efendimizin yalnız bir anını
kollayarak yanına sokuluyor ve eğilip yavaşça soruyor:
-Adın ne?
-Ahmed...
Yahudi
bu cevabı bekliyordu. Çocuğun "Ahmed" olduğu yolundaki tahmini doğru çıkmıştı. Haykırdı:
-Bu ümmetin peygamberi işte burada!!! Sanki şuurunu kaybetmişti.
Bir kaç gün sonra da iki yahudi
Ümmü Eymen'i bularak;
-Ahmed'i istiyoruz. Ne olusursun? Bir defacık görmemiz kafi! dediler...
Mübarek
dadı, ısrarlar üzerine Peygamberimizi getirdi. Ama gayet dikkatli ve uyanık. efendimizi yakından gören
ve nebilik alametlerini inceleyen yahudileri adeta göz hepsine almış. Adamlar aralarında fısıldaşıyor.
-Son Peygamber... bu şehir de O'nun hicret edeceği Medine olduğuna göre...
İşittiklerinden
huylanan Ümmü Eymen, olup bitenleri Amine annemize aktarınca aziz anne tedirginleşir. Zaten geldikleri de otuz günü
bulmuştu. Ev sahiblerine teşekkür, Abdullah'a mana aleminden veda ederek Mekke'ye dönmek üzere yola çıktılar.
Mekke'ye dönmek...
Mümkün mü?
Evba'ya gelene kadar, böyle bir sual akla bile gelmezdi. Yolcularımız,
ziyaretlerini yapmış olmanı manevi hazzı ile neşe içinde uzaklıkları aşıyorlar.=
Fakat beklenmeyen bir şey oldu. Ebva denilen yere vardıklarında, cihan serverinin annesi, anemiz, yola
devam edemez şekilde hastalandı.
Develerden inmişler.
Ümmü Eymen ve Sevgili peygamberimiz Amine'nin
başındalar. O ise, yerde, kendinden geçip geçip toparlanıyor. hastanın yüzünde büyük keder; efendimizle
Ümmü Eymen'de üzüntü ve çaresizlik...
İşte yine kendine geldi. yaşlı gözleri; canı, kanı,
her şeyi güzelinde. her övgüye layık olanı, belagatlı bir ifade kudreti ile mısra mısra methediyor;
-Ey Çekilen ölüm okundan yüz deve ile kurtulanın oğlu! Allah, mübarek ismini ebedi kılsın. Hakikat
olan rüyama göre sen celal ve sayısız ikram sahibi olan Allah tarafından ceddin İbrahim Peygamberin dinini
yerleştirmek, insanlara helal ve haramı tebliğ için Peygamber olarak görevlendirileceksin. Rabbil, seni putlardan
ve putperestlerden koruyacaktır...
Ve ciğeri kavrulan annenin dudaklarında, insanlık kaldıkça
ışıltısı devam edecek
Bir şiir
Her canlı ölür, her yeni pörsör
Ben ölsem de namım sürekli durur
Bilin ki tertemiz evlad bıraktım.
Eskir yeni olan,
ölür yaşan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan?
Tükenir çok olan, var mı genç kalan?
Ben de öleceğim tek farkım şudur
Seni ben doğurdum şerefim budur.
Geride
bıraktım hayırlı evlat,
Gözümü kapadım, içim çok rahat.
Benim ismim kalır daim
dillerde,
Senin aşkın yaşar mü'min kalblerde.
Şiir bitince nur anne, ruhunu teslim
etti.
Yirmi yaşında gencecik Amine'nin de vefatı ile Sevgili Peygemberimiz şimdi de anneden öksüz
kalıyordu.
Babadan yetim
Anneden öksüz... anne-baba, insanlık kaderindeki ilahi bir vazife için
varolmuş, işleri tamamlanınca erken yaşlarında ebedi aleme göçmüşlerdi. Sevgiliye ana-baba hakkının
geçmemesi için bir cilve, bir sır.
peygamberlerin öncüsü, Mekke-i Mükerreme'den Medine-i Münevvere'ye hicretlerinde
Ebva'ya gelince taşların kapattığı bir toprak yığının önünde durarak:
-Ne
olurdu valideme yapılan muameleyi bilseydim.. diye o anki duygularını dile getirecek vu bu sözleri ile hem
kendileri, hem eshabı gözyaşı akıtacaklardır.
Ayrıca efendimiz, Veda Haccı'nda
anne ve babalarının mezarlarına gelerek İbrahimi din üzere müslüman olan Hazret-i Amine ve Hazret-i Abdullah'ın
Muhammedi imanla naplenmeleri için, Allahü teala'dan dirilmelerine müsade isteyecek; her şeye muktedir olan yüce Allah,
sevgilisinin muradını kabul ederek, onlara tekrar can verip Peygamberimize iman etme ve eshab ve ümmet olma büyük
nimetine kavuşturacaktır.
Anne, Ebva'nı ılık ve yumuşak toprağına verilerek,
cennet bahçeli bir tümseğe daha gönül penceresinden veda ediliyor...
Ümmü Eymen, acılar içindeki yavruyu
yanına, sürücüsüz kalan deveyi yedeğine alarak, beş günlük bir yolculuktan sonrra buruk kalblerle Mekke'ye;
dedesine geliyorlar. Dede, dadıyı paramparça bir yürekle dinlyor.
Şimdi hem öksüz, hem yetim olan torununa
daha da düşkün. O'nu, sallallahü aleyhi ve sellem, öpüp okşuyor. yalnızlığnı hissetttirmemek
gayretinde. Sevgili Peygamberimiz olmadan aziz dede, sofraya oturmayarak, O'nu bekliyor. Gelince dizine veya hemen yanına
alarak, seçtiği lokmalarla mübarek yetimini besliyor. Abdülmuttalib, torununun sözlerinden ayrı bir lezzet almakta...
bu sebeble o konuşunca, kendisini can kulağı ile dinliyor...
Kureyş'in bu büyük liderinin Kabe-i
Muazzama'nın dibinde bir makamı var. Gün dönüp deserin gölgeler uzamaya başlayınca Abdülmuttalib, bu bu
makamına geçiyor. Yanına çocuklardan sadece gözünün nuru emsalsiz yavru gelebilmekte. Odasında istirahat ettiğinde
de oraya teklifsizce giren, dedesi ile uyuyabilen yine cennet kokulu o seçilmiş. Ümmü Eymen annemiz, müstesna çocuk üzerine
adeta titriyor. Buna rağmen Abdülmuttalib, O'nun bıkım ve ihtimamı ile yakından alakılı:
-Aman Ümmü Eymen! Oğluma iyi bak kızım. Ehli kitap, O'nun bu ümmetin Peygamberi olacağını
haber veriyor.
Ümmü Eymen, ne asil kadın Allahım! Öz anne kadar içli ve yakın. bu yüzdenh ileride iltifatların
en makbulüne kavuşacak, fahri kainat O'nu:
-Annemden sonra annem!... diyerek başına Peygamber medhinin
güllerinden örülü bir mana tacı oturtacaktır.
Ümmü Eymen anne diyor ki;
-O'nun, açlık ve susuzluktan
şikayet ettiğni bir kerecik bile göremedim.
Oralar toprak yine yol yol çatlamış. Suya hasretin
böyle dilim dilim ettiği bu topraklara yakında yağmur düşmezse kıtlık ve kuraklık kapıda...
Bu tasa giderek büyürken, Safile binti Hişam'ın yol gösteren rüyası bir ümid kapısı aralıyor:
-Ey Kureyş! Son peygamberin zuhur vakti erişti. O resul aranızdan çıkacaktır. Gelmesi yaklaşıyor.
Bolluk günleri de ırak değil. İçinizde biri var... heybetli, beyaz ve güzel yüzlü, uzun kirpikli. O ve siz,
abdestli! olarak, erkek çocuklarınızla birlikte Kabe'yi yedi defa tavaf edin. Sonra Kubeys dağına gidin.
Güzeli yüzlü adam, dua etsin ve yağmur dilesin, siz de amin deyin Allahü teala yağmur yağdıracaktır.
Safiye rüyasına sabahleyin anlattığında, dinleyenlerin gözünde sevinç parıltıları.
Söylenen adamın Abdülmuttalib olduğunda herkes birleşiyor. Hep beraber emir'in kapısındalar. Rüya
anlatılıyor...
Yıkanıp paklandıktan sonra, her evden bir çocukla Kubeys dağına
çıkıyorlar.
Dağlar ve ovalar, bir damla suyu beklemeye durmuş. Abdülmuttalib, kucağında
iki cihan güneşi, etrafında halk, yerlerde kurumuş otlar... gök bulutsuz açık mavi.
Abdülmuttalib;
dua ettikçe "amin" seseri, arı uğultusu gibi karşı kıyılara çarpıp yankılanarak eriyip
kayboluyor.
Duanın üzerinden az bir müddet geçmişti ki, göğün yağmur yüklü kurşuni bulutlarla
dolması ile boşanması bir oldu. Şakırtılarla yağan şiddetli yağmur dağı
taşı rahmete boğmuştu.
Kureyşliler gayet sevinçli. İleri gelenler şanlı dedeye
minnet duygularını arz ediyor ama bu rahmete sebebe dede mi, torun mu?
Beni Müdles kabilesi kıyafet
ilminde pek ileri. İnsan uzuvlarını çok iyi tanıyor ve bunun isabetle ruhi tahlillerini yapıyorlar.
Sevgili Peygamberimiz, Müdles'ten bazılarının da dikkatini celbediyor. Efendimizin mübarek ayakları özellikle
ilgi odakları. Dedesine gelerek kanaatlerini söylüyorlar:
-Torununun ayakları, tıpkı İbrahim
aleyhisselamın ayakları gibi. O'ndan sonra ayakları, İbrahim Peygamberin ayaklarına benzeyen biri
ilk defa görülüyor.
Abdülmuttalib, bu iyi insanlara teşekkür ederek ağırlayıp memnun ediyor.
................
Kureyşin reisi, bir gün yine Kabe'nin duvar dibindeki kendine mahsus yerinde... huzura Necranlı bir rahip
çıkıyor. Rahibin hallini istediği bir meselesi var. Bunun için doğrudan doğruya O'na gelmiş.
-Ey Abdülmuttalib! Burası Mekke şehri... kitaplardan edindiğimiz bilgilere göre kendisinden sonra nebi
elmeyecek olan Son Peygamber, beldenizde doğmuş olmalı.
Abdülmuttalib, renk vermeyen bir sakinlikle
dinliyor. Rahib, son peygamberdeki ayırıcı vasıfları da tek tek saydıktan sonra ekledi:
-Sülalesi
İsmail aleyhisselam'a dayanır... demişti ki efendimiz orayı şereflendir
CİLT 3
Efendimiz oniki
yaşına girdikleri günler...
Amca Ebu Talib, Şam tarafına mal götürecek olan bir Kureyş Kervanına
katılma niyetinde. Ebu Talib, yanına kardeşi Haris'i de alacak. İki kardeşin de aralında olduğu
ticaret kervanı sıcak çöl gündüzleri ve soğuk çöl gecelerini aşa aşa günler sürecek bir sabır
ve meşakkat seyahati ile Şam'a varacak vu burada satacak ve alacaklar.
Amcasının Mekke'den ayrılarak
uzun bir yolculuğa çıkacağını anlayan Sevgili Peygamberimiz de Ebu Talib'le gitmek istiyor. Fakat
halaları ve amcaları böyle bir niyete muhalifler. Zira; mevcudatın hikmet nuru, çocuk sayılacak günleri
henüz arkada bırakmıştır. Ebu Talib, yeğenin arzusuna uymak istemesine rağmen diğer sevenleri
o narin vücudun uzun bir yolculuğu kaldıramayacağı kanaatindeler. Onlara göre bu yaştaki bir çocuğun,
eritici çöl güneşinde günlerce yol alması mümkün olamaz. Güneşin düştü düşecek kadar yakın hissedildiği
nihayetsiz çöl ve sonu gelmez yolları geçip menzile varmak hiç de kolay değil...
Efendimiz, sallallahü aleyhi
ve sellem, ısrarlılar... anne-baba mahrumluğumdan başka şimdi de uzun bir zaman koruyucu amca hasreti.
Öyleyse kendisi de amcası Ebu Talib'le gitmeli....
Seyahat hazırlakları, denkler bağlanıp,
develer yüklenerek, ihtiyaçlar tedarik edilerek devam ediyor.
Sevgili Peygamberimiz, hazırlıkları kol
ve kanatları kırık, mahzun takip ediyorlar.
Bir gün Ebu Talib, devesi ile bir yerden geçerken can yeğenini
görür... aa o da ne? Güzel çocuk, gözden saklı bu köşeye çekilmiş ağlıyor... Ebu Talib, şaşkın
ve müteessir bir halde yeğenine yönelir.
-Niçin ağlıyorsun gözümün nuru? Ayrılığıma
mı üzülüyorsun?
Ebu Talib'e gelen Peygamberimiz, devenin yularından tutarak amcanın ciğerini yakan
şu sözleri söyler:
-Evet amcacığım!... Beni burada kime bırakıp gidiyorsun? Ne annem
var, ne babam.
Yeğenin gözlerinden akan billur yaşlar, Ebu Talib'i çok üzmüştü. Kat'i kararını
verdi. kim karşı çıkarsa çıksın aldırmayacak ve O'nu da yanına alacaktı. Hazırlıklar
tamamlandıktan sonra Hatemül Enbiya'nın da aralarında bulunduğu Şam kervanı yola koyuldu....
Kervan menzilden menzile varırken Kainatın Efendisini bir bekleyen var...
Busra yakınındaki
Küfre köyünün bütün ovayı görebilen yamancındaki bir manastır eski devirlerden beri orada. Tarihi bir hıristiyan
mabedi.
Bu manastırın önce yahudi iken sonra hıristiyan olan bir rahibi var. İsmi Bahira, künyesi
Ebu İdas, Lakabı Cerciş, Alim ve Zahid bir insan. Manastırda öteden beri mevcut olan kıymetli bir
kitap, ahir zaman Peygamberinden haber veriyor ve O'nun bir gün buradan geçeceğini anlatıyordu.
Bahira,
bir zamandır sabah erkenden Manastır'ın damına çıkarak ufuktan gelip ovadan geçen yolcuları
dikkatle yokluyor ve birini bekliyordu... bir, üç beş,on ... sabah bakıp usanmadan süren bir gözetleme...
Güneşin
sıcaktan ortalığı kavurduğu bir gün ; Bahira, yine damda ufukları tarıyor. İçi firak
ateşi ile yanmakta. Ah, son Peygamberi bir görebilse, O'nun ayak tozlarına yüzünü sürebilse, kendisini de ümmeti
arasına kabul etme dileğini arzedebilse...
Bir sabah ovanın öbür ucundan bir kervan karaltısı
belirdi. Bahira elini gözlerine siper ederek bütün dikkati ile o tarafa bakıyor. Acaba bu kervan da aşağıdaki
yoldan gelip geçenlerden biri mi, yoksa beklediği yolcu mu geliyor?
Deve katarı yaklaştıkça Bahira'da
dikkat daha keskinleşiyor. Kitaplardan edindiği işaretler görünmeye başlaşmıştır.
En mühimi de güneşe perde olan şu bulut. Evet, evet!... Bir beyaz bulut, kervana kanat germiş bir koca kuş
gibi süzüle süzüle onları takip ediyor.
Şimdi bulutun altındaki bu esrarlı kervan, iyice yaklaşmış
olarak aşağıda mola veriyor... işte bir müjde daha! Kervanın dinlendiği yerdeki kuru ağaç
birden yeşiyor. Ağacın dalları, yere oturmuş birinin üstüne eğiliyor. Bulut da akarak gelmiş
ve yeşeren ağacın üstünde durmuştur. Bahira dağların taşların efendimizi tesbih edişlerini
duyuyor.
Beklediği insanın bu kevanda olduğuna şüphe kalmamıştı. Hemen damdan inip
kervana bir haberci yollayarak yolcuları ertesi gün yemeğe davet etti. Ve büyük-küçük herkesin davetli olduğunu
bilhassa tenbihledi. Yemek saatinde herkes gelmişti. Bahira misafirleri ayrı ayrı gözden geçiriyor ama aradığı
zatı göremedikçe hayreti içten içe büyüyordu. Yemek devam ederken Rahip, bir fırsatını bulup dama çıktı
ve kervanın konakladığı noktaya baktı. Olacak şey değil! Bulut yerinde olduğu gibi
duruyor.
Tekrar davetlilerin yanına dönerek:
-Yemeğe hepinizin gelmesini rica etmiştim. Tahmin
ediyorum kalan biri var.
Bir misafir:
-Hayır, hepimiz buradayız. Sadece bir küçük çocuğu eşyalarımızı
beklemesi için bıraktık, dedi. -O'nu da yemeğe davet ediyorum. Getirilmesini rica ederim. Lütfen gelsin...
Söze Resulullah'ın amcası Haris karıştı:
-Biz burada yemek yerken Muhammed'in aramızda
olmaması münasip değildir, dedi ve yeğenini getirmek için hemen dışarı çıktı.
Bahira,
Peygamberimizin ismini işitince kulak kesildi ve tekrar dama çıkarak çocuğun kulak kesildi ve tekrar dama çıkarak
çocuğun gelişini takip etti... Efendimiz, Manastıra doğru yürürken bulut da yakıcı güneşten
koruyarak O'nunla geliyordu.
Rahip Bahira, Sevgili Peygamberimiz, içeri girince O'nu ayakta hürmetle karşıladı.
Şimdi son Peygamber olduğunu tahmin ettiği çocuğu yakında görme fırsatını bulmuştu.
Yemekten sonra Bahira, Ebu Talib'e bazı sualler sormak istedi. Ebu Talib ile aziz misafir arasında bir yakınlık
olduğunu farketmişti.
-Bu çocuk neyiniz olur?
Ebu Talib:
-Oğlum,
Cevaba şaşıran
Rahip, mütereddid bir dille itiraz etti.
-Kitaplardan öğrendiğime göre bu çocuğun anne-babası
vefat etmiş olmalı.
Ebu Talib:
-Kardeşimin oğludur.
-Şimdi doğru söyledin,
dedi. Bahira Sevgili Peygamberimize dönerek:
-Soracaklarıma Lat hakkı için doğru cevap vermenizi istiyorum,
ricasında bulundu.
Nur çocuk ise:
-Onların ismiyle yemin verme. Dünyada bana onlardan büyük düşman
yoktur, hakikatini hatırlattılar.
Lat ve Uzza ismini misafirlerden işiten Bahira, Efendimizi sınamak
için bu şekilde yemin vermişti. Peygamberimizden bu karşığı alınca bu defa Allah adına
yemin verdi.
-Uyur musun?
-Gözlerim uyur, fakat kalbim uyumaz.
Bahira, Peygamberimizin mübarek gözlerine
bakarak Ebu Talib'e sordu:
-Bu kırmızılık çocuğun gözlerinde devamlı bulunur mu?
-Evet!
Gözlerindeki kırmızlığın kaybolduğunu hiç görmedim.
+u ana kadarki bütün işaretler
O'nun, sallallahü aleyhi ve sellem, en son Peygamber olduğunu gösteriyordu. Sadece bir belirti kalmıştı.
Şayet bu da mevcutsa vakti eriştiğinde Peygamber olacağını kabul ve tasdik edecekti:
Mührü
nübüvveti görme arzusu ile efendimizden sırtını açmalarını rica etti. Peygamberimiz edeplerinden
göstermek istemediler. Ebu Talib'in:
-Ricasını kırma gözümün nuru, demesi üzerine Resullerin efendisi,
Bahira'nın, mübarek sırtlarında iki kürek kemiği arasındaki Peygamberlik mührünü görmesine müsaaede
ettiler.
Mühür, kitaplardaki tarifini tıpkısıydı. Bahira gözlerinden yaşlar boşanarak
mührü öptü ve Kelime-i şehadet getirerek Efendimizin Allah'ın resulü olduğuna şehadet etti... Kervan ahlinden
orada hazır olanlar olup bitenleri şaşkınlıkla takip ediyorlardı.
Şüphesiz hayatının
en mes'ud dakikalarını idrak etmekte olan Bahira, ihtiyar yanaklarından sevinç gözyaşları süzülürken
Ebu Talib'e şunları söyledi:
-İşte alemlerin efendisi! İşte Allah'ın Resulü! İşte
Allah'ın alemlere rahmet olarak gönderdiği büyük Peygamber! Yeğenin son Peygamberdir. Getirdiği din, önceki
dinleri yürürlükten kaldırarak bütün yeryüzüne yayılacaktır... Bu emsalsiz kıymeti Şam'a götürme;
yahudilerin bir zarar vermelerinden korkarım.
Ebu Talib, "Yahudiler zarar verir" sözünden çekindiği için
mallarını ucuz-pahalı demeden satarak yeğeni ile Mekke'ye gitmek üzere oradan ayrıldılar.
Onlarrın
ayrılmalarından mbir zaman sonra köye yedi yahudi geldi. Efendimizin bir kafile ile oraya geleceğini ve yol
kenarındaki kuru ağıcın altında oturacağını kehaneti ilmi ile bilmişlerdi. Şimdi
öldürmek üzere köşe bucak Efendimizi arıyorlardı. Bahira'ya gelerk niyetlerini açıklayıp yardımcı
olmasını istediler.
Bahira, elleri kılıçlı bu yahudilere çeşitli deliller getirerek
öldürmek için peşinde bulundukları çocuğun son Peygamber olduğnu ve Yüce Allah'ın kitabında
haber verdiği böyle bir Peygamberi şehid etmeye güzlerinin yetmeyeceğini, tamamen hatalı bir yolda bulunduklarını
onlara kabul ettirdi.
Yahudiler, ilmine hürmetkar oldukları Bahira'nın anlattıkları ile ikna olarak
tövbe edip kalan ömürlerini Manastır'da, O'na hizmetle geçirdiler.
OLGUN GENÇ
ZAT-I PAK-I MUSTAFA'YA
AŞIKIM
CAN İLE FAHR-ÜL VERA'YA AŞIKIM
3.Sultan Ahmed
Efendimiz, eshabı ile sohbet
ederken bir defasında şöyle buyurdular:
Koyun gütmeyen hiç bir Peygamber yoktur.
-Siz de güttünüz
mü ya Resulallah?
Eshab-ı kiramın nbu sualine Sevgili Peygamberimizin cevapları:
-Evet, ben
de güttüm, olmuştur.
Peygamber efendimiz, gençlik çağlarında babasından miras kalan bir kaç boyunla
amcalrı Ebu Talib'in koyunlarını bazan yalnız başlarına; bazan da yaşıtı olan
gençlerle Mekke'nin güneyindeki Ciyad dağında otlatmışlardır. Bütün nebilerin koyun gütmüş olmalarındaki
sırrı İslam alimleri, Peygamberlerdeki merhamet hissinin daha da çoğalması ve ümmetlerini daha çok
hatırlamalarına vesile olarak göstermişlerdir.
Nitekim Efendimiz, ilahi memuriyeti aldıktan sonra
mübarek hadislerinden birinde aile reislerini sürüsünden mes'ul çobana benzetmişlerdir.
.....................
Ebu Talib, eşsiz yeğeni üzerinde titriyor. Maksadı O'nun bozulan cemiyette sel gibi akan kötülüklere
bulaşmaması. Ama, O'nu asıl koruyan bizzat yüce Allah. Allahü teala, sevgilisini öyle bir üstünlükte yaratmış
ki cahiliyet devrinin meziyet zannedilen adetlerinden O, nefret ediyor.
Muhammed aleyhisselam, Peygamber olmadan evvel
de hafif ve habis fiilerden uzak durdular... ne içki içtikleri vaki ne puta taptıkları, ne emanete hıyanet
ettikleri. Zaten koyun gütmelerindeki bir sebep de bu. İnsanlardan uzak durmak ve kırların tefekküre imkan
veren zemininde Rabbini düşünmek.
İşte bu mübarek genç hiçbir puta asla ve asla ibadet etmedikleri
gibi müşriklerin putları için yaptıkları şenliklere de katılmazdı... Kureyşli bahtsızlar
senede bir kere sabahtan gece yarınlarına kadar Buvane adlı putlar ile olur; Buvanenin etrafına doluşarak
saç kestirir, kurban keser ve örflerine göre tapınırlardı.
O sene Buvane için yapılan törenlere
Ebu Talib ve kız kardeşleri de iştirak ediyorlardı. Bu sebeple Sevgili peygamberimizin de kendileri ile
gelmesini istediler. Efendimiz, teklifi kabul etmeyince çok üzüldüler ve "İlahlarımızdan yüz çevirmek deek
olan bu hareketinden dolayı bir felakete uğramandan korkuyoruz" diyerek yeğenlerini karşı konulmaz
bir ısrarla ayine götürdüler. Ama putun yakınana vardıklarında ilahi himayedeki aziz gencin aniden kaybolduğunu
farkettiler. Asil ve üstün genci bir müddet sonrra bulduklarında yüzü solgun ve korkmuştu.
Ebu Talib ve
halaları şaşırdılar.
-Ne oldu sana ya Muhammed?
-Başıma bir felaket gelmesinden
korkuyorum, buyurdular. Fakat amca ve halalar bu kanaatte değildiler.
-Kötülükler sana dokunmaz. sen üstün ahlak
ve müstesna bir hilkate sahipsin... Ne gördün asıl onu söyle?
-Bu putun yanına yaklaştığım
zaman beyazlar giymiş uzun boylu biri peydah olarak "Ya Muhammed geri çekil ve sakın puta el sürme", diyerek ikaz
etti. Putları yerin dibine batıracak dinin tebliğcisi olacak olan eşsiz insan, bir daha buna benzer merasimlere
hiç yaklaşmamışlardır. Efendimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" sadece u şenliklere katılmaktan
uzak durmamış; u vesile ile kesilen hayvanların etlerini dahi kabul etmemiştir. O üstün yaradılışlı
genç, yaşadığı zamanın her türlü abes ve kötü hallerinden korunuyor. İslamiyetin koyacağı
ölçüye uygun şekilde giyinikler. Bilinmeden bu hudut birazcık aşılsa nurdan mechul varlıklar hemen
müdahele ediyorlar.
Efendimiz, bir gece Mekke yakınlarında bir arkadaşıyla birlikte koyun güdüyorlar.
Arkadaşına:
-Eğer koyunlarıma bakarsan ben de Mekke'ye gidip gece masalları anlatılan
toplantılara katılayım, diyorlar.
-Olur, diyor diğer genç.
Peygamberimiz, Mekke dışındaki
ilk eve yaklaştıklarında def çalgı, ıslık sesleri işitiyorlar. Düğün var. Bir kenara
oturup seyre başlıyorlar. Ama hemen göz kapaklarına bir ağırlık çöküyor ve uyuyorlar. Güneşin
sıcaklığı ile uyandıklarında düğün-dernek bitmiştir.
Bu hadisenin aynen benzerini
bir kere daha yaşamış ve yine derin bir uykuya dalması sebebi ile eğlencelere seyir şeklinde
de olsa katılmamışlardır.
İlahi irade eşsiz varlığı hep aynı hal
ve aynı yol üzere tutuyor. Ne eğlence, ne gece masalları toplantısı, ne müşriklerin bayramı...
Bütün haram ve faydasız işlerden alıkonuyor.
Efendimiz yirmi, Hazret-i Ebu Bekr "radıyallahü anh"
onsekiz yaşında bulundukları esnada iki arkadaş ticaret için Şam yoluna koyuldular. Rahip Bahira'nın
bulunduğu manastırın civarına varınca Sevgili Peygamberimiz, bir gürgen ağacının altına
oturdular. Hazret-i Ebu Bekr de bir şey sormak üzere Bahira'ya gitti.
Bahira ağacın altında oturanı
sordu. Ebu Bekr "radıyallahü anh" efendimizden bahsedince Bahira:
-Vallahi o bir Peygamberdir. İsa aleyhisselam'dan
beri oraya kimse oturmamıştır, dedi.
Bahira'nın yeminle söylediği sözler bu ümmetin en üstünü
olan Ebu Bekr efendimizin kalbine işlemiş, Kainatın sultanı daha sonra peygambeliğini açıklayınca
bu güzel hatısanın da tesiriyle tereddütsüz iman etmişlerdir.
Güzel efendimiz, yirmi yaşlarında
bulundukları sırada Mekke'de yabancılarla zayıflar için mal, can ve namus emniyeti kalmamış,
anarşı ve zulüm kol geziyor olmuştu.
Ecnebi türccarların malları gasbedilip paraları
verilmiyordu...
Zilkade ayında Yemenli bir tacir, ticaret için bir deve yüklü mal getirmişti. Mekke'nin
tünınmışlarından As bin Va'il, tacirden malları aldı fakat bedelini ödemedi. Üzüntüden perişen
olan yabancı, söz sahibi bazı ailelere müracaat ettiyse de buralardan terslenerek döndü. Derin üzüntüye düşen
Yemenli, Ebu Kubeys dağına çıkarak feryatlar edip manzum bir ifade maruz kaldığı zulmü yüksek
sesle anlatmaya başladı.
Böyle feryatlarla şiir okurken Kureyş büyükleri de kabe'yi şerif
etrafında kümelenmiş sohbet ediyorlardı....
Bu haksızlık bardağı taşıran
son damla oldu. İlk harekete geçen ve başkalarını da harekete geçiren Sevgili efendimizin amcaları
Zübeyr oldu.
Meşhur ailelerin temsilcileri Mekke eşrafının önde gelenlerinden Abdullah bin Ced'a'nın
evinde toplandılar. Yemekten sonra asayişsizliği ve yapılan zulümleri aralarında konuştular.
Şehirde yerli-yabancı kimsnin haksızlığa uğramaması, mazlumların hakları alınıncaya
kadar onlarla birlikte hareket edilmesi, zulme mani olunması kararlaştırıldı; ve buna dair yemin
edildi. Yeryüzüne adelet ve huzuru getirecek olan efendimizin de fal şekilde rol aldığı o toplantıda
alınan karara, "Hılf-ul-Fudul Andlaşması" dendi. Gerçekten bu andlaşma, zulme mani olarak Mekke'de
tekrar asayişi getirmiştir. Peygamberimiz daha sonraki senelerde bir vesile ile eshabına bu bahse dair şunları
ifade buyurmuşlardı:
-Abdullah bin Ced'anın evinde yapılan andlaşmada ben de bulundum. Bence
o yemin, kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha kıymetlidir, Şimdi de böyle bir meclise davet
edilsem giderim.
Bu sözler adalete ne kadar değer verdiklerine en güzel misal....
Evet, insanların,
cinlerin ve Peygamberlerin en üstünü o sıralar yirmi yaşlarındalar. Kendilerine meleklerin ilk görünmeye başlaması
da bu günlere denk geliyor.
Melekler, sevgili Peygamberimizi birbirlerine göstererek:
-İşte bütün
alemin hidayetine sebep olacak Peygamber. Ama henüz davet zamanı gelmedi, diyor ve gözden kayboluyorlardı.
Peygamberimiz
yine yirmi yaşlarında bulundukları bu sıralarda Mekke'ye bir kahin kadın geldi... Bir Mekkeli nereden
aklına düştüyse kahineye:
-Söyle bakalım hangimizin ayağı makam-ı İbrahimdekine
benziyor? diye sordu. Adam, İbrahim aleyhisselamın Kabenin duvarlarını inşa ederken iskele olarak
kullandığı ve iki mübarek ayağının izi bulunan makamı kastediyordu.
Kahine:
-Şu
ince kum olan yere bir örtü sererek üzerinde yürürseniz söylerim.
Denilen yapılıd ve çıplak ayakla
örtünün üzerinden geçilmeye başlandı. Gecenin, örtü üzerinde ayak izi kalıyordu. Kadın dikkatle izlere
bakıyor... nihayet efendimiz yürüyünce:
-İşte, dedi. Makamı İbrahimdeki ayak izlerine benzeyen
izler....
..................
Hiç bir okula, hocaya gitmediği; üstelik annesiz-babasız büyüdüğü
halde efendimizin sahip olduğu üstün ahlak ve meziyet herkesi hayrete düşürüyor... Sakin, yumuşak sabırlı,
güler yüzlü, herkese karşı iyi, dürüst, cömert ve sayılamayacak kadar iyi huylar.... yirmi yaşındaki
bir insan bunları nereden öğrenmiş olabilir ki? Kimse bunu araştırmıyor.
Fakat herkes
O'ndaki benzersiz ahlaka hayran; bu yüzden O'na "el emin" lakabını vermişler. İsminden çok "inanılır
ve güvenilir doğru insan" demek olan el emin deniyor ve bu şekilde hitap ediliyor.
MUHAMMED'ÜL EMİN
MÜRAAT-İ EDEP ŞARTIYLA GİR NABİ, BU DERGAHA
METAF-İ KUDSİYANDIR, BÜSEGAH-I ENBİYADIR
BU Nabi
Annelerin annesi; annemiz... Hadice anne radıyallahü anha... ilerde Peygamberimize zevce olarak seçilmişlerin
seçilmişi.
Emsalsiz bir güzellik ve bu güzelliğin nurlandırdığı üstün akıl, erişilmez
iffet, gıptalar ötesi haya ve engin edeb.
Arabın en soylularından ve "tahire" temizlerin temizi ünvanlı
zengin bir kadın... beyi vefat etmiş. İsteyeni çok. Fakat bu üstün insan tevazu içinde yaşıyor ve
incil, Tevrat gibi ilahi kitabları tedkik ediyor.
Hadice radıyallahü anha annemiz, bu günlerde bir rüya
görüyor... ay gökyüzünden inerek göğsünden giriyor ve nuru kollarından dışarı çıkıyor...
bütün yeryüzü bu nurla ışıl ışıl. Cihan nurla yıkanıyor. Hayran kalınacak, aklı
alacak bir güzellik... manzara hiç bitmese...
Ama; seyrine doyulmayan manzara annemiz uyanırken bitecek ve istikbalde
hakikatine kavuşmak üzere rüyayı yorumlatmak için Varaka bin Nevfel ile görüşecektir.
Varaka, Hadice
validemizin amcasının oğlu... Putlara tapmayan bir alim kimse.
Yaşlı adam, rüyayı ilminin
rehberliğinde isabetli bir şekilde tabir etti.
-Şunu bilin ki ahir zaman Peygamberi dünyaya gelmiştir.
Kureyş kabilesinin Beni Haşim kolundan biri. Ya Hadice; sen bu Peygamberle evleneceksin. Evliliğinizde ona
vahiy gelecektir. İlk iman eden de sen olacaksın. Bu dinin nuru bütün alemi dolduracaktır... İşte
rüyan!
Hazret-i Hadice aldığı cevaba çok memnun oldu. Demek ki taçların en yücesi kendi başına
konacaktı. Şimdi dikkatle ama kimseye bir şey belli etmeden varaka Bin Nevfel'in anlattıklarının
aslına ereceği günleri gözlüyordu.
Acaba kimdi bu müstakbel Peygamber... kimdi saadetinin sultanı olacak
insan?
Bu sıra Hazret-i Hadice'nin zihnini en fazla buna benzer sualler meşgul etmeliydi...
Rüyaların
görüldüğü varaka bin Nevfel'in kendisinden söz ettiği o günlerde insanların en hayırlısı aziz
ve sevgili Peygamberimiz yarmibeş yaşına gelmişlerdi.
Bir gün halaları Atike hanım,
Ebu Talib'e gelerek yeğenlerinin evlenme yaşına girdiğini; bir çaresine bakmak lazım geldiğini
hatırlattı.
Ebu Talib, kardeşine hak verdi:
-Doğru diyorsun. Zihnim hep yeğenimizin
evlenme meselesi ile meşgul ama bu sırada elimiz de bir hayli sıkışık...
-Hadice Hatun'un
Şam'a kervan yollayacağını; ve kervanı emanet edeceği emin bir insan aradığını
işittim. Bu insan yeğenimiz olabilir. Zaten ona herkes "Muhammed'ül Emin" demiyor mu? O'ndan daha emin, daha dürüs
kimse yok ki... böylece biraz para kazanır. Eğer fikrimi isabetli buluyorsan Hadice ile konuşabilirim.
Ebu
Talib, razı oldu ama gönlü şanlı yeğenine bu işi layık görmüyordu. Bir de işin ucunda O'nun
için Şam yahudilerinin vereceği tehlike vardı... fakat çare de yoktu. Zira düğün yapacak imkandan mahrumdu.
Hakikaten Hadice annemiz Şam'a gidecek kervanla satılmak üzere yüklüce bir mal gönderecekti. Bu maksatla
kendisini temsil edcek hakka hukuka riayet eder dürüst birini arıyordu...
O, bu evsafta birini ararken bir gün
kapısı çalındı.
Gelen Atike hanımdı. Hadice anne, onu kabulden sonra,
-Ey arabın
hanımefendisi gerçi gelişin canıma minnet ama; bir emrin mi var? diye ziyaretinin sebebini anlamak istedi.
-Bilmiyorum duymuşluğun var mı benim bir yeğenim var, ismi Muhammed bin Abdullah'dır. Babam
Abdülmuttalib, kardeşim Abdullah vefat edince torununun yetişmesini bizzat kendi üzerine aldı ve dünyasını
değiştirmeden evvel O'nu oğullarından Ebu Talib'e emanet etti ve hakkında bir çok dikkat çekici güzel
şeyler söyledi. Bambaşka bir insan olan yeğenim şimdi yirmibeşinde. Evlenme çağı. Gel gör
ki Ebu Talib'in düğün yapmaya kudreti yok. Şam'a kervan göndereceğin kulağıma geldi. Eğer yeğenime
bu işi imanet edersen bir mikdar para kazanmış olur. Sana minnettar kalırız.
Zeki Hadice
anne anlatılanlarla rüyası arasında bir mana bağı gördü. Çok sevindi. Her halde son Peygambere; nuru
ile cihanı parlatacak olana dair izleri bulmuştu...
-Muhammed'i duydum. Doğru ve emin bir insan olduğunu
işitiyorum.Böyle bir insana başkasına takdir ettiğim ücretin çok daha fazlasını severek veririm.
Ama yine de O'nu bir kere görmem lazım. Zira bildiğiniz gibi ticari bir kervanın idaresi zor bir meslektir.
Bu sebeple bu çetin işi başarıp başaramayacağını kendisini görerek kanaat sahibi olmak
istiyorum.
Aslında Hazret-i Hadice'nin maksadı başkaydı. Tevrat ve İncil'de son peygamber
anlatılıyordu. Bu kitaplarda yazılı olan belirtiler acaba Atike'nin yeğeninde var mıydı;
yok muydu? Hadice radıyallahü anha bunu bilmek istiyordu.
Atike hanım yeğenini alıp götürmek için
veda ederek ayrıldı. Hadice validemiz, çok değerli bir misafir ağırlayacağı için zaten
çiçek gibi olan evine biraz daha tertip ve çeki düzen verdi ve hizmetçilerine mübarek efendimizden bahsederek biraz sonra
geleceklerini; onların teşrifinde büyük bir saygı ile karşılamalarını ve hizmeteleri en
ağırından yapmalarını tenbih ederek kendisi tekrar Tevratı alıp en büyük Peygambere ait
müjdeleri incelemeye başladı...
Bir müddet sonra Atike ile El Emin ünvanlı emsalsiz genç, İslamiyetten
önce de sonra da "Tahire" lakabını hakkıyla taşıyan sevgili annemizin evinde ve O'nun karşısında
idiler.
Yüksek misafirlere en itinalı hizmetler, en içten sevgilerle sunulurken hazret-i Hadice, Tevratta ahir
zaman Peygamberi için verilen bilgilerle Habibullah arasında mukayese yapıyordu.
Netice'de Hadice anne,
bu genci istikbalin/ muhteşem Peygamberi olacağına kesin olarak kanaat getirdi. Ve rüyasında Muhammed'ül
Emin'le alakalı olduğunu açık-seçik anladı... her şey gün gibi ortadaydı.
Bir çok insanın
evlenmek için her fedakarlığa razı olduğu Hadice, Kureyş'in bu fakir, fakat üstün ahlak ve yaradılışdaki
delikanlısı ile evlenecek ve bu genç, ilan edeceği dinle batıl namına ne varsa yerle bir ederek yepyeni
bir dünyanın kapısını aralayacaktı.
Fakat Hadice anne, hiç renk vermedi ve sezip anladıklarından
tek kelime anlatmadı. Üstelik düşündüklerini bir sır olarak sakladı. Akıllı kadın tedbiri
elden bırakmıyordu. Eğer bildiklerini açıklarsa bir çok zengin ve itibarlı kimse kızını
O'na vermeye kalkışabilirdi. Bu sebeple evleneceği zamana kadar O'nu hep gözden gizlemeye çalıştı.
Atike ile ücret meselesini de görüştükten sonra kervanın sefere çıkacağı günü tesbit ettiler,
ve Efendimizle Atike oradan ayrıldı. Ev sahibesi Peygamberimize seferde giymesi için bir elbise vermişti...
Hazret-i Hadice, efendimize önce hediye ettiğinden başka kıymetli bir elbise daha kaldırdı,
gösterişli bir deveyi süsleyip donatarak kölesi Meysere'ye şunu tenbih etti:
-Kervan Mekke'den uzaklaşıncaya
kadar Muhammedül Emin yol elbisesini giyecek ve basit bir deveyi kendi sürerek gidecektir. Ama şehirden iyice uzaklaşınca
O'na şu elbiseleri hediye ettiğimi söyleyerek giymesini rica et ve bu süslediğimiz deveye bindir ve yularını
da kendin çek; O'nun emrindesin ve hizmet karısın. İzni olmadan hiç bir iş yapma ve kendisini tahlikelere
karşı korumaya çalış. Ayıca işleri bir an evvel bitirip çabuk gelmenizi bekliyorum. Gecikmeniz
Kureyş ve Beni Haşim nezdinde mahçup olmamıza sebep olur. Şayet bu söylediklerimi yapabilirsen seni bol
mali ile memnun edeceğim.
Hareket günü meydan, seyir ve vedalaşmaya gelenlerle dolmuştu. Efendimizin
halası Atike hanım, o asil yeğenini elinde deve yuları ile görünce katlanılan bu mecburiyetten dolayı
çok üzüldü ve ağlayarak:
-Ey Abdülmuttalib, ey zemzem kuyusunu bulan ve ey Abdullah; yattığınız
yerden başınızı kaldırın da evladınızı görün.
Ebu Talib fanalaştı.
Hatta Sevgili Peygamberimiz de üzüldüler...
Hiçbiri Hazret-i Hadice'nin halkın nazarından saklamak için
O'nu böyle giydirdiğini ve kısa bir zaman sonra sultanlar gibi giyinerek gözalıcı bir deveye bineceğini
bilmiyorlardı...
Hatta üzülenler sadece efendimiz ve akrabaları değildi. Melerler dahi ağlayarak:
-Ya Rabbi! Bu Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem ki sen O'nu kendine sevgili seçtin, dediler.
Allahü tealadan
hitap geldi:
-Evet O benim habibimdir. Ama siz muhabbet sırrımı bilmez ve seven ve sevilenin arasındaki
esrara vakif olamazsın. Bu makamı kimse bilmez. Bu gizli işten kimse birşey anlamaz.
Ve kervan
hareket etti; kalabalık yavaş yavaş dağlıyor.
Kervan, tamamen şehirden uzaklaşınca,
Meysere,efendimize gelerek emrinde olduğunu söylidi ve Hadice validemizin aldığı kıymetli elbiseyi
takdim ile giymesine yardımcı olduktan sonra bu iş için ayrılmış deveyi getirdi ve:
Efendimiz
üzerinde olduğu halde hayvanın yularını kendisi çekmeye başladı. Sevgili Peygamberimize yapılan
bu imtiyazlı muamele aynı seferde bulunan Ebu Cehil vee Şeybe'yi hasetten çatlattı...
Meysere'yi
sıkıştırmaya başladılar:
-Şu yetime nedir bu iltifat! Üzerindekini al eskileri
giydir. O'na ağır işler ver. İşlerin altından kalkmasın ezilsin.
-Alemlere rahmet
olarak gelen bu genç ne yapmıştı ki onlara? Hiçbir şey. Hasetler Efendimizdeki iyiliği çekemiyorlar.
Meysere bu densizliğe dayanamadı:
-N'oluyor size? Sizin köleniz değilim herhalde! Hadice hanımın
kölesi olduğuma göre bana niçin karaşırsınız. Hanımefendinin emir ve talimatı böyle; anladınız
mı?
Dünyada sadece kötüler yaşamıyorlar ki!.... Aynı seferde bir de kadir bilir bir yolcu var.
İsmi Huzeyme bin Hakim Sülemi. Huzeyme aynı zamanda Hadice anneye akraba.. Az evvelki nadanların yetim diye
horladıkları iki cihanın sultanını öyle kalbden sevdi ki az zamanda, O'nunla dost olma bahtiyarlığına
kavuştu ve hep birlikte oldular.
Ebu Cehil'le Şeybe adlı zalimlerin o habis sözlerinden sonra Huzeyme
bin Hakim Süleminin Efendimize dostluk elini uzatması Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem kalbini ne kadar ferahlandırmıştır...
Huzeyme de Meysere de bir çok harikulade hallere şahid oldular. İşte biri:
İki deve ani
felc gibi bir rahatsızlık geçirdi. Kervan gitmesine rağmen zavallı hayvanlar yürüyemiyor. Meysere, bu
sırada orada olmayan sevgililer sevgili Peygamberimize koşuyor ve durumu naklederek:
-Ne yapacağız,
diyor.
Güzel efendimiz, sultani tvrı ile gelerek elleri ile develerin ayaklarını sığayarak
dua ettiler...
Hayvanlar birşey olmamış gibi ayakta.
Evet; O deminki mecalsiz develer, şimdi
kervanın en önünde yol alıyor:
Ya Rabbi, O mübarek eller bizleri de sığasın; Allahım
gül kokulu o elleri öpmemizi nasip et.
Hasta hayvanlardaki bu ani iyileşme Meysere ile Huzeyme'yi hayrete düşürdü
ve:
-Bu gencin namı ve şanı çok yüksek olacak, kanaatine vardılar.
............
Kervan,
Basraya geldiğinde Rahip Bahira'nın manastırına yakın bir yerde mola verdi... Geçen zaman içinde
Bahira vefat etmiş ve yerine Nestura rahip olmuştu.
Peygamberimiz, dinlenmek için bir kuru ağacın
altında oturdular, ağaç hemen yeşerdi, çiçek açtı ve meyve verdi. Çevrede bulunan diğer ağaçlar
da yapraklarla donandı.
Bu inanılmaz hadiseye pencereden bakarken gözleri ile şahid olan Nestura, bir
hızla aşağı inerek elinde bir sayfa olduğu halde bu farkı yolcunun yanına geldi ve soluk
soluğa:
-Lat ve Uzza hakkı için ismini söyle, dedi...
-Bana bundan daha ağır bir söz söylenmemiştir.
Nestura, diğerleri gibi efendimizin de bahsettiği putları kabul ettiğini zannederek böyle konuşmuştu.
Veya yabancıyı sınamak istiyordu.
Rahip aldığı cevap üzerine bir elindeki kağıda,
bir yabancının yüzüne baktı ve sonunda meysere ile Huzeyme'ye dönerek:
-İsa aleyhisselama İncili
gönderen Allah hakkı için söylüyorum ki bu son Peygamberdir... dedi ve iç geçirerek:
-Ah, keşke ben de O'na
vahiy nazil olacak zamana erseydim ve kendisine iman etseydim, diyerek Meysere ve Huzeymeyi şiddetle sarsan sözlerini
tamamladı.
Sonra Nestura, Huzeyme ve Meysere efendimizin yanından uzaklaştılar. Sevgili Peygamberimize
dair sohbet ediyorlardı.
Meysere, kızgın güneşte iki kurşun efendimizin başı üstünde
uçarak gölge yapmasını, ayaklarının altından su fışkırmasını, alnındaki
nuru, elini sürdüğü yemeklerin çoğalmasını ve hasta develerin iyileşmesini anlattı.
Rahip
-Uzun zamandır Allah'ın Sevgilisi ile konuşma devletine kavuşmayı gözlüyordum. Elhamdülillah
işmdi bu şerefe nail oldum. size dost nasihatim şudur: Bu sayfada yazılı olduğuna göre gerçi
O, herkese galip gelecektir. Lakin yine de düşmanlarından sakınmak lazım. En can dünşmanı Yahudiler...
Bu sebeple yanından fazla ayrımayın ve beni dinlerseniz Şam'a gitmeyin. Zira orada Yahudiler çoktur; kötülük
yapmalarından korkuyorum.
Akıllı Meysere ve Huzeyme, Rahip Nestura'yı dinleyerek getidikleri malları
Busra pazarına satışa çıkardılar.
Malları, bereket sebebi Sevgili Peygamberimiz hürmetine
güzel karlarla satılıyordu. Efendimiz de bizzat satış yapıyorlar.
Böyle mal satarken bir
müşteri, Peygamberimizin söylediği fiyatın doğruluğuna inanmayarak:
-Lat ve Uzza'ya yemin
et! dedi.
Efendimiz:
-Benim alemdeki tek düşmanım o bahsettiklerinrin. Yanlarından geçerken
başımı, görmemek için başka tarafa çeviririm. Nasıl onlar için yemin ederim?
Cevaptan irkilen
müşteri:
-Sen Mekkelisin galiba?!
-Evet
-Doğru söz, bu söylediklerindir, dedi.
-Meysere
ile Huzeyme'ye döndü:
-Vallahi, son peygamber bu arkadaşınız olacaktır. O mevcudatın özüdür.
bu alem ve öte alem Onun yüzüsuyu hatırına halkedilmiştir, dedi ve malı satın alarak gitti...
Efendimiz,
Meysere ve Huzeyme Hazret-i Hadice'nin mallarını Busra'da dolgun karla satarak Şam'a gitmediler.
Huzeyme,
sevgili arkadaşına:
-Bu gördüklerimle senin ahirzaman peygamberi olacağına iman ettim. Dostun
dostum, düşmanın düşmanımdır. Şimdi müsaadenle memleketime gitmek istiyorum. peygamberliğini
ilan edince yanına gelecek; sana tabi ve hizmetkar olacağım, dedi ve hakikaten Mekke'nin fethinden sonra gelerek
müslüman oldu...
...........
Meysere ile Efendimiz dönüşe geçtiler.Bir konak
lama yerine geldiklerinde
Hazreti Ebubekr de kendilerine katıldı.
Ebu Bekir radıyallahü anh Meysere'ye:
-Kervanın
gelmekte olduğu haberini Hadice hanıma bildirmek lazım; bunu da Muhammed'ül Emin'nin yapması en münasibdir;
ne dersin diye bir teklifte bulundu.
-Peygamberimizle Meysere fikri yerinde buldular. Meysere, hemen efendimizin develerini
kıymetli örtülerle donatmaya başladı.
Ebu Bekir radıyallahü enh sebebini sorunca Meysere:
-Hanımefendi
haberi götürene deveyi üstündekilerle hediye eder; bunu bildiğim için aziz arkadaşımızın iyi bir
hediyeye kavuşmasını arzu ediyorum diye cevap verdi.
tam bu sırada Ebu Cehil de yanlarına
gelmişti.
Konuşulanları işitince lafa karıştı:
-Muhammed henüz çocuktur
daha evvel sefere çıkmadığı için yolları da iyi bilmiyor başkasını gönderin...
Meysere'den
önce Ebubekr radayallahü enh atıldı. Kısa fakat manalı cevap verdi:
-Bütün alem onun çocuğu
sayılır.
Meysere bir mektup yazarak Hadice anneye verilmek üzere Peygamberimize teslim etti.
Efendimiz
yola çıktılar. Bir zaman gittikten sonra uyku bastırdı.
Bu sırada deve yolu kaybetti. Yüce
Allah, hemen Cebrail aleyhisselamı göndererek deveyi tekrar yoluna çektirdi ve üç günlük mesafeyi bir anda kat ettirerek
Tayyi mekanla Mekkeye ulaştırdı...
...Kervanın dönüşü yaklaşınca Hazret-i Hadice
bir grup cariye ile evin damına çıkar gelen olup olmadığına bakardı.
Yine böyle birgün
Hazret-i Hadice ile cariyeler bir taraftan konuşup bir tarafatan ufkulaşıp gelen yolları gözlerken birini
farkettiler.
Evet; bir gelen vardı ve iki kuş bu gelen yolcuyu yakıcı çöl güneşinden koruyordu.
Gelenin Sevgili Peygamberimiz olduğunu Hadice anne herkesten evvel tanıdı ama belli etmedi...
Peygamberimiz,
nihayet yanlarına geldi ve dua ederek mektubu verdi:
Meysere şunları yazmıştı:
"Bu
defa çok kar ettik. Muhemmd'ül Emin'in bereketi ile kazancımız umduğumuzdan fazla oldu."
Hadice radıyallahü
anha mektubu yazıp, Peygamberimize teslim etti ve deveyi zinetleri ile birlikte alelemlere rahmet olarak gönderilmişe
hediye etti.
Resulüllah mektubu alarak aynı gün içindeki kervana yetişti. Böyle bir şey imkansız
olduğu için Ebu Cehil sevinerek Meysere'ye:
-Bak beni dinlemedin. İşte yolunu şaşırmış
geri geliyor, al bakalım, dedi....
Meyerse, müteessir oldu.Ama biraz sonra Peygamberimiz gelerek cevabi mektubu
verince
herşey değişti ve Meysere:
-Ey Ebu Cehil, işte Hadice'nin mektubu.Demek ki sen
şaşırmışsın.
Bir kölenin bu sözleri Ebu Cehilin zoruna gitti:
-İnanmıyorum!Bukadar
mesafe aynı günde gidip
dönülmez.Ben şimdi işin aslını öğreneceğim.İşte
kölemi gönderiyorum.Yalan söylendiğini ortaya çıkaracağım dedi, ve kölesini Mekke'ye yolladı:
Ebu Cehilin kölesi Hazreti Hadice'ye gelip müjde vererek, müjde istiyince,Hadice anne:
-Muhammedül Emin müjde
getirmişti.Sen niçin geldin ki? diyerek hayretini bildirdi.
Köle mahcup halde geri döndü ve Ebu Cehil'in yanına
vardığında olanları anlatdı.Ebu Cehil,hakikata teslim olacağına kinini biledi.
......
Kervan kafileyle Mekke'ye girerken Hadice validemiz penceresinden gelenleri görüyordu... İki kuş efendimizin
başı üstünde gölge yapıyor ve O alnında gün gibi parlıyan nurla herkesten ayrılıyordu...
Hadice anne Meysere'yi kabul ettiğinde, O'na Efendimizin başı üstünde gördüğünü aslında melek
olan iki kuşu anlatınca Meysere:
-Bütün yolculuk boyunca kuşlar başının üstündeydi dedi
ve yaşadıkları ilahi hadiseleri, rahibin söylediklerini, develerin iyileşmesini, neler olmuşsa tek
tek hanımına bildirdi.
Hazret-i Hadice, Meysere'den bildiklerini saklamasını rica etti.
Son
olarak Peygemserimizle Meysere Busra'dan getirdikleri malları da Mekke pazarında satarak parasını Hazret-i
Hatice'ye teslim ettiler. Yapılan hesapta, Hadice validemizin gerçekten bu seferde ötekilerden çok kar ettiği anlaşıldı.
Ve çok memnun oldu... Para ve hediyelerle hizmeti geçenleri sevindirdi.
.....
Hadice anne, şahid olup
işittiklerini tekrar Varaka bin Nevfel'e götürdü.
Varaka:
-Muhammed'ül Emin'in son Peygamber olacağına
hiçbir şüphe kalmamıştır. Naklettiklerinin anlanı budur.
HATİCE'TÜL KÜBRA
KABÜL
EYLE CİVAR-I İZZETİNDE ÇEKMEYEN GURBET
BİLİRSİN KENDİ ŞEHRİMDE GARİBİM
YA RESULALLAH
NAZIM
Hadice, Hüveylid'in kızı. O da Kureyş'in Esed oğullarından.
Hadice,
radıyallahü anha, derin ilmi, kültürü, zenginliği güzelliği ve soyu ile devrindeki kadınların en
üstünü.
Daha evvel iki kere evlenmişliği var. ilk beyi vefat edince ikincisi ile hayatını belirtirmiş.
Bu da veba hastalığından ölünce dul kalmış. Bu kocalarından üç çocuk sahibi.
Bir çok
talibi var. Çevrenin seçkin erkekleri O'nunla evlenmek istiyorlar. "Evet" demesi için yapmayacakları fedakarlık
yok. Ama o, evlenme tekliflerine hep uzak ve menfi...
...Kimseyle evlenme fikrinde değil. Ta ki insanlığın
sultanını görene kadar. Şam'a kervan gönderme ile başlayan tanışma ve Peygamberimiz hakkında
işittikleri; gördükleri, en üstün kadında yavaş yavaş Muhammed'ül emin'le dünya evine girme fikrini doğrudur.
İslamiyetten önce "tahire", islamiyetten sonra ise buna ilaveten "Kübra" ünvanlı bu zeki ve alim kadın,
şimdiden gelecek yılları tahmin edebilmektedir... Zaman, bu ana kadar şahid olmadığı bir
büyük inkılabi yaşayacak ve bu inkılabını kahramanı amca himayesindeki Sevgili Peygamberimiz
olacaktır.
... İnsanlığın düştüğü şirk ve cehalet bataklığından
eşrefi mahlukat mevkiine çekip çakaracak en son ve en mükemmel dinin Peygamberi Muhammed'ül emin'dir.
O halde
O'na zevce olmak, ve O'nun kederinde ve neş'esinde yanında ve yardımcısı ve destekçisi omak bir kadının
dünyanın kuruluşundan kıyamet kopuncaya kadar kavuşabileceği en yüksek nimettir.
Bunu anladığı
andan itibaren Hadice anne, efendimizi adeta gözlerden saklamak, O'na dair sırları gizlemek istemiştir. Olur
ki bu hazineyi başka kadınlar da sezer. Bu bakımdan endişeli.
Elbette haklı; bölünmesi paylaşılması
mümkün olmayan bir şeref...
Şam seferinin üzerinden üç aya yakın bir zaman geçmiş olduğu
halde Hadice validemizi meşgul eden hep bu evlenme planıdır. Akl-ı fikri hep bu işte... nitekim,
niyetini akıllı ve tecrübeli bir kadın olan Nefise binti Münebbih sezer ve O'nu konuşturarak gönlünün
muradını anlar:
,-Ya Muhammed seni izdivaçtan alıkoyan nedir ki evlenmiyorsun, der.
-Kafi mikdarda
param yok...
Nefise'nin maksadı da bu cevabı almaktır.
-Peki öyleyse iffeti, dini diyaneti
yerinde, zengin ve güzel bir kadınla evlenmeye ne dersiniz?
-Kim bu hanım?
Nefise kadın, düşündükleri
evliliğin gerçekleşeceğine dair ilk işareti almış olmanın memnuniyeti ile cevap verir:
-Hadice binti Hüveylid!
-Kim aracı olacak?...
Nefise hatun bundan sonrasını şöyle
anlatıyor:
-"Bu hizmeti ben yapacağım, dedim ve Hadice'ye koşarak büyük müjdeyi verdim." Hadice,
amcası Amr bin Esede ile amcazadesi Varaka ibni Nevfel'li çağırttı. Ve fikrini onlara açarak aile büyükleri
olmaları sıfatı ile yardımlarını rica etti...
Hazret-i Hadice'nin amcası ve amcasının
oğlu Sevgili Peygamberimiz'e giderek O'nunla görüşüp düğün gününü konuştular ve yanından ayrıldılar.
Haber Ebu Talib ve kardeşlerini şaşırttı. Çünkü bir düğün yapacak mali imkana sahip değillerdi...
Onlar, bu endişe ve efkarda iken Peygamberimiz Hazret-i Ebu Bekr'in dükkanına gitti. Niyeti kendisini kırmayacak
bu dostundan ödünç para almaktı.
Ebu Bekr radıyallahü anh, aziz efendimizi uzaktan görünce kalbinde sevgi
biraz daha kabardı; ve kendi kendine şöyle niyet etti:
"Muhammedü'l emin benim en yakın dostum ve en
makbul arkadaşımdır. Eğer bir şey isterse asla geri çevirmeyeceğim."
Sevgili Peygamberimiz,
yanına vardığında Ebu Bekr efendimiz, arkadaşını biraz üzüntülü gördü. Sebebini anlayınca
kasayı açtı ve:
-İstediğin kadar alabilirsin, diye onu ferahlandırdı. Hazrez-i Ebu Bekr'e:
-Hiç bir işimde yardımını esirgemedin diyerek O'na dua buyurdular ve nikaha davet ettiler.
Seçkin
arkadaşları, davete:
-Başım gözüm üstüne, diyerek geleceklerini bildirdiler.
Peygamberimiz
ihtiyacı kadar para alarak bununla düğün haırlıkları yaptı.
Nikah, Hadice annemizin
konağında yapılacaktı.
Her taraf süslü ve donatılmış. Hadice radıyallahü anha,
cariye ve hizmetçilerine bundan sonra hür olduklarını, kendilerini bu düğün hatırına azad ettiğini
müjdeledikten sonra ellerine içi altın ve mücevher dolu tabaklar vererek Sevgili Peygamberimiz konaktan çeri girince
mübarek ayaklarına saçmalarını tenbih etti.
Efendimiz, amcası Hazret-i Hamza ile nikahın
yapılacağı Hazret-i Hadice'nin evine geldiler. Biraz sonra Ebu Talib ve Kureş'in diğer ileri gelenleri
de hazırdı.
Hazret-i Hadice'nin amcası Amr bin Esed ve amca çocukları ile kadın ve erkek
akrabalar daha önceden gelmişlerdi.
Hadice ikramlık olarak koyunlar kestirip yemekler hazırlatmıştı...
Yemekler yendikten sonra, Ebu Talib, devrin adeti gereği nefis bir konuşma yaptı:
-Allah'a
hamdolsun ki bizi İbrahim'in zürriyetinden, İsmail'in neslinden, Maad'ın cevherinden ve Mudar'ın kanından
yarattı. Ve Kabe'nin bekçisi, Mekke'nin mensubu ve halkın reisi yaptı... yeğenim Muhammed bin Abdullah
her Kureyşli'den üstündü. Kimse onunla mukayese ğdilemez. Gerçi malı azdır ama. Mal değimiz ne? Bir
gölge. Bir gün burada, yarın başka yerde. Yemin ederim ki, yeğenimin itibarı bundan sonra daha da yükselecektir.
İşte bu genç, şimdi sizden kızınız Hadice'yi helallığa istemektedir. muaccel ve müeccel
mehir olarak yirmi deve teklif etmektedir!..."
Ebu Talib'ten sonra da Varaka ibni Nevfel bir konuşma yaparak,
Ebu Talib'i tasdik etti. Ve kendilerinin de soylu bir sülele olduklarını ve hısım olmak istediklerini
bildirdi ve hazır olanları şahid tutarak kızlarını verdiklerini söyledi. Ebu Talib, Hadice radıyallahü
anhanın amcası Amr bin Esed'in de fikrini almak istedi. Amr:
-Şahid olun ki Hadice binti Huveylid'i
Muhammed'e verdim, diyerek rızasını açıkladı.
Konuşmalardan sonra herkesi neş'e
kapladı. Peygamberimiz iki deve kestirip yemekler vererek velime cemiyeti yaptılar.
Nikahı, İslami
usul ve esasa uygun olarak Varaka kıydı.
Efemdimiz yirmibeş, Hadice validemiz kırk yaşında
oldukları helde aynı gün Hadice radıyallahü anha ile evlendiler... Hadice annemiz de bütün malını
Sevgili Peygamberimize hediye etti ve kendisinin de O'na muhtaç olduğnu arzetti.
Ebu Talib de evinde bir deve
kestirerek, Kureyş eşrafını çağırdı ve Sevgli Peygamberimizle hanımını davet
etti... teşriflerinde sevincinden ağlayarak bütün üzüntülerinin gitmiş olduğunu söyledi...
Evlilikleri,
anlayışlı, müşfik, candan yardımcı Hazret-i Hadice'nin vefatına kadar yirmidört yıl
sürdü. O hayatta iken efendimiz başka bir kadınla evlenmedi.
Sevgili Peygamberimiz'in İbrahim ismindeki
çocuklarından başka bütün evletları Hadice validemizden dünyaya gelmiştir. İlk çocukları Kasım'dır.
Bu sebeple Peygamberimize "Ebül Kasım" denir... diğer çocukları: Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fatıma
ve Abdullah'dır.
böylece Hadice annemizden ikisi erkek dördü kız olmak üzere altı çocukları olmuştur.
Kızların büyüğü Zeynep, küçüğü Fatıma'dır. Babasının gözbebeği yavrusu Fatıma,
Efendimiz kırk yaşında iken düyaya gelmiştir.
Küçük Kasım'la Abdullah, Mekke'de olmak üzere
bütün çocukları kendileri hayatta iken vefat ettiler. Sadece göz nurları Fatıma anneciğimiz hariç. Bu
can yavruları kendilerinin büyük göçlerinden altı ay sona ebediyet alemine yollandılar...
... İşte
Sevgili Peygamberimizin bir bir yavrularını kaybetmeleri, Onların böylesine zor bir imtiha tabi tutulmaları
bazı müşrikleri zevklendiriyor. Bunlardan As bin Vail ismindeki küstah, "Muhammed'in nesli kurudu. Bundan böyle
ebterdir. Soyu bitti" deme cür'etinde bulununca bu ağır sözler yüce Allah'ı incitti ve Kevser suresini göndererek
bu sefil söze cevap verdi:
"-Asıl sana ebter diyenlerdir ki ebter olacaktır."
Elbette Rabbimizin
buyurduğu oldu ve sevggilisine dil uzatanlar kurumuş ağaçlara dönerken O'nun mübarek soyu Hazret-i Ali ve Hazeret-i
Fatıma evletları Hasan ve Hüseyin efendilerimizle devam etti. Hem de yüce Allah bu soya öyle bir bereket verdi ki,
başka hiç bir nesilde görülmeyen nve görülmeyecek şekilde Hazret-i Hüseyin çocukları Seyyidler ve Hazret-i
Hasan çocukları Şerifler çoğala çoğala bütün yer yüzüne yayıldılar.
ASIL HÜRRİYET
AF EDİP YA RAB BAĞIŞLA CÜRM-Ü İSYANIM BENİM,
HIFZ İLE AHİR NEFESDE SIDK
U İYMANIM BENİM
2. Sultan Mustafa Han (İkbali)
Sevgili peygamberimiz, Hadice validemizle evlendikten
sonra da ticaret yaptılar. Saib bin Abdullah'ı ortak almışlardı. Hisselerine düşen kazançla
fakir ve yetimlere yardım ediyorlardı.
Henüz vahiy gelmesine zaman var. Otuziki-otuüç yaşlarındalar.
Gözlerine nur görülüyor ve gaipten kendilerine isimleri ile hitap eden sesler duyuyorlar. Bunları sadece sevgili zevcelerine
açıyor; başka kimseye söz etmiyorlar...
Hadice validemiz, bir gün yeğeni Hakim bin Hizam'dan Şam'a
gittiğinde kendisine bir köle satın almasını rica ettiler.
Genç, halasının isteğini
Zeyd bin Harise'yi satın alarak yerine getirdi.
Zeyd, sekiz yaşlarında güzel bir çocuktu... bir gün
annesi ile birlikte akrabalarında misafir olarak bulunurken ev basılmış ve pazar yerine götürülüp köle
olarak satılmıştı.
Efendimiz, Zeyd'i Hazret-i Hadice'nin yanında görünce hanımından
mbu köleyi kendisine vermesini rica etti.
Aziz kadının Zeyd'i O'na hediye etmesi üzerine alemlere rahmet
olarak gelmiş merhamet sultanı, sallallahü aleyhi ve sellem, Zeyd'i derhal azad etti ve bundan böyle hür olduğnu,
istediği yere gidebileceğini müjdeledi.. ma; sevinçler içinde kalan yavrucak onları terk etmedi. Nasip ve hikmet.
Allah, öyle takdir etmiş ve o küçücük çocuk her hallerinden iyi insan iyi insan oldukları anlaşılan bu
aileden ayrılmamıştı...
Zeyd'in babası Haris'e yanık şiirler söyleyip ağlayarak
köşe bucak yavrucuğunu arıyordu.... annesi ise hasretten deli divane olmuştu... Hac zamanı Zeyd'in
kabilesinden bazı şahıslar Mekke'ye gelince Zeyd'i gördüler ve O'na ana babasının yana yakıla
kendisini aradığını haber verdiler.
Zeyd:
-Biliyorum, dedi. Ebeveynimin yokluğuma
ağlayıp beni aradığını biliyorum. Ama artık yorulmasınlar ve benim için oradan oraya
deve koşturarak aranmasınlar. Benim şimdi çok kıymetli insanların yanında bulunuyorum, dedi.
Adamlar, memleketlerine dönünce Zeyd'i gördüklerini, bulunduğu yeri ve konuşmalarını babasına
anlattılar.
Harise, yavrusunun hala köle olduğunu zannederek yanına fidye parası ve kardeşini
alarak Mekke'nin yolunu tuttu.
Günler süren bir yolculuktan sonra Peygamber efendimizi buldular ve yalvaran bir dille:
-Oğlumuz için kapına geldik. makul bir fidye-i necat iste derhal bu kurtulma parasını sana takdim
edelim ve can parçamızı alıp yurdumuza gidelim...
Sevgili Peygamberimiz:
-Oğulunuz kim,
diye sordular.
-Zeyd! Zeyd bin Harise.
-Paradan başka bir hal tarzı bulsak olmaz mı?
-Ne
gibi?
-Zeyd'i çağırarak serbet iradesi ile karar vermesini söyleyelim. Eğer sizinle dönmek isterse
fidye-i necat vermenize ihtiyaç yok; alıp götürebilirsiniz. Fakat beni tercih ederse Vallahi ben-beni tercih edene kimseyi
tercih etmem
Bu cevap Zeyd'in baba ve amcasını çok rahatlattı; sevindiler ve:
-Adil ve güzel
bir usül buldun, dediler...
Efendimiz Zeyd'i çağırttılar.
-Zeyd, bu misafirleri tanıyor
musun?
-Evet efendim, şu babam, şu da amcam.
-Pekala... baban ve amcan seni almaya gelmişler.
Beni biliyorsun. sana olan şefkatimi de biliyorsun... istersen beni tercih ederek burada kalırsın;
istersen babanla gidersin, karar senin?
Babası ve amcası heyecanla Zeyd'e döndüler:
Zeyd sakin ve
yaşının üstünde bir olgunlukla:
-Benim anam da babam da sensin. Ben, kimseyi sana üstün tutamam. Bu
mümkün değil!...
Cevap, Harise ile kardeşi Ka'b'ı kalbinden vurmuştu. Neye uğradıklarını
anlamıdlar.
Ancak:
-Yazıklar, yazıklar olsun sana!... Demek ki sen köleliği, hürriyete,
bana, amcana, annene ve kardeşlerine tercih ediyorsun ha? diyebildiler.
Renkleri kül gibi olmuştu, heyecandan
titriyor ve çaresizliğin pençesinde kıvranıyorlardı... son cevap büsbütün yaktı onları:
-Evet!...
Hiç bir zaman, hiç bir yerde kimseyi bu zata tercih edemem!...
Elbette Zeyd de ana-baba sevdiklerini üzdüğü için
üzülüyordu ama; ana-babaya tercih edilenler de var. Hele o, yakından tanıdığı bu büyük insan olursa...
nasıl bırakıp gitsin? Eğer kölelik buysa, hürriyet kaç para eder!...
Allahım bizi de O dünya
ve ahiretin; onsekizbin alemin en yükseğine köle et. O'na köle olmak ki asıl hürlüktür...
............
Sevgili
Peygamberimiz bir babayı üzerler mi... Kalbi yaralı bir insan o büyük kapıya gelsin de yine aynı yara,
aynı dertle geri dönsün; efendimiz buna razı olur mu?
Zeyd'in bu vefasına çok memnun olmuşlardı.
O'nu ve babası ile amcasını alarak Kureyşliler'in yanına gittiler. Ve Harise ile Kab'ı bir kere
daha şaşırttılar:
-Ey hazır olanlar! Şahid olun ki bundan sonra Zeyd benim oğlum
ve mirascımdır.
efendimiz, böylece Zeyd'i evlat edndiler. Ve bu muameleye hazır olan herkes şahid
oldu... harise ve kab, bu hareketten çok razı olarak, Peygamberimize teşekkür; evletlarına veda ederek Mekke'den
ayrıldılar...
Ahzab Suresi nasil oluncaya kadar Zeyd; "Zeyd Bin Muhammed" olarak anıldı... Bu
sure-i şerifin kırkıncı ayeti, evletlıkların öz babalarının ismi ile çağırılmasını
emretmesi üzerine bu nasipli gence yeniden "Harise Bin Zeyd" denilir olud...
O, öyle nasipli ki Hadice annemiz ve
Hazret-i Ali'den sonra islamiyeti kabul eden üçüncü insandır, radıyallahü anh.
Beyt-i Şerif... Şerefli
ev; Kabe.
Kabe'nin duvarları, sel suları, içinde bulunan ve hazine olarak kullanılan kuyudaki kazılar,
şiddetli sıcak ve şiddetli soğuk gibi tabiat şartları sebebiyle eskimiş.. yenilenmesi şart.
Ancak; yenilenme, duvarların İbrahim peygamberin kurduğu temellere kadar yıkılarak tekrar
inşası iele mümkün...
Kabile temsilcilerinin aralarındaki müzakerelerden sonra vadıkları
sonuç bu...
...ama, Kabe duvarlarını eskirmiş dahi olsa yıkmaya cesaret edemiyorlar.Ya başlarına
bir gelirse!!!
... kur'a çekerek duvarları paylaşmayı ve bu suretle yıkım faaliyetine başlamayı
bir sıkıntı ve hayır gelirse kimsenin bundan istisna edilmemiş olmasını kararlaştırdılar.
...kur'alar çekildi. her kabilenin yeri belli oldu.
Ne var ki beklenmedik bir şey daha oldu. Kabe-i Şerifin
içindeki kuyuya yerleşmiş ve kafası oğlak başı kadar olan bir koca yılan, kim, duvarlardan
bir parça yıkmak istese süzülüp duvara çıkarak onu öldürmek istiyordu...
Bu hal karşısında
kabe'nin tamir edilmesi imkansızdı...
Duası makbul kimseler buldular. bunlar, yılanın defedilmesi
ve kendilerine mukaddes binayı imara izin verilmesi için Allahü tealaya yalvardılar.
...Bu sırada yılan,
öğle sıcağında duvarlardan birinin üzerine çöreklenmiş uyuyordu.
Cenab-ı Hak, ağzı
dualıların yalvarışını kabul etti... aniden bir beyaz kuş görünerek, yılanı kaptığı
gibi götürerek Ciyad Dağı'na attı...
Sabileler, kendilerine ait yerleri İbrahim aleyhisselam'ın
attığı temele kadar yıkarak duvarları yenilemeye başladılar.
...duvarlar yükselip
sıra Hacer-ül Esved taşını yerine koymaya gelince her kabile bu şerefi kendisine mal etmek için diğerine
müsaade etmemeye başladı. Münakaşa çok şiddetlendi. Nerede ise kabileler bir birlerine girecek ve şiddetli
kan dökülecekti. Velid bin el Mugire yaşlı ve tecrübeli bir ihtiyardı. Zorlukla havayı yumuşattı
ve şu teklifte bulundu:
-Yarın Beni Şeybe kapısından ilk girecek olan şahıs, bu
ihtilafın hakemi olacak ve hal tarzı onun göstereceği şekil olacaktır.
Herkes teklifi yerinde
bulundu.
Ertesi gün mlerakla beklemeye başladılar. Acaba Beni Şeybe kapısı'ndan en önce kim
girecekti. Gelecek olanın şahsiyeti çok mühimdi. Böyle bir nizayı halledebilecek kabiliyette biri olcaktı;
yoksa bu ieşin altından kalkamayacaktı da kan gövdeyi mi götürecekti?
...herkes, bu ve benzeri kaygılar
içindeyken gözlenen kapıdan ilk geçip gelen Sevgili Peygamberimiz oldu...
Aaynı anda da bekleyenlerde büyük
bir rahatlama ve yüz hatlarında gevşeme izlenişordu. Zira O, Muhammed'ül Emindi, Ve en adil ve güzel karar
vereceğinden şüphe edilemezdi.
Problem, efendimize arzedildi ve çok vahim bir manzara olduğu ilave
edildi.
Peyşgamberimiz hemen misk kokukulu hırkalarını çıkarıp yere serdiler ve Hacer-ül
Esved taşını üzerine koydular. Sonra da her dört kabileden birer kişi istediler... bui temsilciler Muhammed'ül
Emin'in talimetıyla hırkanın birer ucundan tutarak duvara kaldırdılar. Peygamberimiz, mübarak cennet
taşını kendi elleriyle alarak yerine koydular.
Resulullahın otuzbeş yaşında bulunduğu
sırada cereyan eden tamir işinde bulundukları bsu ince ve manalı çözüm ile Mekke'de bir iç harbi önlenmiş
oluyor ve hadise günlerce konuşuluyordu.
..........
Sevgili Peygaberimizin geleceğini müjdeleyenlerden
biri de Iyad Kabilesinden Kass İbni Saide. Devrin en iyi hatiblerinden. Arapçayı billurdan kelimelerle çok mükemmel
şekilde tasarruf ediyor. Şu an Ukaz Panayırında. Çevresi dinliyenlerle sarılı. Dinliyicilerden
bazıları da yine iyi söz ustalarından.
Kass kızıl bir devenin üzerinde;yaşı, yüzü
geçmiş.
Kelimeleri seçerek, meneyı ve maksadı en iyi ifade eden kelimenin bütün tesir gücünü hesaplayarak
konuşuyor:
-Ey insanlar! Geliniz! Dinlemeye, bellemeye ve ibret almaya ihtiyacınız var!
Yaşayan
ölür, ölen fena bulur, olmacak ollur . Yağmur yağar, otllar biter. Çocuklar doğar; ana ve babalarının
yerini alır. Sonra onlar da gider, Vukuatın duru durağı yoktur. Birbirini takip eder. Kulak tutunuz; dikkat
ediniz. Haber var gökyüzünde, işaret var yeryüzündde. Yıldızlar yürür, denizler durur.
Gelen durmaz,
giden gelmez. Acaba gittikleri yerden hoşnud kaldıkları için mi dönmüyorlar yoksa orada tutulup uykuya mı
dalıyorlar.
Yemin ediyorum!...
Allah indinde öyle bir din var ki, şimdiki dininizden daha aziz daha
sevgili....
Yemin ediyorum!
Allah, bir Peygamber daha gönderecektir.
Yakında zuhur edecek...
gölgesi üstümüze düşmeye başladı.
O Pelgambere iman eden bahtılara ne saadet. O'nu inkar edecek
bahtsızlara yazıklar olsun.
Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere.
Ey insanlar!
Hani aba ve ecdat?
Hani süslü kaşhaneler?
Hani taş saraylar sahibi ad ve semud?
Hani
tanrılık iddia eden Firavun; ya Nemrud nerede?
Onlar sizden zengin ve kalabalıktı.
Toprak
onları değirmeninde öğüterek toz etti. Kemikleri bile kalmadı. Evleri ıssız ve kimsesiz.Yerlerini
ve yurdlarını şimdi köpekler şenlendiriyor.
Aman, aman! Onlar gibi kafil olmayın ve onların
izinde gitmeyin.
Her şey ölümlüdür.
Baki olan yalnız ve yalnız Cenab-ı Hak'dır.
Tapılacak
sadece Allah'dır.
Doğmamış ve doğurmamıştır.
Evvelkilerden nice nice
hikmetler geriğe kald.
Unutmayın ki ölüm ırmağına girecek kıyı çok; fakat kurtulcak
yeri yoktur... ister yaşlı, ister küçük, vadesi dolan bir saniye bekleyemeden göçüp gidiyor; bir daha geri gelmemek
üzere gidiyor.
Bunlar şüphesiz benim de sizin de akibetiniz.. İyi düşünün, nereden gelip nereye gidiyoruz;
niçin varız ve ne olacağız?...
... Kass İbni Saide, Sevgili Peygamberimizi haber veriyordu. Ama
ne tuhaftır kendisini dinleyenler arasında ahir zaman Peygamberinin bulunduğunu bilmeden konuşuyordu.
Bu sözlerden iki üç yıl gibi az bir zaman sonra islamiyet bütün insanlığa tebliğ edilmeye başlandı.
Yazık ki efendimiz insanlığı hakikate davet ederken Kass'ın ömrü bu daveti almaya yetmedi. Ölmüştü...
Sevgili Peygamberimiz, İslamiyeti yaymaya başladığında, Iyad kabilesinde Kass'ın yerini
yine O'nun gibi bir muvahhid olan Carud almıştı... Carud, bekledikleri son Peygamberin bir güneş gibi
zuhur ettiği haber alınca kabilesinin önde gelenlerini yanına alarak huzura çıkıp O'nun getirği
dini kabul ettiler.
Bir kabilenin bütünüyle müminler safına iltihakından memnun olan Peygamberimiz:
-İçinizde
Kass İbni Saide'yi bilen varmı? diye sordular.
Carud:
- Ya Resulallah; cümlemiz biliriz . Bilhassa
ben daha iyi tanırım. Çünkü hep O'nun yolundayım
Efendimiz:
- Kass İbni Saide'nin Suku
Ukaz'da kızıl tüylü bir devenin üzerinde olduğu halde, yaşayan ölür, ölen fena bulur, Olacak olur, diye
hutbe vermelerini unutamıyorum... daha başka şeyler de söylemişti. Hepsi hatırımda dağil.
Ebu Bekr radıyallahü anh:
- Ya Resulallah. O gün Suku Ukaz'da Kass'ı dinleyenler arasında ben
de vardım. Söylediklerinin tamamı aklımda dedi ve konuşmayı aynen tekrarladı. Carud'un bir arkadaşı
da izin alarak Kass'dan bir şiir okudu. Şiir çok açık bir şekilde Sevgili Peygamberimizi haber veriyordu.
Peygamberimiz, kendilerini büyük bir aşkla insanlığa duyurmaya çalışan Kass için şu
müjdeyi vererek O'nun dostlarını sevindirdiler.
-Ümit ederim ki, Cenab-ı Hak, O'nu kıyamet günü
tek başına bir ümmet olarak diriltecek ve bana yolluyacaktır.
BATMAYAN GÜNEŞİN DOĞUŞU
OKU! BÜTÜN MEVCUDATI YARATAN RABBİNİN İSMİYLE Kİ; O,İNSANI KAN PIHTISINDAN YARATTI,
OKU Kİ SENİN RABBİN KALEMLE YAZI YAZMAYI ÖĞRETEN, İNSANA BİLMEDİĞİNİ BİLDİREN
KERİMLERİN KERİMİ VE İHSAN SAHİBİDİR.
Alak suresi / 1-5
Sevgili Peygamberimiz,
sallallahü aleyhi ve sellem, ileride kendilerine damat ve yerlerine halife olacak Hazret-i Ali'yi henüz ufacık bir çocukken
yanlarına aldılar... doğduğu amdan beri onunla yakından meşgul oluyoırlardı. Ama,
çekilen şu kıtlık, himayelerine de almalarını gerektirdi...
Öncekilerden daha büyük bir kıtlık,
hali-vakti yerinde olanları bile sarsmış ve herkesi geçim darlığına düşmüştü.
Sıkıntı
içinde olanlardan biri de Ebu Talib; Hazret-i Ali'nin babası... Mübarek Peygamberimiz amcasını düşünüyor.
Çocukları çok olduğundan eli darda. Bunca iyiliğini gördüğü insanın yükünü hafifletmek için bir çare
bulmalı.... Akri halde Ebu Talib yoklukla mücadele ederken O'nun rahat olması mümkün değil.
Diğer
amcalardan Abbas'a gidiyorlar:
-Amcam Ebu Talib'in üyük sakıntıda olduğunu biliyorsun. Nüfusu kalabalık.
Çocuklardan birini sen birini de ben kendi evlerimize alırsak sanırım yükü hafifler. Fikrime ne dersin?
Hazret-i
Abbas, radıyallahü anh teklifi isabetli buldu. Birlikte Ebu Talib'in evine geldiler. Ve geliş maksatlarını
O'na izah ettiler.
Ebu Talib, kendisinin düşünülmü olmasına ve gösterilen vefa hissine memnun kalarak:
-Akil
ile Talib'i bana bırakın; diğer ikisini siz bilirsiniz, dedi.
Bunun üzerine Hazret-i Abbas Cafer radyallahü
anh'ı Efendimize Ali kerremallahü vecheh'i bakım ve himayelerine aldılar.
...böylece Ali radıyallahü
anh efendimiz, küçük yaşlarından itibaren önlerinde örnek ve taklid edilecek insan olarak kainatın baştacını
buldular... Bu iri siyah ifözlü buğday tenli, güler yüzlü güzel mi güzel çocuk, hep ona özendi, hep O'na benzemeye uğraştı,
O'nun yaptıklarını ölçü aldı vöe daha on yaşındayken Müslüman oldu.
Peygamberimiz otuzdokuz
yaşındalar... gündüz vukua gelecek hadiseleri uyku ile uyanıklık arasında iken gece rüyü olarak kendisine
gösteriliyor.
Rüyalar aynen çıkıyor.
Böylece insanlığın kurtarıcısı,
nübüvvetin kırkaltı cüzünden bir cüz olan bu sadık ve salih rüyalarla pelygamberliğe hazırlanıyor.
Yine bu sıralar "Ya Muhammed" diye sesler duymaya devam ediyorlar.
Büyük an'a; vahyin inzaline; peygamberlik
gelmesine altı ay var... bu günlerde yalnız kalmak istiyorlar. Yanlarına bir miktar yiyecek alarak Mekke'ye
bir saat uzaklıkta olan Hira Dağı'ndaki bir mağaraya gidiyorlar.
Derin gökler, engin çöl ve ıssız
ve sessiz Hira Dağı... Burada İbrahim Aleyhisselamın buyurduğu tarzda Rablerine ibadet ve muazzam
tefekkür içindeler.. Bazan Mekke'ye inerek Kabe-i Şerifi ziyaret ve tavaf ettikten sonra evlerine gelip bir müddet kalıp
ekmek, zeytin gibi azık alarak yine Hira dağı'na çekiliyorlar....
Bazı kadınlar da faaliyetteler.
Hadice Radıyallahü anha'nın kalbine fitne sokmaya çalışıyorlar. Dedikleri şu:
-Bak;
sen mal-mülk neyin varsa O'na bağışladın. Kocansa senden uzaklaşıyor. Herhalde seni sevmiyor!
Validemizin bu cahilce sözlere cevabı:
-bunlar benim ne aklıma ne hatırıma gelir. Yanılıyorsunuz.
O benle alakasını kesmez. kendisinde saadet nişanları ve Peygamberlik işaretleri var. Yıllardır
beklediklerimin yakında ortaya çıkacağını tahmin ediyorum.
-Hadice annenin üstün bir idrak
ve sezişle ortaya koyduğu tesbit tamamen isabetlidir.
Ramazan ayının ortaları. Bir gece efendimiz,
inzivada bulundukları Hira'dan evlerine dönüyorlar. Safa ile Merve arasına geldiklerinde bir ses ile derinden derine
ürperdiler:
-Ya Muhammed, sen Allah'ın Resulüsün, ben de Cebrailim...
Ses gökten geliyordu. Başlarını
kaldırdıklarında Cebrail Aleyhisselamı gördüler... İnsan şeklindeydi. Allahın sevgilisi,
meleklerin en üstünü ilk defa gördüklerinden tanıyamıdı.
..........
Acaba gördüğü ilahi
bir hadise mi idi yoksa cin veya şeytanlar mı kendisiyle uğraşıyorlardı.
Cebrail kaybolana
kadar bulundukları yerden kıpırdayamadan hep ona bakakaldılar.
Evlerine doğru yürümeye başladılar.
Yol boyunca kendilerine selam verildiğini işitiyorlar. Her tarafa baktıkları halde, taş ve ağaçlardan
gayrı bir şey görülmüyor. Taş ve ağaçlar, ahir zaman Nebisine;
-Aleyke Ya resulallah, diyerek,
selam veriyorlar. Efendimiz başlarına gelen bu fevkalede halden bayağı endişeye düşmüşlerdi.
Bu halin sırrı, hakikatı aslı neydi?
Büyük düşünce ve ızdorapla eve girdiler...
Hemen
kendilerini karşılayan zevceleri Hadice radıyallahü anha;
-Yüzünde bu ana kadar şahid olmadığım
bir nur müşahede ediyor ve bgüne kadar rastlamadığım bir güzel koku alıyorum, deyince:
-Ey
Hadice, bir takım seisler işitiyor ve ışıklar görüyorum, dedikten sonra şimdiye kadar yaşamadıkları
bazı haller içinde olduklarını ifade ettiler ve şöyle buyurdular:
-Cinlerin musallat olarak beni
kahin yapmalarından korkuyorum. Halbuki ben, putlardan da kahinlerden de nefret ediyorum.
-Allah seni üzmez ve
utandırmaz! Böyle deme ve korkma... A llah senin başına böyle birşeyler vermez. Cinler semtine bile gelmez.
Çünkü sen, öyle güzel ahlaklısın ki, sözlerin hep doğru, emanete daima riayet edersin. Akrabalarla bağını
kesmezsin, misafiri seversin, düşkünlere yardım edersin, başına felaket gelmişlerin imdadına
koşarsın... Lütfen sabır ve sebat göster. Bütün insanlığa Peygamber olacağına eminim. Korkma...
Bundan bir gün sonra; Miladi 611 tarihinin Şubatına denk gelen Ramazan ayının 17.gecesi. Güneş
henüz doğmamış. Ortalıkta çıt yok.. Dünya bir uçtan öbür uca kadar kalın bir sessizlik tabakası
ile kaplanmış gibi. O, Sallallahü aleyhi vessellem, bu ürpertici yalnızlıkla yine Hira Mağarasında
itikaf ve ibatdetle meşgulle...
Gece sehere doğru akıyor. İşte tam bu sırada mağarayı
bir ışık atomu en dip noktaları dahi aydınlatan bir nur doldurrdu. Sevgili Peygamberimizin karşısında
Cebrail Aleyhisselam. Çok güzel bir insan şeklinde. Üzerinde sırmalı atlastan bir cübbe var. Güzel kokular
sürünmüş.
Büyük melek konuşuyor. Konuşurken de semadan, dağlardan ve ağaçlardan sesi geliyor
Hayret verici bir hal.
Bu an kainatın yaşadığı en kıymetli zaman birimlerinden biridir...
Kırk beri tanıyan herkesin üstün ahlak ve yaradılışına tarifsiz bir hayranlık duyduğu
Muhammed'ül Emin, Alak Suresi'nin ilk beş ayeti ile Nebi olmaktadır.
Melek , ilahi emri iletiyor:
-Oku
/ İkra!
Efendimiz şaşırıyorlar:
-Okumuşluğum yok. / Ma ena bi-kari!
Bu
cevap üzerine vahiy meleği Peygamberimizi kucaklayarak kuvvetle sıktı ve tekrar :
-Oku! dedi.
Cevap
aynı:
-Okumuşluğum yok!
Cebrail, aleyhisselam, bir kere daha sıktı ve yine: -Oku;
Cevap:
-Okumuşluğum yok.
Cebrail, Peygamberimizi üçüncü defa sıkıp bıraktı
ve O'nu kalbinde surenin silmeyecek tarzda yer edecek hale geldiğini anlayınca ilahi fermanı nakletti.
-Oku!
Bütün mevcudatı halkeden Rabbinin ismiyle ki; O, insanı kap pıhtısından yarattı. Oku! Ki senin
Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmedeğini bildiren kerimlerin kerime ve ihsan sahibidir.
Peygamberimiz de ayetleri melekle birlikte okumuştu... Yirdmiüç yıl decam edecek olan vahiy başlamış
ve ebedi islam güneşi batmamak üzere bu gecenin seherinde doğmuştu.
-Cebrailin görünmesi, O'nu üç kere
sıkması ve sureyi ezberlemesi hepsi an bile denmeyecek bir kısa zaman parçası içinde olmuş ve büyük
melek gözden kaybolmuştu...
Sevigili Peygamberimiz, gelen surenin mehabeti ile ürpertilerle dolu olarak mağaradan
çıkıp evinin yolunu tuttular. Eve varır varmaz :
- Beni örtünüz! buyurarak heyacan ve ürpertileri geçene
kadar yatakta istirahat edip sakinleştikten sonra yaşadıklarını Hadice'ye anlattılar. Hala karşılarına
çıkan fevkaladeliğin rahmani mi şeytani mi olduğundan emin değiller.
İşin hakikatını
tahkik için Varaka Bin Nevfel'e gittiler. Artık gözleri görmez olmuş bu çok yaşlı ve alim zat, işin
doğrusunu onlara anlatabilirdi.Varaka efendimizi dienledikten sonra:
-Bahsettiğin, Cenab-ı Hakkın
Musa ve İsa Peygamberlere gönderdiği dürüstlük timsali manasında "namus-u ekber" ünvanlı cebraildir. Yemin
ederim ki sen İsa Aleyhisselamın haber verdiği son Peygambersin. Yakında ilahi emirleri tebliğ ve
cihad buyurulur. Keşki ben de genç olsaydım da seni kavmin Mekkeden Hicrete zorladıkları zaman yardımcı
olabilseydim.
Mekke'den mi çıkarılacağım?
-Evet seni yalan söylemekle itham edecekler.
Vahiy tebliğ edip de milletinden düşmanlık görmemiş Peygamber yoktur, dedi. Ve iki cihan güneşinin
alnından öperek uğurladı.
Efendimizin böylece Peygamber olarak vazifendirildiklerine şüpheleri
kalmadıe... Ama ilk vahiyden sonra üç yıl vahiy enmadi. Bu zaman içinde yine meleklerin büyüklerinden Mikail Aleyhisselam
gelerek Peygamberimize bazı bilgiler öğretiyordu.
Sevgili Peygamberimiz, bu devrede bazı vakitler üzüntü
ve tereddüte düşünce Cebrail Aleyhisselam görünerek:
-Ya Muhammed! Sen , Allah'ın Peygamberisin diyerek
O'ndaki üzüntüyü giderir ve huzurunu tazelerdi. Ancak Cebrail aleyhisselam bu görünmelerde yüce Allah'tan vahiy getirmiyordu...
YA EYYÜHEL
MÜDDESSİR
Ey örtülere bürünüp yatan!
Kalk inzar eyle ve rabbini tekbir et
Müddessir
Ya Resulallah! Biz cahiliyet zamanında yaşamış insanlarız. Putlara tapar,
öz çocuklarımızı kendi ellerimizle öldürürdük... bir küçük kızım vardı. Bir gün bunu yanıma
çağırdım; oyununu bırakıp sevinerek geldi. Yürümeye başladım; yavrucak da peşimdeydi.
Hem cıvıl cıvıl konuşuyor; hemde bana yetişmeye çalışıyordu. Evimizden epeyce
uzakta olan kuyunun başına kadar ben önde o arkada olarak yürüdük. Oraya varır varmaz çocuğun kolundan
tuttuğum gibi kuyuya
CİLT 4
Arkadaşlarım,
dostlarım, hısım ve akrabam ve kabilem! Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Resülullah / Ben, iman ediyorum ki Allah'dan
başka ilah yoktur ve Muhammed aleyhisselam, O'nun Peygamberidir. Puta tapmanız ise batıl ve gülünç bir ibadet
şekli.
-O nasıl laf öyle ey Cündeb? Sözünü geri al! İlahlarımıza asla hakaret edemezsin!
Yoksa sen de biz de onların gazabına uğrarız. Çabuk pişmanlığını dile getir.
- ......?!
-Olmaz! Söyleyen kim olursa olsun! Biz, putlarımıza hakaret ettirmeyiz. "Batıl"
dediğin ibadet, atalarımızdan bize tevarüs etti... bu patlara onlar taptılar; gözümüzü açtık bunu
gördük; biz de tapıyoruz. Sen şimdi hangi cesaretle ilahlarımıza saldırıyorsun?
Cündeb
bin Cünabe, sevgililer sevglisi; can sevgili aziz Peygamberimizin yüksek huzurlarında İslamla şereflendikten
sonra alemlerin efendisinin talimatı ile kavmini hidayete kavuşturmak için Gıfar kabilesine dönmüş ve
şimdi onları toplanmış olarak en son dini ve onun itikadını bildiriyor ve çığırından
çıkmış şu insanları sonsuz saadete davet ediyordu; Kitlenin taşkınlığını
Gıfar kabilesi'nin reisi Haffaf yatıştırdı:
-Susun!!! Susun! Önce anlatacaklarını
anlatsın. Sonra hükmümüzü veririz. Buyur ya Cündeb!
-... daha müslüman değildim. Bir gün Nuhem adlı
putun içmesi için bir tas süt götürüp önüne koydum. Az ayrılıp geriye baktığımda manzara çok çarpıcıydı...
bir köpek, sütün tamamını içtikden sonra bacağını kaldırıp Nuhem'i iyi bir ıslattı.
Bu nasıl ilah ki, karnı acıkıyor ve ancak kulların yardımı ile doyabiliyor? Bu
nasıl ilah ki, bir köpekten bile sakınamıyor? Sizin tanrı bildiğiniz aslında bir heykelden başka
bir şey değil! Aklı olan kendi eliyle yaptığına tapar mı?
Sözler, şimşek
gibi çakıyordu. O az önceki kaynayan cemaat yavaş yavaş durulmuş ve son cümleleri, başları önlerinde
dinlemişlerdi. Suç üstü yakalanmış insanlara benziyorlar...
Biri sordu:
-İyi de senin
Peygamberin nediyor; neden bahsediyor?
-O mu? O, dünya durdukça eskimeyecek, devre geçmeyecek ve her zaman ve her
mekanda kıymetini koruyacak olan cihan şümul ve çağlar üstü şeyleri bildiriyor.
Allah birdir...
doğmamıştır, doğurmamıştır, yemez içmez ve ölmez. Allah, herşeyin haliki ve sahibidir.
Benim Peygamberim, rengi, ırkı, mesleği, serveti, şeceresi ne olursa olsun bütün insanları işte
bu Allah'a kulluk etmeye davet ediyor. benim Peygamberim, insanları iyilik yapmaya, zinadan kaçmaya, kız çocuklarını
diri diri toprağa gömmekten vazgeçmeye, köle, yetim ve fakirlerin hukukuna riayet etmeye ve şurada sayamayacağım
daha nice güzelliğe çağırıyor... O, Resul olmadan önce de milleti nezdinde Muhammed'ül Emin olarak şöhret
bulmuştur. Emirdir ve doğrudur. Bütün ilahi kitaplar, bütün Peygamberler, O'nun son nebi olarak kainatı şereflendireceğini
haber verdiler. Size atalardan da kalsa bozuk bir dini terkederek son ve en üstün din olan İslamiyeti kabule gelin diyorum...
Kısa bir essizlik oldu. Sadece uçuşan kuşlar ve koşuşan hayvanlar duyuluyordu.
Kim
bu Cündeb? Veya tam ismi ile Cündeb bin Cünabe? Cündeb, Sevgili Peygamberimizin, sallallahü aleyhi ve sellem müslüman olduktan
sonra kendisine "Ebu Zer" künyesini verdikleri büyük sahabi Ebu Zer GIfari radıyallahü anh...
Gıfarlar,
Mekke kervanının yolu zerindeki bir yeri yurt ednmiş, gelip geçen ticaret kervanlarını, insanları
yağmalayan, ellerinde avuçlarında ne varsa alan putperest ve şerli bir dağlı kabile...
Cündeb,
iri-yarı, güçlü-kuvvetli bir Gıfarlı. Cesur ve atılgan biri.
Gücü-kuvveti ve cesareti ile kabilenin
en namlı yiğidi... işte bu yiğit adam, hilkatindeki saffet sebebi ile düşüne düşüne, yapılan
şu soygun ve çapulculuktan da, ilah zannedilen şu heykellerden de içten içe soğuyarak nefrete başladı.
Ve uzlete çekildi. Cündebe göre yaratıcı tek olmalıydı. O yüzden sık sık "Lailahe illahllah
diye bir cümleyi terarlıyor. Bu münzevi hayatı üç sene sürdü... Allah'a götürecek rehberi arıyor.
O'nu
böyle her şeyden habersiz olarak Allah'tan başka ilah yoktur" dediği günlerde Efendimiz'e de Peygamber olduğu
bildiriyor. İslamiyet, nur çemberleri halinde halka halka genişleyerek yayılıyor.
Bir gün Mekke'den,
biri, Gıfar kabilesine geldi ve bir tesadüf eseri Cündeb bin Cünabeyi de gördü... Cündeb arada bir "la ilahe illallah"
diyor; misafir şaşkın:
-Mekke'de biri var; senin bu söylediğin cümleyi o da söylüyor. Peygamber
olduğu iddiasında.
Cündeb pürdikkat adama döndü:
-Hangi kabileden?
-Kureyş...
Şöhretli
bir şair olan kardeşi Üneys'i buldu ve hemen Mekke'ye giderek sağlıklı bir haber toplamasını
istedi...
Üneys, Mekke'ye vardığında Sevgili Peygamberimizi gördü, sohbetinde bulundu ve ihsanlarına
nail oldu... hayranlığı çok büyük ama henüz müslüman değil. Tekrar ağabeyine geldi:
-Neler
öğrendin Üneys?
-Çok büyük bir zat. Hep iyilikleri emrediyor ve kötülükleri yasaklıyor.
-İnsanlar
O'nun hakkında ne diyor?
-Şair, kahin, sihirbaz gibi şeyler söylüyorlar... Ama yalan; çünkü sözlerini
bütün şairlerin mısraları ile mukayese ettim; hiç alakası yok. Kahin ve sihirbaz benzetmeleri ise sadece
iftira.Tebliği her sözünden üstün. Ve hiç bir söze benzemiyor. Bana kalırsa dedikleri hep doğru...
Öyleyse
bizzat gideyim... dedi ve eline değneğini alıp bir çıkına bir miktar yiyecek koyarak yola çıkarken
Üneys ikaz etti:
-Aman orada dikkatli davran. Çünkü düşmanları çok azgın.
Gerçekten bu sırada
müşrikler, garip, kimsesiz, ve fakir mü'minlere tarihin görebildiği en amansız işkencelere başlamışlardı...
Bu yüzden Cündeb Mekke'ye geldiğinde kimseye birşey soramadı. Kabeye gitti. ve orada beklemeye başladı.
Ne yapacağını, O'nu nasıl bulacağını bilmiyordu. Üç gün üç gece burada bekledi. Bu zaman
içinde yiyeceği bitmişti. Zemzem içmeye başladı. Hayret! Bu su kendisinin hem susuzluğunu gideriyor
hem de doyuruyor. Üçüncü gün Hazret-i Ali ile tanıştı. Ali radıyallahü anh'a itimat edip zarar vermeyeceğini
anlayınca geliş sebebini açıkladı...
Hazret-i Ali:
-Doğruyu buldun. Akıllı
insanmışsın. Ben şimdi o zata gidiyorum. Sen de beni arkadan takip et. Yolda zararı dokunacak bir
kafir görürsem pabucumu düzeltir gibi yapar ve bir duvar dibinde dururum. Sen yoluna gidersin.
Sokağa çıktılar.
Oh şükür ki kimsecikler yok.
İşte o an! Cündeb'in üç yıldır aradığı rehberi
bulduğu unutulmaz an. Devlethanede ve Allah'ın Resulünün huzurunda:
-Esselamü aleyküm!
...Bu, dinimizde
ilk verilen selam ve Cündeb de ilk selam veren insan.
Peygamberimiz:
-Allah'ın selamı senin de üzerine
olsun, diyerek kim olduğunu sual buyurdu.
-Gıfar kabilesinden efendim.
-Ne zamandan beri Mekkedesin?
-Üç gün üç gece...
-Ne yiyip ne içtin?
-Azığım bitince zemzemden gayrı bir şey
bulamadım. Ondan içtim, hem suya kandım hem karnım doydu.
-Zemzem mübarektir...
Daha sonra
Cündeb bin Cünabe, Sevgili Peygamberimizden nasıl Müslüman olacağını sordu. Resulullah, kelime-i şahedet'i
okudular. Ebu Zer Gifari de tekrar ederek mü'min ve sahabi olma yüce şerefine kavuştu... hiç bir telkin, davet ve
cebir olmadan kendiliğinden islamiyete koşmuştu. Ebu Zer radıyallahü anh, Müslüman olunca da doğru
Kabenin yanına vardı ve bağıra bağıra:
-Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü
enne Muhammedün Resulullah!!!
Arının deliğine çöp dürttü... müşrikler, aç kurtlar gibi üzerine
atılarak kainatın bir tanesini görmeye ve islamiyeti bulmanın cezbesini yaşayan büyük kahramanı taş,
sopa, kemik parçaları ile döve döve kanlar içinde bıraktılar.
Ebu Zer radiyallahü anh'ı ellerinden
Abbas güçlükle kurtardı:
-Ne yapıyorsunuz siz? Bu adam, kervan yolumuzun üzerinde bulunan bir kabileden.
Bir daha oradan nasıl geçersiniz?
İçindeki aşk ateşi ile hiç bir şeyi görmüyordu. Bir sonraki
gün yine aynı yerde bağırarak ilayı kelimettullaha hizmet ediyordu.
Yine kafirlerin hücumuna uğrayıp
ağır biçimde hırpalandı... Bu defa da Abbas, imdadına koşmuştu.
....
Sevgili
Peygamberimiz, Ebuzer radiyallahü annnh'ı huzura kabul ederek kimseye bir şey belli etmeden artık yurduna dönmesini
ve islamiyeti orada yaymasını emrettiler.
Beşeri güç-kuvvet ve cesareti, İslamın aşkı
ile hedefin bulan mübarek sahabi Peygamberinden emir ve talimatı alınca doğru kendi diyarına gelmiş
ve kabilesini tolayarak onları müslüman olmaya çağırıyordu.
En seçkinlerinden biri olan Cündeb'i
dinleyen Gıfarlılar, çarpıcı misallerle dinlerinden ve taptıklarından utanmaya başlamışlardı...
bir köpekten bile hakaret gören tanrı! Öyle şey mi olur? En evvel kabile reisi Haffaf, mümin olduğunu açıkladı,
ardından Ebu Zer'in kardeşi Üneys ve daha bir çoğu... Ebu Zer'de sevinç büyük, gözlerinin içi gülüyor.
Vurguncu,
soyguncu, insan kıymeti bilmez mbir oymaktan gök kubbenin en şahane yıldızları gibi muhteşem
insanlara... Kalbe iman nurunu düşmesi ile her şey, her şey değişiyor.
Büyük taktik...
Mekke'de
ağır ağır gelişen İslamiyet, Sevgili Peygamberimizin ince startejisi ile çevrede süratle yayılmaya
başlıyordu.
LA İLAHE İLLALLAH
BU BİR KİTAPTIR Kİ AYETLERİ İLE
EMİR VE YASAKLARI VA'D VE VA'İDLERİ AYIRMIŞTIR. ARABİ LİSANLA ALLAHÜ TEALA'DAN İNDİĞİNE
İNANAN KAVİMLERE CENNETİ MÜJDELEYİCİ VE İNANMAYANLARI CEHENNEMLE KORKUTUCUDUR. MÜŞRİKLERİN
ÇOĞU O'NU KABULDEN KAÇINIP, CAN KULAĞI İLE DİNLEMEZLER.
FUSSİLET
Ukaz panayırı.
Türlü türlü, renk renk mallar alıcıya çıkarılmış. Pazarlık yapanlar, para ödeyenler, yeni
mal getirenler... orta yaşta bir insanın hakim ve cesur bir eda ile şöyle seslendiği duyuluyor:
-Ey
insanlar! "La ilahe illallah" deyiniz ki kurtulasınız.
Bütün bakışların kendisine çevrildiği
bu kurtuluş habercisi münadi Sevgili Peygamberimizden başkası değil... ama O, pazar yerini böyle sokak-tezgah
gezip vahyi tebliğ ederken biri de O'nun ardınca dolaşıp,
-Aman ha! Sakın inanmayın,
diyor.
Efendimize musallat olmuş bu zulmet elçisi ise Ebu Leheb.
Ebu Leheb; yani insanların ebedi
saadete çıkan yollarını kesip felakete sürükleyen bir cehennem hizmetçilerinden biri.
Çevre kabileler,
Hacca geliyor. Beytullah'ı tavaf edip yurtlarına dönüyorlar... ama dinlerinin hükümsüz ve batıl olduğundan
haberleri yok. Boşa zahmet içindeler. Çünkü; Allah, sevgilisine Kur'an-ı kerim'i indirerek eski dinlerin hepsini
fesh etmiş bulunuyor...
Bu sebeple Peygamber efendimiz, Mekke'ye gelen bu ziyaretçileri karşılayarak
onlara yumuşak, tatlı, cezbedici bir üslub'la İslamiyeti anlatıyor.
Ve bu yabancılar anlıyor
ki şu yüksek ahlak güzelliğindeki bir zat, asla ve asla hakikate aykırı bir şey söylemez. O'nun anlattıkları
kalblerini imanla dolduruyor... hep müslüman oluyorlar...
Putları ile Allah'a ortak koşan Mekke kafirleri,
durumdan ciddi şekilde rahatsız... kendi içlerine ikilik soktuğu; baba ile evladı ayırdığı
yetmiyormuş gibi şimdi de komşu kabileleri bir bir safına çekiyor... bir çare bulmalılar buna; ama
nasıl?
Kureyş'in güngörmüşlerinden Velid bin Mugire, müşrikleri kendine çağırdı:
-İçinizdeki en yaşlı benim. Sözüme kulak verin. Şu felakete tez vakitte çare bulmalıyız.
Beni dinleyin!
-Aman söyle ey pir!
-...Mekke'ye hacca geliyorlar. Muhammed, bunları kendi dinine çekiyor.
Bir bir O'nun tarafına geçiyorlar. Akıbeti iyi görünmüyor. hem içten hem de etraftan sarılıyoruz. Farkında
mısınız?... Buna kısa zamanda mani olmazsak iş işten geçmiş olacak. Bir çare düşünmeliyiz.
-Sen daha iyi bilirsin ya Velid!
-Evet bir çare... O'nun için bir sıfat bulalım ve hepimiz bunu
kullanalım. Eğer Ebul Kasım için herkes bir şey söylerse bir yabancı buna inanır mı? Siz
olsanız inanır mısınız?
-Sen ne dersen o olsun. Mesela "kahin" veya "deli" desek...
-Bırakın
bu lafları!.. Öyle bir şey bulun ki tam yerine otursun... ben kahinleri bilirim. Muhammed'in dedikleri ile kahinlerin
söyledikleri arasında hiç bir yakınlık yok... deli demekse, deliliğin ta kendisi Sizde hiç akıl yok
mu?
-Sihirbaz desek?
Velid, kirli parmakları ile kırçıl sakalını kaşırken
gözü bir o yana bir bu yana kayarak karşısında oturmuş olanları süzüyor; manasız bakışları
ahmak çehrelerde dolaşıyordu. Bir köpek, şerlerinden kaçar gibi yan yan kaçarak kalabalıktan uzaklaştı...
Velid bir iki kere öksürdü ve:
-Sihirbaz; yani büyücü. Ama herkes onu yakından tanıyor. Çok fasih ve beliğ
ve mantıklı konuşuyor. Ne yapsak?
-En akıllımız en tecrübelimiz sensin. Senin dediğin
olsun.
Velid, kafasını yere eğdi, eliyle başlığını yana iterek saç diplerini
kaşıdı. Ve yılgın fakat intikam dolu bir lisanla:
-Evet, evet! Doğrusu yine sihirbaz
diyelim. Çünkü O, konuşmaları ile kardeşi kardeşten, babayı evladından, dostu dosttan koparıyor.
Fakat "O, sizin bildiğiniz sihirbazlardan değil; bir Babil sahirbazdır." deriz. Ortak sözümüz bu olsun.
Boşa
çaba!... ne yapsalar, başlarını hangi taşa çarpsalar boş.
Aciz kalmarı onları daha
da kurdurtuyor.
................
Kureyş'in önde gelenleri; servetlerine, asaletlerine, şöhretlerine
mağrur bu adamlar, kabe'nin dibine oturmuş. Efendimizi çekiştiriyorlar. Öfkeleri büyük. Kendi kendilerini suçluyorlar.
İçlerinden biri yumrukları ile havayı döverken ağzında tükrük kalmamış halde dili damağına
yapışa yapışa, boyun damarları şişe şişe bağrıyor:
-Bu ne haldir
böyle? Üzerimize ölü toprağı mı serpildi? O, bizi suçlar tanrılarımıza hakaret eder, dinimizi
reddeder ve aramızı açarken biz ne yapıyoruz? Hiç bir şey! Biz ki üstümüze toz kondurtmazdık... bu
miskinliktir, miskinlik...
Adam bağırmaktan mosmor kesilmişken, Efendimiz lafın üzerine geldi.
Bir anda ortalık buz gibi oldu. Serveri alem, doğruca Hacer'ül Evsed'e giderek huşu ile öpüp tavafa başladılar...
Allah ve Resulullah düşmanları ilk şaşkınlığını üzerinden atınca
salyalı ağızları ile Sevgili Peygamberimize hakaretler yağdırmaya başladılar... O'nun,
sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek yüzlerinde üzüntü ve nefret emareleri görülüyordu. Buna rağmen ilk tavafta sükutu
tercih ettiler. Ama durmuyorlar; ağır sözlerle itham ediyorlar... bunun üzerine kainatın efendisi, karşılarına
öyle muhteşem bir vakarla dikildiler ki, o deminki arslanlar birer uyuz çakala döndü... Peygamberimiz, istikballeri için
müthiş bir ihtarda buluyor. Titremeye başladılar.
-Ey Kureyş, beni dinleyin! Nefsim kudret elinde
o Allah hakkı için eğer İslam dinini kabul etmezseniz sizi koyun gibi keserim. Elimden kurtulacağınızı
sanmayın!..
Rabbim, "asaletmeabları" bir köleden daha zelil hale düşmüştü. Küçük adamlar yalvarıyor:
-Aman Ebul Kasım biz sana ne dedik ki! şey yani... sen bizden birisin zaten. Aman ibadetine devam et. Biz
sana nasıl karışırız?..
Efendimiz tavafa devam ettiler.
...Ama müşrikler yalan
söylüyor.
Peygamberimizin sözleri ile yıldırımla vurulmuşa dönmüş ve ancak ertesi gün kendilerine
gelebilmişlerdi. ve kendilerine gelir gelmez de Sevgili Peygamberimizi buldular. Allahın habibi, yine Kabeyi tavaf
ediyorlar.
Ukbe bin Ebi Muit, üzerlerine atılıp yakasına yapıştı. Öyle insafsız
sıkıyor ki Peygamberimiz güçlükle nefes alıyor. Hazret-i Ebu Bekir koşuyor; bu defa onun üzerine çullanıyorlar.
Fakat bu hareket gayretullaha dokunmuştu. Saldırganlardan ilahi intikam alıncak ve sonları felaket
olacaktır.
İşte:
Müşrik sürüsü, Kabenin yanında toplanmış and içiyorlar:
-Muhammedi gördüğümüz yerde derhal öldüreceğiz. Bu iş buraya kadar gider! Yetti artık!! İlk
defa hangimiz görürsek görelim anında öldüreceğiz. And mı?
-Andolsuh, andolsun...
... kötü
haber, Sevgili Peygamberimizin sevgili kızları Fatıma, radıyallahü anha, hazretlerine ulaşınca
mübarek kalpleri titredi. Ve üzüntüden şaşırmış bir hal ve nemli gözlerle babacığına
gelerek işittiğini nakletti.
Peygamberimiz yavrucuğunu teselli ederek, celal sıfatları ile
kafirlerin üzerine geldiler ve önlerine dikildiler. Kime baksalar; o müşrik heykel gibi olduğu yere mıhlanıyordu.
Hiç bir müşrikte yerinden kıpırdayacak mecal kalmadı.
Resullerin Resulü yere eğilerek bir
avuç toprak alıp müşriklere saçtılar...
... bu topraktan kime değdi ise o kafir Bedir savaşında
İslam mücahidleri tarafından öldürülerek, canı Cehennemi boyladı.
AŞK BUDUR
EBU BEKR'DEN
DAHA ÜSTÜN BİR KİMSENİN ÜZERİNE GÜNEŞ DOĞMAMIŞ VE BATMAMIŞTIR.
HADİS-İ
ŞERİF
Allah'ın Resulü, emsalsiz bir sabırla insanları hidayete çağırmaya devam
ediyor... Sıkıntılar, çileler ve tek tek müslüman olanlar... O, eziyetleri de rahmet gibi karşılıyor.
Daima şükür halinde. Evinde, Beytullah'da ve her müsait yerde Rabbine ibadetle meşgul. Kendisine tevdi edilen insanlığı
kurtarma vazifisinde yüce Allah'dan yardım istiyor, metanet diliyor...
İşte, mücessem bir nur gibi
Kabe'ye yürüyor. Alemlerin Rabbine iltica ederek yalvarıp dua edecek.
Ama bırakmıyorlar!... Kim? Bir
gurup münkir, Kabe çevresine toplanmış günün aktüel meselesi olan islamiyeti tartışıyorlar. Onlara
göre; bir adam çıkıyor ve şöyle giden bir cemiyeti tam aksi tarafa döndürmeye uğraşıyor. Yalnız
bir insan, asırlardır yerleşmiş olan her şeyi alt üst ederken kendileri ne yapıyor?
Buna
kızıyorlar. Pasif kaldıkları; varlık gösteremedikleri inancındalar. Boyun damarları şişe
şişe, ağızları köpüre köpüre, yürekleri gayzla dola-taşa konuşuyorlar. Bu aykırı
gidişi durdurmanın günü gelmiş de geçmektedir. Daha gecikme felaketi büyütmek olacaktır. öyleyse her imakını
kullanarak bu yeni dini söndürmek; hatta Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmak lazımdır...
Onlar böyle
hararetle konuşurken birden Kabe-i şerifi tavaf etmekte olan efendimizi gördüler... bu görme, aç kurtlar sürüsünün
bir ceylanı kırlarda yalnız başına dolaşırken görmesi gibiydi. işte bundan daha güzel
imkan, bundan daha müsait fırsat olamazdı ki!...
Kurtlar,O mübarek insana dört bir yandan saldırmak
üzere atıldı. Boğmak, öldürmek, kinlerini doyurmak niyetindeler! Ukbe bin Muayt'ın murdar elleri bir çelik
kelepçe gibi Sevgili Peygamberimizin boynunu sıkmakta... Bir yandan da yüce nebinin yüzüne tükürüyor... En zor an ve
tarihin şansız enstantanelerinden biri; iki cihan sultanı, zor nefes alıyor. Ukbe, işin farkında;
az daha sıksa nefesi kesilecek. Hep birden çullanıyorlar... Bir vahşet tablosu. Kendilerini iyiliğe, insanlığa,
İslamiyete ve ebedi güzelliğe çağıran hem de soylu, anlı namlı adamların ettiğine
bakın... Başlarına problem gibi gördükleri Sevgili Peygamberimizden kurtulmak üzereler... ama kurtulamıyacaklar.
Onların dert dediği ebedi saadet, an an, gün gün gelişecek ve nurun aydınlığı bütün cihanı
dolduracaktır.
Kafirler, Resulullah'ı böyle mecnun bir çılgınlıkla incitirler ve Ukbe ismindeki
canavar, Peygamberimizin nefesini kesmeye uğraşırken; Yüce Allah, bir küçük cilve ile onlara hedef şaşırtır
ve sevgilisini ellerinden kurtarır... Hazret-i Ebu Bekir, oradan geçiyor. İtişip kakışmakta olan
kalabalığın ortasında efendisi; efendimiz Muhammed mustafa, sallallahü aleyhi ve sellem'i fark etmekte
gecikmedi. Farkeder etmez de yıldırım gibi azgınların arasına daldı. Narası, müşrikleri
olduğu yerde durdurdu ve baışlar kendine döndü; Ukbe'nin parmakları gevşedi. bu ses de kimin? Bu
işe karışan da kim?
-Siz alemlerin Rabbinden ayet getiren ve Rabbim Allah'tır diyen birini mi
öldüreceksiniz?
İman, aşk ve ihlasla dolu sual, müşriklerin yüzünde kamçı gibi sakladı. Şimdi
öfkeleri daha katmerliydi.
Muhammed'e dinini yaymak için destek olması, atalarının dinini tert etmesi
yetmiyormuş gibi şimdi de ona arka çıkıyordu ha!... Peygamberimizi bırakarak O'nun aziz dostuna çullandılar.
Sakalını yoluyor, tekme-tokat yağdırıyorlardı. Utbe bin Rabia adlı insafsız, ayakkabısı
ile Hazret-i Ebu Bekr'in suratına, suratına vurarak yüzünü gözünü kan içinde koydu. Ebu Bekr, radıyallahü anh,
linç edilmek üzereydi ki Teymoğullarından bazıları yetişerek kendisini zor kurtardılar. Evine
sedye ile götürdüler.
Teymoğulları, eshabın en büyüğünün kabilesi... O'nu evine bıraktıktan
sonrra da bu alçaklığı yapanlara gelip:
-Ebu Bekr'e hele bir şey olsun, kozumuzu o zaman paylaşırız!!!
Diyerek içlerine derin korkular saldılar.
Saldırgan sürüsü, kuyruğunu bacak rasına saklayan suçlu
köpekler gibi süklüm büklüm oradan savuşup gözden kayboldular.
Efendimiz seçkin arkadaşı, gün batımına
kadar komadan çıkmadı... Gün, çölü bir sünger gibi eme eme ve her yeri tunca çevirerek batarken gözleri aralandı
ve dudakları kıpırdadı...
Evet; dudakları kıpırdadı... Başındakiler
sevinçle karışık telaşda... ne diyor; bir şey mi istiyor? Su mu, tabib mi, ilaç mı? Kulak tutuyorlar.
Sual, derin denizler gibi bereketli bir kalbden havalanan güvercinler gibi. Som aşk, som ihlas ve tam bağlılık:
Ebu Bekr, radıyallahü anh, kafası yarılmış, sakalı yolunmuş, yüzü gözü yara-bere
içinde ve bitkin bir halde iken mecalsiz bir sesle soruyor:
-Resulullah nicedir; ne yapar? O'na hakaret etmişlerdi...
İşte islam ahlakı ve işte mü'min. En zor zamanda bile kendi canının değil; canından
aziz bildiğinin derdinde. Sanki kendisi yoktur O vardır. Evet; bu yüce sahabi, O'nda fena bulmuştur. Bu sebeple
konuşabildiği; hislerini kelimelere söyletebildiği an, efendimiz ve O'nun sağlığını
soruyor...kendimi düşünmek arka planda.
Ev iyice tenhalaştı. Gelenler yavaş yavaş ayrılıyor:
Annesi Hazret-i Ebu Bekr'in başında oğlunun yanında eriyen bir mum gibi. Odanın loşluğundan
göz yaşları sesiz dökülüp duruyor...
Ordakiler annesine:
-Sor bakalım, diyorlar. Bir şey
içmek ister mi?
Anneciği suskun. az bekledi. Gözleri ile oğlunun yüzünü taradı ve yumuşak, tane
tane kelimelerle sordu.
-Canın ne ister evladım; karnın aç mı?
Sahabi ahlakında önce
can sonra canan değil, önce canan sonra can geliyor... önce; her şeyden önce varlık ve imanımızı
borçlu olduğumuz kainatın baş tacı.
Ebu Bekr efendimiz, kirpiklerini aralayarak annesinin üzüntülerin
kaynaştığı yüzüne baktı ve sordu:
-Resulullah nicedir; ne yapar?
-Bilmiyorum, dedi
Selma binti Sahr; arkadaşın hakkında malumatım yok...
-Hemen Ümmü Cemil'e git. O, Allah'ın
Resulü'nü bilir. Efendimin sağlık haberini bekliyorum,
Hazret-i Ebu Bekr'in annesi, az sonra Ümmü Cemil'in
evine gelerek oğlunun, Peygamberimizi merak ettiğini soruyor.
Ümmü Cemil radıyallahü anha, mü'mine
hanımlardan biri. Hattabın kızı; yani Hazret-i Ömer'e hemşire... Bir mümin basireti ile tedbirli
hareket ediyor ve Selma binti sahr'ın geliş sebebini belli etmeden anlamaya çalışıyor. Çünkü, Selma,
henüz müslüman değildir. Resulullah'a herhangi bir kötülük yapabilir. Belki de bunun için ağzını arayarak
bilgi topluyor. Bu yüzden:
-Bilmiyorum, diyor. Ne oğlun ne de Peygamberinin nerede ve nasıl oldukları
hakkında bir şey bilmiyorum.
Selma, oğlunun başından geçenleri anlatınca Ümmü Cemil:
-Haydi öyleyse Ebu Bekr'e gidelim; durumunu merak ettim, diyor.
Ümmü Cemil, radıyallahü anha, büyük sahabiyi
ağır hasta görünce:
-Allahü teala, o azgınların yaptıklarını karşılıksız
bırakmasın!...diye beddua etti...
Ebu Bekr, radıyallahü anh, Hattabın kızının dediği
ile belki de hiç alakadar olmadı. O'nun aklı ve gönlü başka yerde; aşık olduğu insanda.
Ümmü
Cemil'e sordu:
-Resulullah ne yapar; hali nicedir?
Misafir hanım, tedirgin ve alçak sesle cevap verdi.
-Anne burada; ya dediklerim duyarsa?
-Korkma! Ondan bir ziyan gelmez, sırrını söylemez!
Bunun
üzerine bu yüksek mümine sahabi, Ebu Bekr Efendimizi rahatlatan müjdeyi verdi:
-Çok şükür hayatta ve sıhhati
yerinde...
Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, sevindi ve bu güzel haberle kuvvet buldu. Sordu:
-Nerede;
kimin evinde?
-Efendimiz, şu an Erkam'ın hanesinde.
Hazret-i Ebu Bekr'in yüzünü bir huzur aydınlığı
doldurdu; rahatladı. Hoşnud oldu... Fakat yüksek aşkın söylettiğini dedi:
-Vallahi Resulullah'ı
gidip görmedikçe ne yer, ne içerim?
Ya ilahi bu nasıl sevgidir? önce canan sonra can. önce Resulullah, sonra
ben diyebilen ebedi misal...
-Sen şimdi kendini toparlamaya bak; istirahat et. El ayak sokaklardan çekilsin.
Herkes uykudayken gideriz.
Ve öyle yaptılar. evlerin pencereleri birer birer karanlığa gömülürken büyük
dost, annesi ve Ümmü Cemil'in desteği ile Erkam bin Erkam radıyallahü anh'ın evinin yoluna düştü.
Ebu
Bekr efendimiz, eve girince Resul aleyhisselam'a sarılıp öptü. Mü'minlerle kucaklaştı.
Peygamberimiz,
arkadaş bu büyük müslümana bir hayli üçüldüler.
...her ne hal olursa olsun kainatın efendisi üzülmemeli.
Ebu Bekr, ağır ağır konuşarak Habibullah'ı teselli etti ve:
-Ey Allah'ın
resulü, bu yanımda gördüğün dünyaya gelmeme vesile olan annem Selma.Müslüman olmasını istiyorum.Dua buyurmanız
halinde sonsuz felaketten kurtulacağına inanıyorum.
Sevgili Peygamberimiz,sallallahü aleyhi ve sellem,
Selma binti Sahr'ın hidayeti için Allahü teala'ya yalvardı.Duanın nbereketi ile Ebu Bekr efendimizin annesinin
kalbi yumuşadı; imana geldi ve Cehennem ateşinden kurtuldu. Böylece Selma radıyallahü anha da ilk müslümanlardan
olma şerefine nail oldu.
YARASALAR
BİZ, ONLARI KIYAMET GÜNÜ KÖRLER, DİLSİZLER VE SAĞIRLAR
OLARAK YÜZÜ KOYUN HAŞREDECEĞİZ. ONLARIN VARACAĞI YER CEHENNEMDİR Kİ ATEŞİ YAVAŞLADIKÇA;
BİZ, ONUN ALEVİNİ ARTIRIRIZ.
İşte böyle...
Önce dudak büktüler... az evveline kadar;
"en emin, çok dürüst, daima doğru sözlü, asla yalan söylemez", dedikleri insanı vahyi tebliğe başlayınca
dudak bükerek garipseyerek, söylediklerini gelip geçici bir hal olarak karşıladılar. Cin falan mı zarar
vermişti; bir hoş olmuştu bu genç adam... tahminleri boşa çıktı... en sağlam mantık,
en güçlü irade, en muhkem akıl, en temiz şuur O'nda görülüyor... bu defa; "bir menfaat koparmak niyetinde herhelde"diye
düşünerek teklif üstüne teklif yağdırdılar... kadın, para, mal, servet, liderlik, değer verdikleri
ne varsa önüne sermek istediler. Yeterki rahatları bozulmasın; karışanları olmasın, dünyaları
değişmesin, sözlerinin üstüne söz gelmesin.
...'ne de tuhaf şeyler oluyor. Veya olabilirmiş. Hele
şu Muhammed'e bakın. Bu ne cesaret, ne cür'et? Bu sayılanları da elinin tersiyle şöle bir kenara
itiyor ve dediklerini tavizsiz tekrarlıyor:'
Allah, sizin tapındığınız şu zavallı
heykeller değildir! Bunlar ne ki; basit bir eşya. İnsan eli ile şekillenmiş madde parçaları...
Allah birdir. Ne ortağı vardır, ne benzeri. Doğmamıştır, doğurmamıştır,
ölümsüzdür. Bildiğimiz ve bilmediğimiz; insan, hayvan, kuş, sürüngen, deniz mahlukları, kara yaratığı
ne varsa, hepsini o, doyurur. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyi o, yaratmıştır; yine o, öldürecektir.
öldükten sonra bir hayat daha vardır: Asıl ve ölümsüz dünya. Allah, istisnasız herkesi hasaba çekecektir. Peygamberleri
ile bildirdiği emir ve yasaklara uyanları, mükafaatlandıcak, o emir ve yasakları çiğneyenler ceza
görecektir. Yüce Allah'ın hoşnud kaldıkları cennete, razı olmadıkları cehenneme; yani ateşe
atılacak ve azap görecektir... bu dünya fanidir; geçici, bitici ve sonlu...
Ben, işte O Allah'ın habercisiyim;
size vahyini tebliğ ediyorum. Uyarsanız kurtulursunuz, düşmanlık yaparsanız Rabbimin buğz ve
lanetine uğrarsınız. İnsan, bütün mahlukların en üstünü ve ne şereflisidir. Dediklerimi içinde
bulunduğunuz hal, tuttuğunuz yolla bir kıyaslayın. Çünkü akıl denen nimet sadece insana mahsus. eğer
vicdanlı davranırsanız yanıldığınızı siz de anlarısınız.
'...kim
inanır bunlara canım... asil dedelerimizden beri, asırlardır sürüp gelen dinimizi, tanrılarımızı,
alışkanlıklarımızı, örfümüzü kim terk eder ki? Ama o da ne? Ebu Bekir gibi, zengin ve soylular
da müslüman oluyor. Bir aysbergin geldiğine şüphe yok. Öylese tehlike büyümeden ateş söndürülmeli, bu ateşin
dumanı tütmemeli. Bu ateşten alınan meş'aleler dünyanın dört tarafına koşturulmamalı...'
Evet; ilkin dudak kıvırarak küçümsediler. Sonra halli basit bir mesele olarak ele alıp efendimizin
ayaklarına dünya nimetlerini saçtılar. Sonra küçük gözdağları ile korkutmak istediler. O'nu yolundan çekip
alamayınca dozu giderek artan kötülüklere başladılar. Yoluna diken dökmeler, kapısının önüne
pislik atmalar ve evini taşlamalar:
...Sevgili Peygamberimiz'in devlethaneleri Ebu Leheb ile Ukbe bin Ebu Muayt'tın
evinin arasında iki yobaz adam, o mübarek, o öpülesi, yüz sürülesi eşiğin önüne kendi manalarını
ifade eden dışkı, leş vs. getirip atıyorlar. Ebu Leheb, bununla da kalmıyor. Resul aleyhisselamın
evini taşa tutuyor... bir adi ve sadist tabiat... Hazret-i Hamza, bir gün bu bayağı hareketin üzerine gelince
pislik dolu kabı Ebu Leheb'in kopasıca kafasına döküyor.
efendimizin dediği sadece şu:
-Ey
Abd-i Menaf oğulları bu nasıl komşuluk böyle? Bunu diyor ve kapısının önüne dökülenleri
süpürüyor.
Ümid ve sabır üzreler...
Bir kişinin daha Muhammedi olduğu işitilince müşrikler,
Arabistan çölleri kendilerine mezar olmuş gibi; bunaltan, nefeslerini kesen hislere kapılarak gözü dönmüşlüğün
en vahşi nevilerine sarılmaktan imtina etmiyorlar.
Mesela:
...bu, ne her tarafı granitlerle
dolu yerleri kazmayla yarmaya benziyor; ne de kumun, bütün sahrayı deniz dalgası gibi doldurduğu bir vasatı
zümrüt renkli yeşilliğe döndürmeye. İnsanın kalbini çevirmek, imanını değiştirmek
kayaları parçalamaktan; çölleri ormanlaştırmaktan çok daha zor. Bu sorluğu aşmaktaki tek imkan, Allah'ın
yardımı... efendimiz, gıtlağına kadar batağa gömülmüş ve bazı hareketleri ile beşer
üstünlüğünden uzaklaşıp hayvani derekeye yuvarlanmış şu insanların islamla şereflenmeleri
için Kabe'de namaza durmuş... kendisi için hiç bir şey istemiyor... kolları ilerde; avuçları semaya açılmış
olarak Rabbine tazarru halinde... dolu dizgin cehenneme at koşturan şu cahiller için yakarıyor.
Kendileri
için namaz kılınan, af dilenilen, göz yaşı dökülen yalvarılan, olmadık sıkıntılara
katlanılan o insanlar ne yapıyor? İşte bunlardan bir küme... ebu Cehil, Şeybe bin Rebia, Utbe binRebia,
Ukbe bin Ebi Muayt'ın da aralarında olduğu yedi kişi, Nebiler Sultanını ibadet halinde görünce
yılışık tavırlarla gelerek az ilerisinde yere oturdular. Onu seyrediyorlar. Son Resul, namaz kılarken
onlarkaş göz işaretleri, laf atmalarla kendi aşağılıklarını karikatürize ediyorlar.
Resulullah ve islamiyete karşı dinmez kinlerin sahibi Ebu Cehil, arkadaşlarına dönerek:
-Kim bir
deve işkembesi bularak şu adam, secdeye gittiğinde omuzuna koyabilir? diye sordu ve cevap bekleyen bakışları
ile arkadaşlarının yüzlerini yokladı... Bir kaç saniyelik sükutu Ukbe'nin sesi bozdu:
-Ben, dedi
ve demesi ile yerinden fırlaması bir oldu. Biraz sonra kanlı bir koca deve işkembesini sürüte sürüte Peygamberimizin
yanına vardı.
Ukbe, büyük Peygamber, secdeye gider gitmez işkembeyi iki kürek kemiği arasına
bıraktı... zavallı mahluklar, kahkahalardan kırılıyor. Otuz iki dişleri sayılabilir.
ne olacaktı; 'şimdi ne olacak; Muhammed nasıl bir reaksiyon gösterebilir?' Attıkları kahkahanın
şiddetinden gözlerinden yaşlar akıyor.
Bunlar, kainatın en mümtazını ne zannediyorlar
ki? Habis hareketlerine kendi seviyelerinde bir aksül'amel bekliyorlar ama hiç yorulmasınlar. O, İslam ahlakının
en zirvesindeki muazzam insan, hep vakar ve ciddiyet halinde... Bir şey olmamış gibi secdede... nurlu alnını
sahibinin huzuruna koymuş, başını kaldırmadan öylece bekliyor. Müşrikler, sanki bir zafer elde
etmiş gibi katıla katıla tepiniyorlar.
Bu sırada mü'minlerden Abdullah bin Mes'ud, radıyallahü
anh, oradan geçiyor... mübarek sahabi, birden çarpılmışa döndü... Olamaz; insan, bu kadar süflileşmez,
böyle adi bir hareketi yapacak kadar gözü kararamaz... Fakat bunlar; o Ebu Cehiller, Ukbe bin Muaytlar, şeklen insan;
sanki insan! Aslında hayvandan daha beter kimseler... Abdullah bin Mes'ud efendimiz, şaşkınlıktan
donmuş gibi ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemiyor. Olduğu yere mıhlanmış,
canından çok sevdiği Peygamberimizi dehşetli bir kederle seyrediyor. İşkembeyi, Sevgili Peygamberimizin
omuzundan atmaya yeltense öldüresiye dayak yiyecğine şüphe yok. Çünkü bu Sahabinin arkasında kavmi, kabilesi
mevcut değil. O yüzden bu rezilliği işleyenler, anında sırtlan gibi üstüne atılırlar.
Hadiseyi
Hazret-i Fatıma işitti. Koşa koşa gelerek mübarek babasının üstündeki necis şeyi fırlatıp
attı ve o kötülerinş kötü adamların yüzlerine haykıra haykıra bağırarak beddua ve hakaret
etti... Peygamberimiz, hayran kalınacak bir sakinlikle namazını ikmal ediyor; ve:
Bu düşmanlığı
yapanları Allahü teala'ya ısmarladı. Hem de üç defa tekrarlayarak.. Sanki yer gök titredi. Kafirler sırıtmayı
bırakarak endişelenmeye başladılar.
Dünya ve ahiretin en üstünü konuşuyor:
Allah'ım,
Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Rabia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım,
Şeybe bin Rebia'yı sana havale ediyorum! Allah'ım, Ukbe bin Muayt'ı sana havale ediyorum! Allah'ım,
Umeyye bin Helef'i sana havale ediyorum!Allah'ım, Velid bin Utbe'yi sana havale ediyorum! Allah'ım, Umare bin Velid'i
sana havale ediyorum!
Bunlar; insanlıktan habersiz, imandan nasipsiz bu zavallı bedbahtlar, Bedir muharebesinde
layık oldukları akıbeti buldular... ruhları cehennemi, güneşte kalarak kokan leşleri bir çukuru
boyladı...
Peygamberimizin bedduası ile yüzlerinin kanı çekilmiş ve kül gibi olmuşlardı.
O mukaddes mekanda yapılan duanın reddolmayacağını biliyorlardı. Lakin buna rağmen, kendilerini
bekleyen feci akıbete rağmen Seyyid'ül Mürselin'e sui kast ve sui muameleden geri durmadılar.
Mesela:
Resulullah Mescid-i Haram'da namaz kılıyor... Ebu Cehil yemin eerek açıklıyor ki, "O, secdeye
gittiğinde üzerine yürüyerek ayağım ile ensesine basacak ve yüzünü yerlere süreceğim." Guya, düşmanını
küçük düşürecek. Orası belli olmaz! Efendimiz, secdeye varınca seyirtiyor. Ama hızı çabuk kesiliyor.
Aniden yere çakılmış gibi durup geri kaçmaya başlıyor... kim, o; küçük düşen, mahcup olan, utanan;
kim o? O iri iri laflar eden Ebu Cehil, ummadığı bir şeyle karşılaşmıştı.
muhammed aleyhisselamla arasında alevlerin kaynaştığı derin bir uçurum görünce önce zınk diye
durmuş; sonra da yüzgeri ederek kaçmıştı:
-Ensesine basmaktan niye caydın? diye soranlara;
korku ve titreme ile:
-Siz, önümdeki ateş dolu uçurumu görmüyor musunuz? diyerek zelil bir mevkie düştü...
düştü ama; ibret alan nerede?
Yenilen bir türlü doymazmış. Ebu Cehil nam bu mağlup adam da öyle.
Yenik düşünce küfrü artıyor. Yine başından büyük laflar etmekte:
-Yemin olsun ki bu defa affetmeyeceğim!
Kararım kat'idir. Secdeye vardığı an kafasını taşla ezeceğim. Siz de şahid olun.
Şahid tuttuğu Kureyşli müşriklerdi. Gerçekten, onların da hazır bulunduğu bir gün,
efendimiz, yine namazda iken bir koca taşla üzerine yürüdü. Bir kaç adım atmıştı ki kaşı
kenara fırlatması ile geri kaçması bir oldu. Bu defa üzerine azgın bir canavarın saldırmak üzere
olduğunu görüyordu.
Gözleri görüyor ama kalb gözü kör olmuş. Arsızlığı elden bırakmıyor.
Mesela:
Bir gün Ebu Cehil ve Velid bin Mugire'nin başı çektiği bir küffar sürüsü Habibullah'ın
canına kıymak üzere O'nu takip ediyor; iz sürüyorlar. İşte kolladıkları fırsat: 'Muhammed
namaza durdu; Kur'an okuyor'. Önden Velid'i yolluyorlar. Velid elinde silahı koşuyor... Fakat o da ne? Ortada kimse
yok! Sesi geliyor ama kendisi mevcud değil. ne kadar uğraştıysa nafile. Arkadaşlarını yardıma
çağırdı. Topluca koştular. İşte ses şu tarafdan geliyor. haydi öyleyse o yana. Vay neler
oluyor öyle? Ses şimdi de aksi cihetten duyuluyor. Haydi bu tarafa. Bir o tarafa, bir bu tarafa nereye dönseler Peygamberimizin
sesi, aksi tarafdan geliyor... Sıcakta ter topuklarından çıktı; lakin O'nu, Sallallahü aleyhi ve sellem,
bulamadılar...
Sevgili peygamberimizin dünyayı nurlandırmalarından evvel başlayarak şu
dakikaya kadar mucize üstüne mucize görülüyor:
Mesela:
İns ve Cinnin Peygamberi, bir gün Hacun Yokuşu'nun
dibinde oturmuş istirahat ediyorlar.. yanlarında kimse yok. Azgınlardan Nadr bin Haris, Peygamberimizi böyle
ıssız bir yerde görünce:
-Tamam, dedi. Şimdi yapacağımı biliyorum. O'nu doğduğuna
pişman edeceğim.
Efendimize yaklaşınca gözleri yuvalarından fırlayacaktı. Mübarek
insanın başı üstünde müthiş aslanlar, ağızlarını açmış kuyruk sallayarak
satılmak için Nadr'ın yaklaşmasını bekliyorlardı... Mahallenin kabadayısı manzarayı
görünce yiğitliği kaçmakta buldu. Hem de öyle bir hızla ki ancak Ebu Cehel'in yanında soluklandı.
başından geçenleri anlatınca; Ebu Cehil, sözümona cesaret verdi:
-Aldırma; sihirlerinden biridir.
Kokuşmuş, mihverinden çıkmış dejener bir cemiyetin azgın temsilcileri; batıl adına
İslamın ocağını söndürmek için dört koldan saldırmıyorlar. Hedef, doğru sözlülerin
en doğrusu; en doğru haberci; muhbiri Sadık, sallallahü aleyhi ve sellem! İslam dini, bir güneş gibi
şafağı söke söke Mekke ufuklarına ağarken küfür parasaları, gurubu olmayan bu güneşin habercisine
işte bu ve benzeri zulüm ve eziyetler yapıyor ve öldürmeye teşebbüs ediyorlar... yarasalar, bu çabalar içindeyken
Ebu Talib ne alemde acaba? Hani sözü vardı. hayatta oldukça yeğenini koruyacaktı... elhak doğru. Ebu Talib,
sözünün eri mert bir Kureyşli. Yeğenine kötülük yapıldığını duyunca yerinde duramaz; hemen
bunu işleyenlerin peşine düşerdi:
Mesela:
Peygamber efendimiz, yine bir gün Allah'a ibadetle
meşgul namaz kılıyor. As bin Vail, Haris bin Kays, Esved bin Muttalib, Velid bin Mugire, Esved bin Abdi Yağves,
bunu haber alınca çocuk ve kölelerini toplayarak Sevgili Peygamberimizin namazda olduğu yere gelerek mübarek sırtına
kanlı kanlı pis bir işkembeyi çocuk ve köleler eliyle koyarak defolup gittiler. tam bir festival şamatası
yaşıyorlar.
...bu sırada Ebu Talib çıkageldi...
-Ne buhal yeğenim; kim yaptı
bu kepazeliği; çabuk söyle!..
Yüce Resul, bu işe karışanları tek tek saydı... amca,
derhal eve koşarak kılıcını ve kölesini aldı ve işkence yapanların arkasına düştü.
Kölesi işkembeyi taşıyordu... Şehrin sokaklarından birinde müşriklere yetişti. Henüz dağılmamışlardı.
Kılıcını çekti ve:
-Kimse konuşmasın; kellsinin uçmasını istemeyen gıkını
çıkarmasın, dedi ve kölesine, işkembeyi bu rezillerin suratlarına sür, hakaret nasıl olurmuş
görsünler!!! diye bağırdı.
kahraman çapulcularda şafak atmıştı. Ebu Talib'ten zaten
çekinirlerdi. Şah damarının hiddetden parmak gibi öne fırladığı; renginin kızgınlıktan
mosmor kesildiği şu ansa ödlerri kopmuştu. kölenin önünde taptıkları heykeller gibi cansız;
kımıldamadan durdular. Az sonrra suratları kan ve pislik içinde kalmıştı. İşkembe,
hepsinin yüzüne sürüldükten sonra Ebu Talib, onları kovdu; ardlarına bakmadan uzaklaştılar.
......
Uzaklaştılar ama; inadlarından dönmediler. Bunlar ve diğerleri; Sevgililer sevgilisi aziz Peygemberimizi
nerede görseler;
-Bakın; Cebrailin kendine de geldiğini söyleyen Muhammed işte burada... efendimiz,
bu yılan dili adamların zehir zemberek konuşmalarına çok müteessir oluyor ve iyilikler menbaı mübarek
kalbi kırılıyordu... Cebrail aleyhisselam, bu üzgün zamanlarından birinde Peygamberimize gelerek En'am
Suresi onuncu ayet-i kerimesini bildirdi:
-Andolsun ki (ey Resulüm) senden önce gönderilen Peygamberlerle de alay
edildi. Alay edenleri istihzalarının karşılığı olarak bela ve azap çepeçevre kuşatıverdi.
Resullerin Resulü, teselli bulup, ferahladı. Ne varki küfür, azgın dalgalar gibi üstüne üstüne geliyor.
Takip eden günlerde de alaylar, eğlenmeler, sataşmalar durmak bilmezken O, omuzlarında şereflerin en yükseği;
son Peygamberlik vazifesi olduğu halde samırla irşada devam ediyor.
Böyle üzgün bir gün tavaf yaparken
Cebrail aleyhisselam, geldi ve:
-Alay eenlerin hakkından gelmek için emir aldım, dedi.
Biraz sonra
önlerinden Velid bin Mugire geçmez mi? Büyük melek, büyük Peygambere:
-Bu nasıl bir insandır? dedi.
-Kulların
en kütülerinden biri.
Cebrail; Velid'in bacağını göstererek:
-Bunun işi tamam, dedi.
As
bin Vail göründü.
-Ya bu nasıl biri?
-Bu da kulların en kötülerinden.
Melek, As'ın
karnını işaret ederek:
-Onun da cezası tamam, dedi.
Cebrail, Esved bin Muttalip, Abb-i
Yağves, Haris bin kays geçerken tek tek isimlerini sordu ve Allah'ın sevgilisinin onlara da kızgın olduğunu
anlayınca; birincinin gözünü, ikincinin başını, üçüncünün karnını işaret ederek:
-Allahü
teala, mbunların şerrinden seni kurtardı. Yakındra her biri bir belaya duçar olacaktır, haberini
verdi.
... gerçekten az zaman sonra bu amansız kafirlerin her biri bir belaya uğrıdı... Velid'in
bacağına bir demir parçası saplandı; her tedbir çaresiz kaldı ve kan kaybından öldü, As bin
Vail'in ayağına diken battı. İlaçlar, hiç bir işe yaramadı. Ayak, deve boynu gibi şişti.
-Muhammed'in Allah'a beni öldürüyor! diyerek bağıra bağıra can verdi.
Esved bin Muttalib'in
iki gözü birden kör oldu. Cebrail aleyhisselam, bunun kafasını bir ağaca çarparak canını cehenneme
yolladı. Esved bin Abdi Yağves'in yüzü ve bedeni aniden simsiyah oldu. dehşete kapılarak evine koştu.
Öz ailesi O'nu tanımayarak kovdular. kahrından, başını, yüzüne kapanan kapıya vura vura intihar
etti...
Haris bin Kays'ın ölümüne ise bir tabak tuzlu balık yolaçtı. Sanki bir kaç tane balık
yememiş de koca bir tu dağını yalayarak bitirmiş gibi ne kadar su iştiyse kanmadı. Okyanusu
içse susuzluğunun gitmesi imkansızdı; ve bu sebeple suya kanamadan çatlayarak ölüp gitti.
Bunlar olurken
ders alınmıyor muydu; ibret nazarı ile bakan yok muydu? Nerede o basiret. Bilakis aksi yapılıyor.
Mesela:
Hakem isminde bir bahtsız, resululalh yolda yürürken onun arkasında ağzını,
gözünü, vücudunu oynatarak maymunluk yapıyor. Sevgili Peygamberimiz, Hakem'in bu maskaralığını görünce
hep öyle kalması için dua etti. Gerçekten ömrünün sonuna kadar Hakem'in ağzı, yüzü, organları oynadı,
durdu. hep öyle kaldı yani. Eden bulur.
.....
İşte böyle...
Dağ dağ sıkıntılar
göğüslenerek mesafeler aşılıyor. O, bir sevgili olduğu, ne varsa uğruna halkedildiği halde
yine de hakaretler, öldürme teşebbüslerri, zulümler... her şey kendi kaidesi içinde cereyan ediyor. yoksa yüce Allah,
elbette beşerin en mükbulüne her imkanı verebilir...
Mesela:
Bir gün, yine, efendimizi üzmüşler.
Bir kenarda oturmuş tefekkür ediyorlar. Bu sırada Cebrail aleyhisselam geliyor. Efendimizi selamlayarak O'na sözleri
ile kuvvet ve destek veriyor. Aslında Peygamberimizdeki kudretin kimsede olmadığını izaha çalışıyor:
-Şu karşıdaki ağacı yanına çağır, diyor.
Resulullah ağacı
çağırıyor; ağaç önlerine kadar geliyor.
-Gitmesini, söyle diyor Cebrail.
Ağaç Peygamberimizin
emri üzerine yerine yürüyor.
............
İLK ŞEHİDLER
ALLAH YOLUNDA ÖLDÜRÜLENLERE
ÖLÜ DEMEYİN! BİLAKİS ONLAR DİRİDİR; FAKAT SİZ BUNU ANLAYAMAZSINIZ.
BAKARA 154
Feyz
ve hidayet ocağının kapısında pençe pençe kan lekeleri... Müşrikler, akla gelebilen ve gelemeyen
her yolla insanlığın rehberini yıldırmak istiyorlar. Saadet ocağının kapısındaki
kanlı izler, bunun son işareti. Kureyşli dinsizler, bir kaba doldurdukları kana ellerini batırıyor
ve kanlı pençelerini o kapıya vuruyorlar... Sabah olduğunda Resuller önderinin kapısında pençe pençe
kan izleri görülüyor. Aslında kendi ruhlarının fotoğraflarını çıkarıyorlar. Yoksa
böyle gariplikler yapmakla ne elde edilebilir ki... ve bir şey elde edemiyorlar da. Bu sebeple bu safhada Sevgili Peygamberimiz'in
yakasından düşerek eshabı güzinden arkasız olanları seçip onlara tasalluta başlıyorlar.
Fakat kötü bir başlangıç. Küfür, azınlığın azınlığı durumunda olan hak yolun
yolcuları üzerine çok fena çullanmış ve dehşetli bir terör estirmeye başlamışlar. Bu şiddetli
baskı, yanardağ lavları gibi coşkun imana sahip ilk müslümanları İslamiyetten alamamışsa
da başka bir çok insanın müslümanlığını geciktirmiş ve hak dini tercih cesaretlerini kırmıştır.
Ağır ve geçmek bilmeyen günler. ne çileler. Allah'ım ne büyük imtihanlar!... kıpkırmızı
bir gonca gül tomurcuğu, çıplak kayayı zorlayıp çatlatarak yol bulmaya çalışıyor. İlk
müminler de cansız kayadan daha sert putperest bir cemiyeti zorlayarak ebedi saadetin fenerini yakmaya uzanıyor...
...karanlık bir mağaradan farksız Arabistan; Arabistan değil, bütün yer yüzü ışıl
ışıl bir dünyaya çevrilecek. O bir avuç Peygamber bağlısı, fısıltılarla konuşarak,
gizlice buluşarak gözden saklı köşelerde bunun imkanını araştırıyorlar. Bir yıldız
kümeciği, ayın nurunu kapayan kalın bulut tabakasını delmeye; zorlanıyor..
Ve, bu müslüman
öncülerin bayraklaşan hayatları; dünya durdukça söylenecek bir emsalsiz destan:
İsmi: Yasir İsmi:
Abdullah
Dini: İslam Dini: İslam
Akıbeti: Şehid Yasir'in oğlu
.... Akıbeti:
Şehid
İsmi: Sümeyye İsmi: Ammar
Dini: İslam Dini: İslam
Kocası:
Yasir Yasir'in oğlu
Akıbeti: Şehid Akıbeti: Sonsuz
peygamber dostluğu.
Yasir,
kimsesiz ve yoksul bir ademoğlu. Bir iş bulmak ümidi ile yollara düşerek memleti Yemen'e elveda ediyor ve günler
sonra vardığı Mekke'de Ebu Huzeyfe bin Mugire'yi buluyor; hizmetkar olarak yanında çalışma başlıyor.
Efendisi, Yasir'den ziyadesiyle memnun. Bu sebeple cariyesi Sümeyye ile evlendiriyor... Bunların Ammar ve Abdullah isminde
iki erkek evlatları dünyaya geliyor. İki nur topu. Çocuklar, büyüyüp yetişiyorlar. Ebu Huzeyfe ve kabilesi
Mahzumoğulları, Yasir'leri hep seviyorlar. Ama; bu temelsiz ve çürük bir sevgi. Hangi maksatla olursa olsun nefretle
yer değiştirebilen sevgiye sevgi denemez! Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve Sellem, tevhidin ihtişamlı
sancağını yükseltince Yasir, zevcesi Sümeyye ve oğulları Ammar ve Abdullah bir ağızdan
"La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" diyorlar.
Bu hem tasdik ve kabul ve hem de bir şeref sözüdür. Bu söz,
ciğerleri dolduran nefes ve kalbden yükselen aşkla hayrırıldıktan sonra yeni bir dünyanın kapısı
açılmış ve insanın varolma sebebi gayesini bulmuş demektir. bundan dolayı "buyur" denilen bu
saray kapısından giren hiç kimse ve hiç bir sebep geri döndüremez...
Mahzumoğulları, daha nice
şirk ehli ile birlikte bu hakikatten habersizdir. Onlar, kibirlerinin ördüğü gurur ve nefslerinin gafletinden olarak
felaketlerine sebep olacak işlerin peşindeler.
Ramda adlı kayalık bir gölge. Güneşin en yakıcı
olduğu saatler. Isı belki yetmiş-seksen derece belki de daha fazla.
Mahzumoğulları, dört
kişiyi kıskıvrak bağlamış, kızgın sacdan farksız bu taşlarda türlü işkencelerle
eziyet ederek İslamiyetten vazgeçirmeye çalışıyor... Bunlar Yasir, hanımı Sümeyye ve oğulları
Ammar ile Abdulah.. dilleri damaklarına yapışıyor, yedikleri kırbaç izlerinden söken kan, ayaklarına
doğru yol arıyor, beyinleri sıcaktan fokur fokur kaynıyor, taşlar ayaklarını pul pul yakıyor
ama imandan küfre dönme tekliflerini onlar yine de:
-Derimizi yüzseniz, hatta etimizi dilim dilim kesseniz biz yine
İslam dininden dönmeyiz! diyerek nefretle reddediyorlar.
Bir direniş ki, tarihin ender vak'alarından...
O gün ölgün ve bitkin hale gelen Yasir ailesi bırakılıyor. Fakat sair günler Lat ve Uzzaya taptırmak için
yapılan işkenceler gaddarca sürüp gidiyor...
.......
Bu dört sahabiyi şimdi de Batha denilen
yere götürmüşler orada işkence yapıyorlar. Birden Resulullah görünüyor. Eshabına yapılanlardan fevkalede
müteessir olarak üç kere aynı şeyi buyuruyorlar:
-Sabredin ey Yasir ailesi, sebredin ve sevinin ki mükafaatınız
cennet olacaktır!!...
O'nu görmüş olmak; sesini duymak, zulüm altındaki bu dört sahabiyi biraz ferahlandırıyor.
Yasir, merakle soruyor:
-Ya Resulallah! Günler hep böyle mi geçecek?
Sevgili Peygamberimiz, suali bir dua
ile cvaplandırıyorlar:
-Allahım! Yasirailesine rahmet ve mağfiretini ihsan eyle...
Hazret-i
Resul'ün oradan ayrılmasından bir süre sonra Yasir, radıyallahü anh, insanın tahammül kuderetini aşan,
işkencelere dayanamayarak ruhunu "rahmet ve mağfiret" sahibine teslim etti.
İlk şehid!...
İslam,
ilk şehidini verdi...
Ebedi hakikat yoluna can feda edildi. Akın akın gelecek şehidler ordusunun
ilk neferi şahadet şerbeti içti. O şanlı şehide bin selam olsun!
...Yasir, hanımı
ve oğulları önünde işkence göre göre can verdi. Ama zulüm durmadı. Kafirlerin gözleri kan çanağı.
Terden sırılsıklam olmuşlar, takatleri kesilmiş; fakat doymaz zalim hınçları ile diğer
üç mümini dövmeye devam ediyorlar. İşte atılan bir okla Abdullah da cennete kanat açıyor.
Baş
kafir Ebu Cehil, Sümeyye, radıyallahü anha'ya hem vuruyor; hem lisanla hakaret ediyor. Sümeyye hatun, bu çirkin hareketlerden
birine cevap verince hayasızca saldıran ebu Cehil kelbi mübarek kadının ayaklarına ip taktırarak
beklemekte olan iki deveye bağlatıyor ve hayvanlar, sür'atle zıt istikametlere sürülüyor.
...ve dehşetli
an! Tüyler diken diken havada. Sümeyye latun parçalanırken çığlık çığlığa söylediği
kelime-i Tevhid, çelik bir kırbaç gibi Ebu Cehil'in yüzünde şaklıyor.
Bu da ilk kadın şehid?
Bu alçak muameleye; bu fütursuz kahpeliğe maruz kalan imanımızı borçlu olduğumuz o çilekeş büyük
insanlar için sicim gibi göz yaşı dökülse yeridir...
Şehadet mertebesini yaratana şükolsun.
Ölüm
acısını duymayan, sorgu sual görmeyenlere rahmet; cesedi çürümeyen, bilmediğimiz bir hayatla diri olanlara
selam olsun!
Onlar ki şehid'dir.
Babası, kardeşi ve annesi gözleri önünde öldürülen Ammar'ı
hayatta tutan tek kuvvet imanı. Yoksa annesinin o feci ölüm şekline yürek mi dayanır? kendisine yapılan
eziyetlerse işkence ismindeki vahşetin tam ifadesi. Bir zırh giydirilerek dehşetli güneşin altında
tutuluyor. Sıcaktan kor ateşteki demir gibi yanan zırh, Ammar radıyallahü anh'ı kavurdukça kavurdu
ve kemiklerinin içindeki iliği bile eritti... "Öldü!" diyerek çekip gittiler. Bu büyük İslam kahramanı saatler
sonra kendine geldiğinde bütün kuvvetini toplayarak binbir zorlukla Resulullah'ın huzuruna çıktı. O dağ
gibi babayiğit insan çökmüştü..
-Ya Resulallah! Azabın her çeşidini tattık... dedi ve ağlamaya
başladı.
Sevgili peygamberimiz sabrın zirvesindeki bu çileli insanın mübarek göz yaşlarını
mübarek elleri ile silerek gönlünü aldıktan sonra dua buyurdular:
-Allahım! Sen de Ammar sülalesinden hiç
kimseye cehennem azabını tattırma...
.......
Mü'minler, er an tehlikede. Müşriklerin ne
zaman, hangi köşebaşında saldıracakları meçhul. Öyle bir-iki eziyet yapıp bırakmak da yok.
Ellerine geçirdikleri yerde ısrar ve tehdiktlerle önce "dininden dön! Muhammede uyma!" tehdidini savuruyorlar. İstekleri
reddolununca da gelsin alçakça işkenceler. bunlar, sadece kafir olsa neyse; aynı zamanda kör vicdanlı birer
zalim.
İşte yine Ammar radıyallahü anh'ı yakalamışlar. Mübarek sahabi ateşle dağlanıyor.
-Lat ve Uzzaya inan! Muhammed'in Allah'ını inkar et!!! Haydi söyle! İnkar ettiğini de; desene!!!
Yoksa ölümlerden ölüm beğen Yemen dilencisi!!!
Bu mümkün mü? O'na arkadaş O'na sahabi olma derecesine kavuşan
biri bundan döner mi?
-Hayır!!! Putperestliğe asla dönmeyeceğim! ben artık hak yoladıyım.
La ilahe illallah Muhammedün Resulüllah!
Ucu pul kızarmış demir, vücuduna değdikçe "cazz" diye
bir ses; yanık bir et kokusu ve dişlerini birbirini öğütürcesine sıkıp yüzünü buruşturan Ammar'ın
"Allah!!!" diye yükselen feryadı. Feryat veya münkirlere verilen en büyük cevap! Bir protesto; muazzam reddiye. Efendimiz,
sulmün tam üzerine geldiler. her şeyi çok büyük bir ızdırapla görüyorlar. Kadife gibi yumuşak elleri ile
büyük mazlumun başını okşadıktan sonra ateşe:
-Ey ateş! İbrahimi yakmadığın
gibi Ammar'ı da yakma! O'na da serin ve selamet ol, buyurdular.
Dua anında kabul edilmiş; işkence
demiri buz gibi olmuştu. müşrikler, hayrette; lakin gözleri ile gördükleri mucizeye rağmen imana uzaklar. Bazan
da bü yüksek sahabiyi boğulsun diye derin kuyulara atıyor veya güneşin altına yatırarak koca kayaları
göğsüne koyuyorlar. Niçin? Müslüman diye; kendileri gibi inanmıyor diye? Bu hangi seviyededir! Bu nasıl insanlıktır?
Katmerli cahillik!
Bu sıkıntılar içinde dahi sabahlara kadar namaz kılıyor ve ibadet ediyor...
namazın en zor hatta imkansız şartlarda bile terkedilemeyeceğine canlı, çarpıcı ve ibretli
misal. Rahat yataklardan çıkıp namaza kavuşmayanlar, hangi müdafaanın çürük gerekçesine sığınabilir?
İşkencelerden kalan yara izleri, ömrünün sonuna kadar vücudundan silinmedi... en gerçek şeref madalyası.
Sevgili Peygamberimiz'e, sallallahü aleyhi ve sellem, gelip içeri girmek için müsaade istediğinde ne hoş
iltifatlara kavuşurdu:
-Hoş geldin, bütün kötülüklerden arınan, iyiliklerle bezenen ve beğenilen
insan!... Bırakın gelsin.
KÖLELİKTEN SULTANLIĞA
YA BİLAL, EZAN OKUYARAK BENİ
FERAHLANDIR.
HADİS-İ ŞERİF
Bir Mekke gecesi...
Aydınlık ve duru duru
bir gece.
Şuradan buradan duyulan böcek ve kuşlar, gecenin derinliğinde eriyen doyulmaz sesleri le
göğe kocaman gümüş bir madalyon gibi asılmış dolunaya hangi sırrı fısıldıyor
dersiniz.
Yıldızlar, yanıp sönen ışıkları ile uzaktan çevreledikleri aya mı,
ürpertili yalnızlığı siyah bir kadife gibi üstüne çekmiş yeryüzüne mi, selam veriyorlar belli değil...
Belli olan o ki bir gölgenin duvar diplerine sine sine yürüdüğü. Uzunca boylu olduğu anlaşılan
tedirgin bir karaltı, etrafı iyice dinleyerek bir tehlike bulunmadığına emin olduktan sonra önünde
durduğu evin kapısını usulca tıklattı.
-Bilal!
...çıt yok. Karaltı
az dinledi. Kapıyı daha hızlı vurdu ve deminkinden daha yüksek seslendi:
-Bilal! Bilal!
Susdu
ve beklemeye başladı. Vakit eriyip eriyip giderken içerden ayak sesleri işitildi.
Ohh nihayet geliyor..
Gelen, yaklaşırken, uykulu bir sesle sordu:
-Kim o?!
Dışardaki duyulur duyulmaz bir tonda
cevap veriyor:
-Benim! Ebu Bekr!
Bilal, kapıyı aralarken:
-Hayırdır! dedi, gecenin
bu saatinde mühimce bir şey olmalı.
-Seni İslam dinine davet için geldim!
Bilal şaşırdı.
Bu da ne emek? hem de gece yarısı! "İslam dini" ne demek? İçeri girerken sormaya devam ediyordu:
-Ya
Eba Bekr! Bu dediklerini sabah konuşsaydık olmaz mıydı?
-Olmazdı, çünkü efendinin bunu bilmemesi
lazım..
Bir kenare iliştiler. İnsanlığın ikinci en üstünü anlatmaya başladı:
-Beşeri; içinde bulunduğu şu zelil ve ahmak mevkiden kurtularak tek ve hakiki mabud olan yüce Allah'a
iman saadetine kavuşturacak İslam dinini, diğer peygamberlere de gelmiş olan Cebrail ismindeki melek tebliğ
ediyor. Şimdi bu en kamil ve son dinin de bir Peygamberi var. Vahiy O'na geliyor. Ben O'nun elinden tutarak kendisine
iman ettim. Arkadaşım olduğun için sana geldim. Senin de iman etmeni; senin de insanlık şuuruna ve
mü'min olma huzuruna ermeni arzuluyorum. Şu putlar ilah olur mu canım? Düşünmek lazım. Akıl ve mantığımız
var. Mesela kız çocukları niçin utanma sebebi kabul edilerek toprağa gömülsün; hem de diri diri! Çığırında
çıkmış bir devirde yaşıyoruz. Halbuki, insan en üstün mahluk. Son dinin Peygamberi bozukluklarımızı
ve bütün cihanı düzeltecek ve insana kaybettiği şerefini iade edecek. Bu peygamber, şimdi, aramızda.
Gizli gizli dinini yayıyor.
-Kim? Ben tanıyor muyum?
-Tanıyorsun. Muhammed bin Abdulalh. Muhammed'ül
Emin. Bugüne kadar bir tek kötü hareketine şahid olmadığımız, hepimizden ve herkesten üstün, asil
ve dürüst zat...
Hazret-i Ebu Bekr, radıyallahü anh, Mekke'de doğmasına rağmen aslı Habeşistanlı
olduğu için "Habeşli Bilal" manasına Bilal-i Habeşi ismindeki köleye bu öz ve buna yakın kelimelerle
anlatıyor. Umeyye bin Halef'in kölesi büyük bir dikkatle dinliyor.
-Zencisin diye seni aşağı görüyor
ve köle olarak tutuyorlar. Halbuki benim peygamberimin getirdiği dinde, kimsenin kimseye hiç bir üstünlüğü yok.
Herkes Allah'ın kulu ve eşit. Üstünlük sadece ihlas ve takvada. Yani; kişi gayreti ile üstün olabiliyor. Paranın
saltanıtı ile değil. Üstünlüğün ölçüsü de Allah'a yakın olmak; servet değil. bu din her cins
haksızlığa en büyük darbe.
Bilal'de heyacan zirvede. Duymadığı, üzerinde belki de hiç
kafa yormadığı şeyler işitiyordu... sustu... ama ne güzel sözler bunlar. Muhammed'ül Emin, yüksek
ahlaklı insan. Ebu Bekr, yine kibar mbir kimse. Bunlardan daha dürüst ve doğru sözlü biri yok ki! Ayın alaca
ışığında disdize konuşan bu iki adamdan köle olanı bakışlarını yerden
kaldırdı ve:
-Şey, dedi. O'nun teklifini hemen mi kabul ettin?
Bir menfaat peşinde olmasın?!
-Evet; ben, tereddütsüz müslüman oldum. Bir çıkar peşinde olması imkansız. buna ihtiyacı
yok ki. Hanımının ne kadar varlıklı olduğunu biliyorsun.
Bilal, bir müddet sessizce
düşündükten sonra:
-Bana islamı öğret; nasıl müslüman olacağımı söyle, dedi.
...Ve,
aziz dostunun rehberliğinde kelime-i şehadeti tekrarladı...
-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve resulühü!... zenci adamın dişleri, ayın şavkıyla pahalı inciler gibi
yıdır yıldır yanıyordu...
Gecenin şu saatinde her tehlikeyi göze alarak şuraya
kadar gelmeye fazlası ile değmiş ve bir kişi daha müslüman olmuştu. Ebu Bekr efendimiz, son derece
memnun ve bahtiyar dönüyordu. Bir insanın islamla şereflenmesine sebep olmak! Amellerin en güzeli; en mutluluk vereni.
........
Zenci köle, artık yürüyen bir nnur gibi. Bütün hücrelerini Allah ve Resulullah aşkı
doldurmuştu.. O da annesine koştu, annesi de kurtulsun istiyordu. Anneciğinin kafir olarak ölüp ebedi felakete
düşmesine gönlü razı olamazdı. Oğlu gibi köle olan Hamime, Bilal'i Habeşi radıyallahu anh'ın
teklifi ile müslümanlığı kabul etti ve o köle kadıncık Eshab-ı Kiram ve ilk müslümanlardan olma
nimetine kavuştu.
Bilal, çok mert ve dürüst bir köle. Sesi ise inanılmayacak kadar güzel... Efendisi Umeyye
bin Halef, ticaret kervanlarına O'nu yolluyor. İnsan-Hayvan, kervandakiler yorgun ve mecalsiz düştüğünde
Bilal'in söylediği yanık ve içli nağmelerle herkes kendine geliyor; develer çatlarcasına koşturuyor;
ses o kadar güzel ve tesirli...
Hazreti Ebu Bekr'le dostlukları Şam'a giden böyle bir kervan arkadaşlığı
ile başlıyor ve bu dostluk, Kureyş eşrafından bir çok kimseye nasip olmayan bir şansla zenci
kölenin müslüman oluşu ile kardeşliğe dönüyor.
...Hazreti Ebu Bekr, Ammar bin Yaser, Yaser'in zevcesi
Sümeyye Hatun, Süheyl-i Rumi, Mikdat gibi Bilali Habeşi ve Müslüman olduğunu gizlemiyor. Küfre açıktan ve cepheden
cihad ilan edenlerden. Bunlar, Resulullah'la birlikte müslümanlığını saklamayan yedi öncü. İlk Mücahidler.
Müslümünlığını işittiği günü kadar, Bilal'in,sahibi Umeyye bin Halef'in yanında
kıymetli bir yeri var. Umeyye'nin, oniki köle ve bir kaç oğlu olduğu halde mühim işlerini çok sevdiği
Bilal'e yaptırıyor. Efendisinin kervanla başka memleketlere ihraç edilen mallarını bu becerikli Habeşli
siyahi köle götürüyor. Umeyye kendine nazaran makbul bir işi daha havale etmiş O'na; Bilal, aynı zamanda puthanenin
de bekçisi.
İyşte bu sevgi , beklenmedik bir haber üzerine müthiş bir nefretle yer değiştirdi.
"Bilal müslüman olmuş ve puthanede ne kadar put varsa hepsini yere sermiş" lakırdısı Umeyye
bin Halef'i önce şaşırttı; hakikat olduğunu anlayınca da evlatlarına bile tercih ettiği
kölesine karşı merhametsiz bir zalim oldu. Hazreti Bilali Habeşi, radıyallahü anh'a, işkencelerin
en korkuncunu yapıyor. Kölesi ya! O'nun için istidiğini yaparmış. Kime ne! Zaten kölenin maldan farkı
var mıymış?
Böyle düşünüyor zalim. Ve bu mantıktan aldığı kevvetle o mübarek
sahabiyi sille-tokat ve sopa ile dövüyor, dövüyor.
-Muhammed'i inkar et; Lat ve Uzza'ya dön; İslamiyyeti reddet,
dedikçe büyük sahabinin cevabı:
-Ehad,ehad / Allah bir, Allah bir!!!
Yeniden tokat, yeniden tekme, yeniden
sopa... Bir ağaca sıkıca bağlanmış mazlum insanın, patlamış dudak kenarlarından
kan sızıyor. Gözleri, yanakları şiş şiş. Göz pınarlarından yaşlar yuvarlanıyor.
Ama Umeyye'nin hıncı dinmiyor. Nasıl olur? Bir köle kendisi istemediği halde nasıl müslüman
olur? Sair müşriklerle birlikte sürüte sürüte, kızgın sal-taşlara götürüyorlar. Öylesine kızgın
ki bu düz taşlara et konsa biraz sonra pişecek hale gelir.
Yine "dininden dön" teklifi.
Yine red.
Üzerinde ne varsa çıkarmışlar. Sadece bir don kalmış. Sallara yatırıyorlar. Günün
en sıcak saatleri. Taşlar cayır cayır yakıyor. Bu da doyurmuyor Umeyye'yi,
-Şu koca
taşları da üstüne koyun! diyor ve çakmak çakmak gözlerini işkence altındaki garibin gözlerine dikiyor:
-Muhammed'i yalanla, diyorum sana!
İslamiyyetten dön! Sende hiç mi akıl yok? Nasıl da inanmıştım
sana! Dön diyorum! Bir cahillik ettiğini söyle haydi; yoksa öleceksin!
Cevap değişmiyor:
-La
ilahe illallah! La ilahe illallah Muhammedün resulullah!
Altta yakıcı taşlar, üstünde kaya parcaları,
kavuran Arabistan güneşi ve dehşetli ızdırap çeken kimsesiz bir insan, bir garip. Umeyye kafi görmüyor:
-Kum atın üstüne!...
Sıcak kum, kızgın zeytinyağı gibi vücuduna dökülüyor. Boğazına
kadar kumlara gömülü... elleri ayakları bağlı, kıpırdayamıyor; bin zorlukla ve can çekişir
gibi nefes alıyor.
Saatlerce böyle ağır işkence çektikten sonra çıkarıp yine ateş
gibi sallara yüz üstü yatırıyor ve bu defa sırtına ağır taşlar koyuyorlar:
veya...
Umeyye bin Halef, Ebu Cehil ve bir müşrik sürüsü, yüksek sahabinin ayağına ip takıp çıplak olduğu
halde canavar dişi gibi sivri çalı dikenlerri üzerinde sürüterek bütün vücudunu yırtık ve çizikler içinde
koyuryorlar. Hazret-i Bilal, kanlar içinde kalıp, kendinden geçerken onlarda en küçük bir vicdan sızısı
yok... bilakis alay ediyorlar.
veya... gündüz en yakıcı saatlerde bir direğe bağlayarak; suzuz
ekmeksiz ta geceye kadar bekletiyorlar. Ayaklarına kara sular iniyor. Gece olurca da gelsin türlü türlü işkenceler.
Bir gün... O'nu yine ateş gibi taşlar üzerine yatırılmış olarak aynı anzarayı
görüyoruz.
Umeyye:
-Muhammed'i inkar et. İlahlarımıza dön. Gel vazgeç şu sevdadan!
Diyerek
sövüp-sayıyor.
Bu islam öncüsü gevrek ve zor işitilir bir sesle aynı cevabını veriyor:
-Allah
birdir, Allah birdir!... Ehad! Ehad!
Sanki onlarla hiçt alakası yok.
Bunun üzerine kafirler, üç-beş
kişinin zor kaldırdığı bir kayayı getirip mazlum sahabinin göğsüne koydular... ancak hırıltı
halinde nefes alabiliyor. Nerede ise son nefesini verecek.
Öldürücü sıcak, göğsü üzerindeki müthiş
ağırlık, açlık, susuzluk, vücudundaki ızdırap veren yaralar.... ve tükenen takat; bayıldı...
saatlerce baygın kaldı... iyice zayıflamış. Avurtları çökmüş. Gözleri çukura kaçmış.
Dudakları kansız ve çatlak içinde. Kısa kıvır kıvır saçları, seyrek sakalı terden
ıpıslak. Bir tek kişi bile "yahu bu da insandır!" demedi ve o vaziyetten kurtarmadılar. Hazret-i
Bilal, radıyallahü anh, gözlerini açtığında tışın göğsünden düşmüş ve güneşin
gri bir bulut kümesinin arkasında kaybolmuş olduğunu gördü. Gördü ve şükrünü dile getirdi:
-Allah'ım
senden gelen heş güzel...
İşte iman, işte müslüman.
Onlar nerede biz nerede? Nerede dayanılmaz
zorluklara sabırla katlanan sahabi ahlakı; nerede bizim irade zayıflığımız... Allah'ım;
bizi onlara benzet...
Bilal'i Habeş'i de mecal diye bir şey kalmamış. Bitmiş durumda. Fakat
işkenceler bitmiyor. Kafir olmaktan daha beter ne var ki? Bir deve yularını iki kat yaparak mübarek insanın
boynuna geçirip, ipi çocukların eline veriyorlar.
Boynunda ip, Mekke sokaklarında peşinde rbir alay
çocukla sürütülen zenci köle. Onların gözünde köle. Aslında bir sultan... Görenler merak edip konuşuyor!
-Ne
olmuş?
-Müslüman olmuş, efendisi ceza veriyor.
Bir gün yine işkenceler altında; Umeyyeler,
Ebu Cehiller ve daha niceleri kararlı:
-Ya İslamiyetten dönesin veya seni öldüreceğiz!
Göğüs
ve karnında ağır ağır taşlar, yakan kum, tepede kızgın güneş. Ve tavizsiz konuşan
İslam düşmanları. Teklif ve tehditler, hakaretler, alaylar birbirine karışıyor.
-Hadi
inkar et, Lat ve Uzza'ya dön, hadi delilik yapma dinimize karşı gelme!
Cevap, sakin, yumuşak telaşsız:
-Ehad, ehad /Allah bir, Allah bir...
İşte tam o an Allah'ın Resulü görülüyor. Mazlum sahabi,
ölümü beklerken bir müjde; Peygamberimizin sözü, serin sular gibi yüreğine serpiliyor.
-Allahü tealanın
ismini söylemek seni kurtarır!
Efendimiz, oradan ayrılarak evlerine gittiler. Az sonra Hazret-i Ebu Bekr,
geldi. Resulullah, Bilali Habeşi'ye yapılan işkenceleri anlatarak tarifsiz derecede üzgün olduğunu ifade
buyurdular. Yüksek sahabi, derhal Peygamberimizin tarif etttiği yere koştu... Manzara dayanılır gibi değil.
-Ya Umeyye! Bilal'e bü kötülükleri yapmakla ne kazanacaksın ki; size bir teklif; O'nu bana satın?
Yüzler,
Ebu Bekr, radıyallahü anh'a çevrili ve biraz şaşkın.
-Sana satmak mı? Niçin satalım.
Zaten sen bunları yoldan çıkarıp, Muhammed'in peşine takıyorsun. Fakat takas yapabiliriz.
Mesela:
-Kölen Amir ile değiştirebiliriz.
-Derhal. Amir'i bütün malı ile sana bağışladım
ya Umeyye! Yeter ki kardeşimi bana ver..
-Al senin olsun!
Ebu bekr efendimiz, hemen dostunun üzerine
koştu. Taşları attı, bağlarını çözdü ve O'na yardım ederek hanei saadetin yoluna düştüler.
Müşrikler, Ebu Bekr'i kandırdıkları fikrinde oldukları için zevkden ağızlarının
suyu akıyor. Çünkü Amir çok zengin ve o da Bilal gibi hünerli bir köle... Hem malları ile birlikte onu alıyor
hem de bir sıkıntıdan kurtuluyorlardı... nasipsiz Amir, efendisi Ebu Bekr hazretlerinin müslüman olma
teklifini her defasında geri çevirmişti.
Herkes, serbest iradesi ile layık olduğu yeri buluyor.
Kainatın efendisinin huzuruna vardıklarında Hazret-i Ebu Bekr, hiç vakit kaybetmeden hemen arzetti:
-Bilal'i
Allah rızası için azad ettim.
Peygamberimiz, memnun kalarak dua buyurdular. Onu sevindirmek karşılıksız
kalır mı? Hemen vahiy geldi. Velleyl sueresinin onyedinci ayet-i kerimesi ile Ebu Bekr radıyallahü anh'ın
da cehennemden azad edildiği haber veriliyordu.
Bilali Habeşi radıyallahü anh, hürriyetine kavuşunca
uğruda akıl almaz işkencelere katlandığı Resulullah'ın yanından ayrılayarak O'nun
müezzini oldu.
Peygamber müezzinliği... ikinci bir kula nasip olmayan şanlı rütbe. O garip, kimsesiz
köleciğe islamiyet hükümdarların kavuşamıyacağı bir makam
CİLT 5
Nübüvvetin beşinci
yılı.
Zulme dur durak yok. Küfür, insafsız yangınlar, azgın dalgalar gibi mü'minlerin ve
bilhassa arkasız mü'minlerin üstüne geliyor. İnkar cephesi için artık hayatın bir tek maksadı kalmamıştır;
İslamiyeti yer yüzünden silip süpürmek. Onlara göre bir kimse Muhammedi olmakla putperestleri karşısına
almış ve kendilerine harp ilan etmiş oluyor. birinin müslüman olduğunu öğrenmeye görsünler; aman
Allahım, o ne vahşi tablolar!Aç kurtlar misali saldırıyorlar. Bütün mesele dayanmak, tahammül etmek...
Ne kadar, nereye kadar, hangi güne kadar? Azap, işkence, zulüm, zulüm, zulüm.
Buna bir çare bulmalı; bir
çıkış yolu aramalı. Acaba mir müddet için bile olsa Mekke'den gurbete mi göçseler?
Bir gurup mazlum
sahabi, Resuller Resulünün muhteşem huzurlarındalar. Çektiklerini edebin en yüksek hali ile arzediyor; Sevgili Peygamberimiz,
Sallallahü aleyhi ve sellem, birşeycik buyurmadan dinliyorlar... Sızlanmalar, dert yanmalar kendilerine malum olmasına
rağmen tekrar tekrar büyük üzüntülerle anlatılıyor. Nihayet aziz arkadaşları, büyük; en büyük sahabi
Hazret-i Ebu Bekir, radıyallahü anh, devreye girme zaruretini duydular.
Ey Allah'ın Resulü! Kafirlerin,
Hatib bin Amr bin Abd-i Şems'e yaptığı işkenceleri görseydin bu arkadaşlarımızın
dileklerini zarurete binaen kabul ederdin...
Hazret-i Ebu Bekir'in bu ricası üzerine Resululalh hicret izni verdiler.
Mekke'den, o ana-baba yurdundan sırf dinlerini korumak, ibadetlerini yapabilmek için ayrılma zahmetine giren
bu garip ama eşsiz sahabiler, yine arz ettiler:
-Ya Resulallah! Hangi memlekete gidelim; nereyi tevsiye buyurursunuz?
Mü'minler, sevinçle karışık bir keder içindeydiler. Bir tarafta vahşi işkencelerden kurtulma
ümidi, bir tarafta şanlı Peygambere hasret ve gurbet çilesi... Mübarek elleri ile Habeşistan; yani bugünkü
Etiyopya'yı, Kızıldeniz'in batı tarafını gösterdiler... Eshab-i Kiram sevindi. Çünkü işaret
buyurulan yer hem yakın, hem de Mekke ile aynı iklim kuşağında. Gidenler intibak zorluğu çekemiyecekler.
On erkek ve dört kadın, Habeşistan'a gitmek için gizlice hazırlandı. bunlar:
Osman bin
Affan ve Sevgili zevceleri peygamber kerimesi Rukiyye binti Resulullah-ki Rukiyye radıyallahü anha'nın da hicret
kafilesine dahil edilmesini server-i alem, Osman radıyallahü anha'a emir buyurdular;
Ve Ebu Huzeyfe bin Utbe
bin Rabia ve zevcesi Sühlet binti Süheyl, Zübeyr bin Avvam, Mus'ab bin Amr, Abdurrahman bin Avf, Ebu Selem't-ibni Abdülesad
ve zevcesi Seleme binti Umeyye, Osaman bin maz'un, Amir bin Rebia ve zevcesi Leyla binti Ebi Hayseme, Ebu Sabret't-ibni Ebi
Rahim, Hatib bin Amr bin Abd-i Şems, Haris bin Süheyl ve muhacirlerin sağlıkla menzile vardıkları
haberini getirmek için kendilerine refakat eden Esma binti Ebi Bekr, radıyallahü anha...
Hazret-i Osman, radıyallahü
anh, ve eşi Rukiyye, Lut Peygamber'den bu tarafa küfrün elinden başka diyara göçen ilk aile. Bu sebeple buyurulan
Hadis-i Şerif:
-Osman ve benim kızım, Lut aleyhisselam'dan sonrra hicret eden ilk karı-kocadır.
Muhacirler, kimsenin gözüne çarpmadan, kimseyi şüphelendirmeden sağ salim Kızıldeniz sahiline
vardılar. Gerileyip gerileyip uysal bir at gibi ayaklarına kadar gelen dalgalar:
-"Çok çektiniz. Büyük imtihan
verdiniz. Binin sırtımıza sizi rahat günlere taşıyalım" diyordu; diyor gibiydi. Deniz, ufuklara
kadar çağırıyor insanı. Hür ve huzurlu zamanlar, bu ufkun hemen arkasında. Fakat bu sırada bir
aksilik oldu. Birden Nevfel binti Muaviye, devesi ile önlerine dikildi... devedeki adam, soran gözlerle bakışlarını
tek tek yüzlerde gezdiriyor. Ciddi ve şüpheci. Mü'minlerin yüreği çarpınan bir kuş gibi. Ama dıştan
aldırışsız ve soğukkanlılar.
Adam, devesinde şöyle bir doğrulduktan sonrra
sordu:
-Nereye gidiyorsunuz böyle?
Bu iki kelime, keskin bir nişancının ard arda fırlatıp
tahtaya kapladığı iki yaman bıçak gibi sessizliği ortasında kesmişti.
Düşmana
hile caiz. Harp hiledir. Harpte düşmana yalan yine o harbin taktiklerinden bir taktik. Hemen cevaplandırdılar:
-Denizde bir gemi parçalanmış onu satın almaya niyetlendik.
Nevfel, pek tatmin olmadı.
Tatmin olmadığı için de umre niyeti ile gittiği Mekke'de şüphesini müşriklere açtı... Kureyş'in
arasında hemen mbir panik koptu.
-Aman, dediler, bir ekip hemen ardlarından yetişip yakalasın.
Gemi falan yalan. Onlar, bizden kaçan müslümanlardır.
Gerçekten silahlı bir gurup kureyşli, vakit kaybetmeden
Kızıldeniz sahiline vardılar.... muhacirleri yakalayacaklarına, onları bu defa öyle beter işkencelerden
geçireceklerine inanmışlardı ki kumasalı boş bulunca beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Kıyı
boyunca aşağı yukarı koşturdularsa da görünen hiç bir şey yoktu. Sahile vuran dalgalar, "ahmaklar",
"ahmaklar" der gibi sert ve alaylı.
Allahü teala, kendi aşkı uğruna vatanlarından ayrılma
fedakarlığına katlanan mü'minlerin işlerinde kolaylık yaratmış, onlar, uygun deniz ve uygun
havayla sal üstünde kısa zamanda Afrika yakasını bulmuşlardı. Kızıldeniz'in Asya sahillerinde
tepinen kafir atlıları yumrukları ile boşluğu döve döve öfke içinde Mekke'ye döndüler.
Bu
sırada Habeş kralı, "Necaşi" isminde bir hırıstiyandı. Mekke'den gelen bir kafile müslümanın,
ülkesine sığındığını haber alınca iltica sebeplerini araştırdıktan
sonra emniyetlerinin sağlanması için görevlilere emir verdi... Mü'minler, rahat ve huzur içinde hiç kimse karışmadan
ibadetlerini yapabiliyorlar...
Bu esnada Mekke'de Vennecm Suresi indi. kahraman Peygamber, bu sureyi Kabe'de müşriklerin
hazır olduğu bir zamanda okumaya başladı. Ağır ağır, tek tek okuyordu. İki ayeti
kerime arasında bir miktar bekliyorlardı ki, anlamı zihinlere tam olarak yerleşsin. Yüce Allah, şöyle
buyuruyordu:
-Doğan ve batan yıldızlar hakkı için sizin sahibiniz Muhammed aleyhisselam, asla
dalalet ve hatada olmadı. O, kendi nefsinden söz söylemez. Onun kelamı Kur'an-ı Kerim'dir. O'nun din işinde
sözü ancak Allahü teala'dan gelen vahiydir. bu vahyi O'na çok kuvvetli olan Cebrail aleyhisselam getirmiştir ki, kanadıyla
ve haykırmasıyla nice şehir ve milletleri yerle bir etmiştir. Lat ve Uzza ve Menat ismindeki putlara ibadet
edersiniz. bunların kudretleri nedir ki Allahü tealayı bırakıp onlara taparsınız?
Surenin
okunması bitince Sevgili Peygamberimiz, secdeye vardılar.
Kafirler de secdede. Hatta kendini beğenmişleri
bile yerden bir miktar topratk alıp alınlarına sürerek güya secde etmiş oluyorlar... Garip! Hem de çok
garip. Kafirler can düşmanları ile birlikte secdeye varsınlar. nasıl olur?
İzahı şöyle:
Efendimiz, kafalara tam olarak yerleşsin de unutulmasın diye ayet aralarında bir miktar durarak yavaş
yavaş okuyordu ya? İşte ütün sır burada. Şeytan; o lanetlenmiş mahluk, bu duraklardan yararlanarak
müşriklerin kulağına sanki Resulullah söylüyormuş gibi şu sözleri duyurdu:
-Putlar uludur.
Onlardan şefaat beklenebilir...
Allah düşmanları, sözü efendimizin söylediğine inanarak sevindier
ve o yüzden yere kapandılar. Ve kendi aralarında toplanan kafirlerin vardığı karar:
-Muhammed
ilahlarımızı tanıdı ve dinimizi kabul etti. Zaten biz de rızık verenin, öldürenin ve diriltecek
olanın Allah olduğunu biliyoruz. Lakin putlarımız da şefaatçidir. O, bugüne kadar bunu reddediyordu.
Bundan dolayı kendisine düşmandık, bu yüzden intikam alıyorduk. Ama madem ki şimdi gerçeği kabul
ediyor. Biz de bundan böyle ne o na, ne yolundakilere hiç bir sıkıntı vermiyeceğiz. Artık sulh dönemi
başlamıştır. Şimdiden sonra barış içinde yaşayacağız.
Şeytanın
hilesini müşrikler böyle ahmakça bir yoruma bağlamışlardı. Ortalıkta şu asılsız
söz dolaşmaya başladı: "Muhammed aleyhisselamla, kafirler barış andlaşması yapmışlar!!!"
Velid bin Mugire, teminat vermek için Resulullah'a geldi:
-İnandığın yolda selametle yürü.
Bundan sonra sana dokunmayacağız. Belki yardım bile edebiliriz.
Peygamberimiz, hayret ettiler. putperestler
niçin yumuşamışlardı ki?
Cebrail aleyhisselam, gelerek olup bitenleri ayrıntıları
ile nakletti: Sevgili Peygamberimiz, şeytanın kendi sözlerini ayeti kerimenin arasına katmasına çok üzüldüler.
Yüce Allah, Habibi üzülmesin diye yine Cebrail aleyhisselamı yolladı:
-Senden önce gönderdiğimiz şeriat
sahibi Resuller ve onları takipçisi Nebiler, ayet-i kerime okumak veya bir şey konuşmak arzuladıkları
vakit şeytan, o Peygamberin sözüne de bir şeyle, katardı. Cenab-ı Hak, ilahi kelamla Şeytani sözü
birbirinden ayırır; sonra kendi ayetlerini hüküm ve isbat eder. Allahü teala, insanların hallerini bilici ve
hükmünü icra edicidir...
Allah'ın Resulü, teselli bulup rrahatladılar ve bu defa yeni gelen bu ayet-i kafirlere
duyurdular. Putperestler, bunun üzerine:
-Demekki Muhammed, ilahlarımızın Allah yanında yüksek
dereceleri olduğunu ikrar ettiğine pişman oldu. Bu sulh andlaşmasını bozmak demektir. Öyleyse
biz de barıştan vazgeçtik. O ve yolundakiler yine düşmanımızdır. Açıkça ilan ediyoruz!
Mekke'de bütün bunlar olup biterken Habeşistan'a göçen müslümanlar ne yapıyor acaba? Onlar rahatlar. Necaşi
iyi bir ev sahibi. Fakat bu asılsız muahede söylentisi da oralara kadar uçtu. bunu işiten muhacirler:
Öyleyse
dediler,biz de vatanımıza avdet edelim.Buraya putperestlerin dayanılmaz eziyetlerinden kurtulmak için göçmüştük.Madem
ki sebep ortadan kalktı biz de gidelim.
Hakikaten döndüler.Ama şayianın yalan olduğunu ancak Mekke'ye
geldiklerinde öğrenebildiler...İş,işten geçmişti.
Varsın geçsin.
Allah'ın
takdiri ne ise elbette o tecelli edecektir.
......
39
"En'am suresinin 22.ayetinde:"Bir ölü iken kendisini
dirilttiğimiz;O'na insanların arasında yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kişi"diye övülene nice
selam ve nice gıpta ve nice hürmetler olsun.
Safa Tepesin'i görüyoruz.Bir gurup insan,toplanmış
bir puta tapınıyor ve yalvarıyorlar.Ey tanrımız bize bol nimetler ver,şöyle şöyle kötülüklerden
koru gibi. Taptıkları put Velid'in. Yani öyle garip bir tanrı ki bir de sahibi var. Peygamberimizin hizmetçisi
Abdullah İbni Mes' ud hazretleri de orada ve onları uzaktan seyrediyor...koca koca adamlar,kendilerinden geçmiş
halde putun önünde tuhaf hareketler içindeler. Ayin yapıyorlar. Gülünç ve insan haysiyeti için iğrenç manzara. Ahmaklığın
en net karikatürize edilmiş tablosu; küfrün tiyatroluk fotoğrafı.
Abdullah ibni mes'ud, radıyallahü
anh, birden efendisini görüyor. Evet O geliyor;büyük kurtarıcı ahenkli adımlarla yaklaşıyorlar.Tehlike,tuzak,ihanet
onları durduramıyor.O, mübarek elleri ile dalalet perdesini aşağı çekip şu zavallı mahlukları,
küçüklükten insanlık seviyesine yüceltmek;yani müslüman olmalarını gerçekleştirmek için büyük davetini
bir kere daha tekrarlayacak.Ne derlerse desinler,tavırlar, kabulleri,öfkeleri hangi çap ve hangi buudda olursa olsun
davet tekrarlanacaktır...
Efendimiz,başlarında, adamlar,ürkek,şaşkın ve küstah. Emir,
en çarpıcı kelimelerden kurulu bir davet cümlesi:
-Ey Kureyşliler "La ilahe illallah" deyiniz!...
Küfrün
beyninin tam ortasına indirilen bir balyoz. Yani: Yanılıyorsunuz, Halık'ınız olan ilah, Velid'in
bu tahta parçası değil; ezeli ve ebedi olan Allah'dır. Mesajın anlamı bu. Söz, müşriklerin arasına
bir dinamit gibi rüşmüştür. Gururları yaralandı ve nefsleri kabardı.. Velid başı çekiyor.
Ebu Cehil'e dönerek:
-Ne dersin şunu bir güzel mahçup edeyim mi?
-İstediğini yapmakta serbestsin!
Velid, bir tırmarhanelik tip gibi putunu boynuna asarak Resuller sultanı'nın karşısına
dikildi. Mağrur ve edepsiz:
-Sen bize her zaman ne diyordun? "Allah, insana şah damarından daha yakındır"
değl mi? Bak işte benim tanrım bana ne kadar yakın. Herkes onu görmekte, Peki senin Rabbin hani? Haydi
sen de onu göstersene!
Sevgili Peygamberimiz, bu sersem mantıklı çok bilmişe karşılık
vermeyi lüzumsuz gördüler. Velid, bir cevap alamayınca savaştan gelen mağrur bir kahraman edasıyla yoldaşlarının
arasına döndü. Putu tekrar karşılarına dikerek, ayini sürdürdüler... bu defa dilekleri kan kokuyordu:
-Ey tanrımız! Şu Muhammed'in ettiği yetti artık. bak sana bile sataşıyor. Herhaled
onu öldürmekten başka çare kalmadı. Bu dileğimiz için bize yardımcı ol...
Peygamberimizi,
Velid'in kuru ağaç parçasına ispiyonlayan putperestlerin sözleri bitince bir kafir cinni, nice zamandır beklediği
fısatı bulur bulmaz hemen bunu kullandı. Putun içinden "izin veriyorum. Katledebilirsiniz. Ben de yardımcı
olurum" diye sesler işitilmeye başlandı. Kafirler, şaşkın ve sevinçli. Şaşkınlar,
çünkü tanrılarından daha evvel bir şey duymuş değiller. Sevinmelerinin sebebiyse yakarışlarının
güya kabul görmüş olması. Hace-i Kainat ve mübarek hizmetçileri de putun dediklerini duydular. Efendimiz, Abdullah
ibni Mes'ud'u da alarak üzüntülü bir halde geri döndüler. Abdullah ibni Mes'ud, radıyallahü anh, ancak eve vardıklarında
sormaya cesaret edebildi:
-Ya Resulullah puttan gelen sesleri siz de işittiniz mi?
Aziz Peygamber, sallallahü
aleyhi ve sellem, meyus bir halde iken daha evvel böyle bir sualle incitmek istememişdi.
-Evet; O, putların
içine girerek halkı Peygamberlerin katline teşvik eden bir cinnidir. Ama daha evvel hangi cinni bunu yaptıysa
sonunda helak olmaktan kurtulamadı.
.........
Aradan epeyce zaman geçmişti. Bir gün Sevgili Peygamberimiz,
Abdullah ibni Mes'ud'la birlikte oturuyorlar. Aniden bir selam işittiler. Peygamberimiz selamı aldı ama hizmetçileri
kimseyi göremiyor. Oratılakta olan biri yok. Abdullah ibni Mes'ud radıyallahü anh'ın şaşkınlığı
devam ederken insanların ve cinnilerin Peygamberi, sallallahü aleyhi ve sellem, meçhul sese sordular:
-Gök ehlinden
misin, yer ehlinden misin?
-Cinniyim.
-Niçin geldin?
-Musır isminde bir kafir cinninin bir putun
içine girerek müşriklerin zatı alinize ziyan vermesi için onları teşvik ve tahrik ettiğini ve sizin
de bundan üzüldüğünüzü işittim. Haberi aldığımdan beri bu dinsizi arıyordum. Nihayet O'nu yine
Safa Tepesi'nde yakaladım; ve bir kılıç darbesi ile canını cehenneme yolladım... Yarın
aynı tepeye gelerek müşrikler, putlarına tapınırken onları hak dine çağırmanızı
istirham ediyorum. Siz, onları Allah yolunda davet ederken ben de Velid'in putuna girer ve sözlerinizi tasdik ederek
sizi ve islam dinini överim. Böylece dostlarınız sürurlanır; düşmanlarınız üzüntüden kahrolur...
-İsmin ne senin?
-Semhec.
-Sana aha güzel bir isim vermemi ister misin?
-Hangi ismi ya
Resulallah?
Sevgili Peygamberimiz:
-İsmin "Abdullah" olsun, buyurdular:
Cinni, kendisine bir
peygamberin hele son ve en büyük Resul'ün bizzat ad vermiş olmasına o kadar çok sevindiki.
Peygamberimiz
ve İbni Mes'ud, radıyallahü anh, ertesi sabah Safa'ya gittiler. Puta tapıcılar orada ve putlarına
kulluk etmekle meşguller... Allah'ın Resulü onları tekrar tevhide ve islam dinine çağırıyor.
Efendimizin sözleri üzerine kafirler, inat ve nisbet olsun diye putlara secde ederek yalvarmaya başladılar:
-Ey
tanrımız bize Muhammed'i ve O'nun dininin kötülüğünü anlat; O'nu mahcup et!
Puttan sesler gelmeye başladı.
Ses, efendimizi öven bir kaside okuyor. Şiir bitti. Bu defa islamiyeti düzgün bir arapça ile methetmeye başladı.
Abdullah, vazifesini çok güzel yapıyordu.
Güruh, önce şaşırdı sonrra gazaba geldiler. Bu
nasıl tanrı ki Muhammed'i yüceltiyor. O'nu şiirler ve güzel sözlerle kendilerine övüyor?
-İşte
bu da Muhammed'in ayrı bir sihri!
...der demez tanrılarını paramparça ettiler. Söz dinlemeyen
yaramaz bir tanrının sonu işte böyle olurdu. Zavallı ağaç parçasını iyice kırdıktan
sonra kainatın Seyyidine saldırdılar; bazısı tartaklıyor, bazısı taş atıyor;
mübarek saçları darmadağınık oldu. Adamlar kudurmuş. Ağızları köpük içinde. Biri de
düşünemiyor ki "Biz Muhammed'in sahri" diyoruz ama bu nasıl ilah ki sihrin tesirinde kalarak ne diyeceğini
şaşırıyor?
İnsanlığın en metin ve en sabırlısı, şu bir
çift sözden gayri hiç bir şey demediler:
-Ey kureyşliler siz bana vuruyorsunuz ama; ben sizin peygamberinizim!
Bunak yaşta bir putperest, ucu sivri demirli bir değneği sevgili Peygamberimiz'in mübarek karnına
saplamak üzereydi ki ihtiyarın "kütt" diye eli kırıldı... Sürü, şaşkın halde donup kaldı.
Peygamberimiz ve hizmetçisi aralarından geçip gittiler.
......
Hamza!!.
Namlı bir insan.
Herkesin sayıp çekindiği birri. Güçlü-kuvvetli pehlivan yapılı bir bahadır. iyi ok çekip mükemmel
kılıç kullanıyor. Ava düşkün. Vaktinin çoğunu da avlanarak geçiriyor. Puta tapıcıların,
Resulullahı hırpaladığı gün O, yine çölde ceylan peşindeydi. Sürmeli gözlü bir ceylanın
oradan oraya sekerek kaçışları kendisini haylice yormuştu ama av ihtirası hayvanı kovalamaktan
caymasına mani oluyordu. Bir yere geldiler ki ceylan artık kaçamaz oldu. Hayvancık nefes nefese olduğu
yerde durdu ve Yüce Allah'ın izni ile dile geldi:
-Ey Hamza; sen benimle uğraşıyorsun ama üzerime
çevirdiğin o oku şu anda yeğenini öldürmek isteyenlere çeksen herhalde daha hayırlı bir iş yaparsın!
...dedi. Hamza'nın şaşkın bakışlarına ve iki yanına salınan ellerine
aldırmadan bir sıçrayışta kaçıp canını kurtardı...
Avcı ise başına
gelenden ürkmüş halde karışık bir kafa ile evine döndü. Aç olduğunu; yemek çıkarmalarını
söyledi. Hanımı O'na yemeğini hazırlarken aniden gözlerinden yaşlar boşandı. Hamza, hayret
dolu bakışlarla soruyor:
-Hayırdır; niçin ağlıyorsun?
-Hiç sorma!.. Muhammed'i
çok fena dövdüler. Yüzü gözü kan içinde, insan insana böyle muamele eder mi?
Hamza'nın tüyleri diken diken oldu.
Az sonra kopacak bir fırtına gibi.
-Ebu Talib neredeydi?
-Hayvanları kırlara götürmüştü.
-Ya Ebu Lehep!
-O mu? Ah o, ah o! "Öldürün şu yalancı sihirbazı" diyerek saldırganları
kırıştırıyordu. Düşmandan beter bir amca?
-Peki Abbas'a n'oldu?
-Ellerinden
kurtarmak için haylı uğraştı ama...
Hamza, yemeği bir kenara iterek öfkesinden hüngür hüngür
ağlamaya başladı. Ve:
-O'nun intikamını almadıktan sonra yiyip içmek bana haram olsun!
Diyerek acele zırhını giydi, kılıcını kuşandı, atına atladı
ve yayı elinde olduğu halde bir yel gibi Safa Tepe'sini buldu. Ucuz kahramanlar henüz dağılmamışlardı.
Hamza'nın gelişi dikkatlerini çekti. Bir anda yüzleri donuklaştı. Bütün bakışları ile O'nu
izliyorlar:
-Eğer, dediler, önce gelip bizi selamlar sonra tavafa giderse korkacak bir şey yok.Ama ilkin
tavafa yönelirse bu öç almak için geldiğini simgeler...
Hamza, yanlarından hışımla geçerek
tavafını yaptı ve az sonra çakmak gözler ve dağ gibi bir heybetle önlerine dikildi.
-İnsafsızlar
sizi! Vallahi o sırada burada olsaydım hepinizi gebertirdim!!! Muhammed'i kim dövdü?
Şeytan zekalı
Ebu Cehil, hemen lafın önüne geçti:
-Ben!
Hamza derhal atını O'na doğru sürerek elindeki
yayı baş kafirin kafasına indirirken bir taraftan da:
-Böyle müstesna bir insana yaptıklarınızdan
hiç mi utanmıyorsunuz? Sizi alçak reziller sizi. Eğer O'nun dedikleri suçsa işte ben de Müslümanım ve
buradayım! Var mı bir diyeceğiniz?..
Kimse bir şey diyemiyordu. Çünkü O'ndan ciddi şekilde
korkarlardı... Ebu Cehil'in kafası birkaç yerden yarılmış kanıyordu.
Ses-soluk çıkmayınca
Hamza, tekrar atını mahzumladı. Cins arap atı, az sonra görünmez oldu. Hamza, geldiğinde Alemlerin
efendisi bir kenarda yüzünü Kabe'ye dönmüş olarak düşünceli bir halde oturuyordu.
-Esselamü aleyke sevgili
yeğenim!
Peygamberimiz, selamı aldıktan sonra hüzünle konuştular:
-Bu şahıs
terket ki kimsesizdir. Ne pederi, ne amcası, ne kardeşi, ne arkadaşı, ne de bir destekçisi var.
Mukaddes
insan, böylece amcasına sitem ediyordu. Önce yakın akrabasın'n müslüman olması lazım gelmez miydi?
Hamza teselli etmek için:
-Üzülme! Sana zulmeden Ebu Cehil'in başını bir kaç yerinden yardım,
düşmanlarını sindirdim. intikamın alınmıştır.
-Beni Hak Peygamber olarak gönderen
Allah için söylüyorum ki kılıcınla bütün müşrikleri katletsen; vücudun da baştan aşağı
kana bulanmış olsa kelime-i şahadet getirmedikçe bu yaptıkların Allah indinde hiç makbul olmaz.
Hamza,
duyduklarından irkilmiş olarak ve biraz da müdafaa kabilinden:
-Müsterih ol. Artık sana ilişemezler.
-Amca! Sen iman etmedikçe ben müsterih olamam. İman etmen yeğenin için alacağın önceden daha üstündür.
Hamza onun yanına otururken lafı değiştirdi:
-Kureyş arasında bir söz dolaşıyor.
Gökten sana bir kelam inmiş ki hayli çekiciymiş. kimden öğrendin onları?
-Hiç kimseden. Onlar
Rabbim'in sözleri...
-Biraz okusan...
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, Ha-Mim suresinin
başından bir kaç ayet okudular...
-Efendimiz sustuklarında Hamza:
-Buradan anlaşılıyor
ki, senin Rabbin "La ilahe illallah" diyenleri affediyor; doğru anlamış mıyım?
-Evet.
-Galiba
bunu söyleyenlerin pişmanlıklarını da kabul ediyor?
-Doğru.
-"La ilahe illallah"
demiyenlerse büyük azaplarla korkutuluyor...
Evet.
-Bir miktar da diğer ayetlerden okur musun?
Peygamberimiz,
biraz da Taha Suresi'nden okumaya başladılar. "Yerde-gökte ve bu ikisi arasında olanlar ve yerin altındakiler,
hepsi O'nundur" ayetine gelince amcası Resulullah'ın okumasını kesti:
-Bizim Mekke'de binbeşyüz
putumuz var. Bunların üçyüzaltmışı Kabe'de, diğerleri etrafta bulunuyor. Onların, tek karış
toprağa bile hükmü geçmez... Sen ne diyorsun: "Yerde ve Gökte olanlar benim Rabbimindir"
-Ta kendisi.
-Bu
gece bir düşüneyim yarın gelip iman ederim. Şimdilik hoşça kal...
Amcasının Müslüman
olma vaadi Server-i alemi sevindirdi. Çünkü onun Müslüman olması müminleri çok kuvvetlendirecekti...
..........
Hamza'nın oradan ayrılmasından hemen sonra, Sevgili Peygamberimiz'e dört melek geldi. Habibine yapılan
kötü muamele Yüce Allah'ı incitmişti. melekler, selam vererek kendilerini ve ziyaret sebeplerini arz ettiler.
-Ben,
dede birincisi, denizler meleğiyim. Emret bunları da Nuh ümmeti gibi sulara gömeyim!...
Peygamberimiz:
-La
havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim, dediler...
İkinci melek söz aldı:
-Ben rüzgar ve
fırtına meleğiyim. İzin ver; Ad milleti gibi Mekke'yi de içindekilerle beraber havaya savurup yele vereyim...
Peygamberimiz aynı sözü tekrarladılar:
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.
Üçüncüsü:
-Ya Resulallah! Ben Güneş meleğiyim. Sen buyur ben, güneşi onların tepesine yaklaştırayım;
cümlesini kavurup kömür etsin.
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim.
Sonuncu melek:
-Ben
Dağların meleğiyim. Şayet sen istersen Ebu Kubeys dağını yerinden alıp mekke'nin üzerine
bırakayım; ne şehir kalsın ne içindekiler...
Mübarek dudaklarda hep değişmez karşılık:
-La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim. ve devam buyurdular:
-Ey melekler! Siz benim ricamı
kırmazsınız değil mi?
-Elbette ya Resulallah!
-Gelin öyleyse ben dua edeyim siz de "amin"
deyin.
Ve mübarek ellerini semaya açarak yalvarmaya başladılar.
-Ya Rabbi! Üzerimden azabı
kaldır. Milletimize iyilikler ver. Onları doğru yola getir. Milletim Peygamberliğimi bilmiyor. Sen onlara
hidayet ver; azap eyleme.
Melekler hayret içindeler:
-Amin, amin, amin, amin. Allahü teala, sana güzel karşılıklar
versin. Evvelki Nebiler güç durumda kaldığı vakit yardımlarına koştuğumuzda; onlar beddua
eder ve kavimleri helak olurdu. Sense şu kadar kötülüklerine rağmen bunların iyilik ve kurtuluşları
için dua ediyorsun?
Diyerek Hatemül Enbiyadaki üstün ve güzel ahlaka hayret ve hayranlıklarını gizleyemediler.
-Hak teala hazretleri, beni alemlere rahmet olarak gönderdi. Ben, azap sebebi değil, ebedi saadet vesilesiyim,
buyurdular.
Melekler sevinerekk ayrıldı...
.........
Sevgili Peygamberimizin nnur kaynağı
kalbleri o gece hep amcası Hamza'nın Müslüman olması için dua ile meşgul oldu.
Peygamber duası,
kalbden kalbe aksediyordu. Hamza, Efendimize duyduğu sevgi ve O'nu korumak için gösterdiği gayret yüzünden, eşikten
atlamak üzereydi ve son tereddütlerden de kurtulması için kendisine rahmet yağmurları gibi dua yağıyordu.
Üzerine çisil çisil dökülen bu dualar sebebi ile Hamza, kalbini dolduran aşk ve iştiyakdan dolayı o gece tam
kırk kere Resul-i Ekrem'in kapısına geldi... geri döndü... gitti geri geldi. med-cezir halindeki engin bir
deniz gibiydi. Resulullah ay O, deniz gibiydi.
...uykusuz geçen bir geceen sonra nahayet son gelişinde yeğeninin
kapısını çaldı. Artık sabah olmuştu. Büyük Peygamber O'nu içeri alıp münasip şekilde
ağırladıktan sonra söze girdiler:
-Hatırlayacağın gibi aramızda bir ahd vaki oldu.
İman edecektin. Vaadine vefa göstermeni bekliyorum...
-Doğru. Ancak biraz daha Kur'an okusan!
Peygamberler
peygamberi Rahman suresinin başından bir mikdar okumuşlardı ki amcası durdurdu.
-Yeter! En
ufak şüphe ve tereddüdüm kalmadı. La ilahe illallah Muhammedün Resulullah!...
Evet, beyaz köpüklü o dalgalı
denizin gel-gitleri bitti; Hamza müslüman oldu ve Hazret-i Hamza oldu. Mü'minlere müjdeler olsun. Hazret-i Hamza, radıyallahü
anh, otuzdokuzuncu müslüman. Bu demektir ki kırka bir şey kalmadı. Kırkı bulunca da rakamları
makara ipliği gibi çözülecek.
Bu büyük insanın islam saflarına iltihakı, küfrün cesaretini kırdı.
O'ndan duyulan korku yüzünden müşrikler şimdi eskisi kadar saldıramıyor.
Yarınlar, iman ehline
tebessüme hazırlanmakta.
40...veya meydanlar selama dursun!
BENİ BİLEN BİLİR.
BİLMİYEN BİLSİN Kİ
ÖMER İBNİ'L HATTABIM !
Hazret-i Ömer radıyallahü
anh
Kureyş, Hazret-i Hamza radıyallahü anh'ın müslüman olma şokunu henüz atlatmış
değil. Ama asıl şok; daha doğrusu büyük darbe geride. Ummadıkları biri müslüman olmak üzere.
Bu beklemedikleri şahsın müslüman olması ile küfrün dünyası başına yıkılacak.
...........
Ömer, Kureyş'in şöhretli isimlerinden.
İri yarı, heybetli görünüşü, kızıl
gür saçlı, sık sakallı bir insan.
Tehlikeleri hiçe sayan bir tabiatı var. Ticaretle uğraşıyor...
O'nu Kabe yolunda görüyoruz. Niyeti Peygamberimizi uyarmak. "Vazgeç bu ettiklerinden diyecek. Dinimize, yolumuza ilişme.
Eğer insanları kendine çekmeye devam edersen bunun hesabını verirsin!" ihtarını yapacak. Aksi
halde şu cemiyet çözülecek, gemi su alacak, asırlık çınar kurumaya yüz tutacak, töre bozulacak.
Hayır!
Ömer, yanılıyor. Kız çocuğunu diri diri toprağa gömerken nasıl hata ediyorsa öyle yanılıyor.
Asırlık çınar yani Kureyş, yani bütün arap milleti, yani bütün yeryüzü kurumuşken; görünüşteki
aldatıcı canlılığa rağmen ölmüşken; O'nun sallallahü aleyhi ve sellem, getirdiği ebedi
nizamla dirilecek.
Bir dağ gibi yolları doldura doldura yürüyen Hattaboğlu'nun Kabe'ye vardığı
esnada Resul-i Ekrem, oradaydı ve Elhakka Suresi'ni okuyordu. "Okuması bitsin, dikkatini çekerim" diye niyetlendi
ve bir kenara saklanarak dinlemeye başladı. Fakat dinledirçe kendine birşeyler oluyordu; Kur'an-ı Kerim'e
karşı hayranlık duyguları kabardı. Bunun üzerine şöyle düşündü; "Evet; galiba doğru,
O, Kureyşin söylediği gibi şair"
Niçin şair?
Çünkü, Ömer İbni'l Hattab'ın o
anki mantığına göre; "Bu kadar güzel cümleleri ancak bir şair kurabilir. Şu sözlerde ne kadar güzellik
ve çekicilik var. Bu denli güzel kelimeler yalnızca bir şairin dudaklarından dökülebilir." O, saklandığı
köşede, içinden bu muhakemeyi yaparken Sevgili Peygamberimiz, surenin kırk ve kırkbirinci ayetlerine gelmişlerdi:
"-Muhakkak ki, O Kur'an, Allah katında çok şerefli bir Resulün (Cebrail'in) sözüdür. O, bir şair sözü
değildir. Siz ne az inanır kemselersiniz!"
Ömer, hayretler içinde kaldı. "Tamam" dedi kendi kendine.
"Zihnimden geçenleri anladığına göre aynı zamanda bir kahin." Ama bu yorum da cevabını aldı.
Efendimiz, okumaya devam ediyorlar:
-"O, bir kahin kelamı değildir. O Kur'an, Alemlerin Rabbinden inzal
olmuştur. Eğer, Peygamber, indirmediğimiz bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş
olsaydı, biz onu kuvvetle yakalar ve hayatına son verirdik! Hiç biriniz de onu muhafaza edemezdiniz. Doğrusu
Kur'an, Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir nasihattır. İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu
elbette bilmekteyiz. Kur'an münkirler için bir iç yarasıdır. O, hiç şüphesiz tam bilginin kesin gerçeğidir.
Öyle ise, O büyük, O Yüce Rabbinin ismini an!"
Ömer; o heybetli adam, işittikleriyle alt-üst olmuş ve kalbinin
şuracığı yumuşayıvermişti. O kadar hislendi ki gözlerininyaşlanmasına mani olamadı.
Ama çevere yok mu, çevre? Kötüler!... Kötüler, dört yanı kuşatmışken Allah'ın izni olmadan onları
aşarak zulmet bölgesini geçip ışığa varmak ne mümkün!... Nitekim Hattaboğlu'da hakikate bu kadar
yaklaşmışken; imanla arasında handiyse bir tül perdelik mesafe kalmışken küfür yine arayı
derinleştirdi, ortalık yine zifiri karanlığa boğuldu....
.........
İslamın
zuhurunun altıncı yılı.
Hazret-i Hamza radıyallahü anh, Müslüman olalı üçgün olmuş,
Bütün Mekke çalkalanıyor. Hamza radıyallahü anh'ın islama geçişi şirk dünyasını kara yaslara
boğmuştur. Eğer mani olunmazsa gidişat iyi değil....
İşte Kureyş büyükleri,
aralarında toplanmış çareler arıyor. Her zamanki gibi Ebu Cehil, yine başrolde.Bu mel'un adama göre
hedef; Peygamberi katletmek! Bunun dışında tutulacak her yol hüsrandır.
-O- tanrılarımızı
yeriyor. Bizleri tahrik ediyor ve ecdadımızın cehennemde olduğunu iddia ediyor. Kim Muhammed'i öldürürse
kendisine yüz tane kızıl tüylü deve, çilçil altınlar, gümüşler, elbiselik kumaşlar, bol miktarda
misk vereceğim. O'nu öldürecek kimse abad olacak; servete boğacağım o bahadırı.
Herkes,
birbirinin yüzüne bakıyordu. Ebul Kasım' öldürmek! O'nu öldürmek fevkalade riskli bir teklifti. O'nun ölümü ile
Kureyş, ikiye bölünecek ve kan davaları memleketi bir veba salgını gibi kasap kavuracaktı. Herkes,
çeşitli düşünceler içindeyken ömer, ayağa kalktı. Tahrik ve vaadin parlaklığı kalbinde
İslam güneşine açılmaya başlayan pencereciği yeniden kapatmış ve onu tekrar eski haşin
haline iade etmişti:
-Bu işin üstesinden ancak Ömer İbni'l Hattab gelebilir!...
Kalabalık,
bir an ateş yalımına tutulmuş gibi irkildi ama kendini çabuk toparlayarak:
-Doğru diyorsun
Hattaboğlu, dediler, bunu ancak sen başabilirsin. Bizi bu musibetten olsa olsa sen kurtarabilirsin.
Onlar
beşuş çehrelerle Ömer'i alkışlarken O, sesini bir iki perde daha yükselterek konuşmasını
sürdürdü:
-Ben bu meseleyi halledeceğim ama; ya sen sözünde durmazsan Ebu Cehil?
Zalim kurt, eline geçen
böyle bulunmaz bir fırsatı kaçırır mı?
-Sorduğun şeye bak! Haydi Kabe'ye gidelim.
Hubel'in huzurunda and içecek; vaadimi bir kere daha tekrarlayacağım ki şüphelerin kaybolsun.
...gittiler;
Ebu Cehil, dediklerini yaptı. Bunun üzerine Ömer, kılıcını kuşandı ve "Lat ve Uzza'ya yemin
olsun ki bu işi bitirmeden gelmeyeceğim" dedi.
Öfkelerle bu noktaya varırken Cenab-ı Hak, Ömer
İbni'l Hattab'ı Sıddıklar defterine yazacağına yemin ediyordu.
Yüce Allah, buyurdu ki:
-Sen, sevgilimi öldürmek için kılıç kuşandın; lakin ben O'nun aşkını senin boynuna
geçirdim. İzzet ve celalim hakkı için nice şehirler senin elinle İslama gelecek ve düşman ülkeleri
senin korkunla titreyecekti.
.............
Hattaboğlu, yola koyuldu; Sevgili Peygamberimizi arıyor.
Kenar yollardan Hacire'de Nuaym bin Abdullah'la karşılaştı.
Abdullah da yeni dinin mensuplarından.
Ömer, bundan habersiz tabii. Ömer'in böyle pusatlanmış olarak hışımla yürüyüşü O'nu şüphelendirdi
ve bir mümin uyanıklığı ile durumun endişe verici olduğunu sezmekte gecikmedi:
-Uğurlar
olsun ya Ömer. Nedir bu telaş? Mühimce bir işin olmalı!
-Arap milletinin arasına tefrika sokan,
tanrılarımızı beğenmiyen, bizleri hor gören Muhammed'i öldürmeğe gidiyorum.
Nuaym, haberin
korkunçluğundan şöyle bir sendelediyse de hemen toparlandı:
-Zor birişe kalkışmışsın.
Tut ki muvaffak oldun. O zaman Abdülmuttalib oğulları seni sağ bırakır mı?
Söz Ömer'in
hoşuna gitmemişti.
-Yaa demek öyle! Anlaşılıyor ki sen de Muhammedisin. Bari önce senin kelleni
uçurayım, dedi ve sağ eli, öfkeyle kılıcının kabzasını aradı.
Nuaym:
-Ben babalarımın dinindeyim. Lakin işte sana garip birr haber:
-Kardeşin Fatıma ile
kocası Said de Müslüman. Bundan hamberin var mı? Önce onları yola getir sonra başkasına karış.
Ömer ummadığı birşeyi iştimişti. Şaşırdı, sarardı ve çareyi
inkarda buldu.
-Hayır! Yalan! Yalan diyorsun. Onlar Müslüman değil.
-Ben yalan söylemiyorum. Uzakta
değiller ki git sor.
Mübarek sahabi Peygamberimizi bir tehlikeden uzaklaştırmak için bu oyalayıcı
haberi bir olta olarak kullanmıştı.
..........
Said bin Zeyd'in evi..
Eve yaklaştıkça
bir erkeğin okuduğu Kur'an-ı kerim işitiliyor....
Said ve hanımı ilk mü'minlerden. Yolaçıcı
bayrak insanlar. Habbab bin Eret radıyallahü anh'ı evlerine davet etmiş ondan Kur'an-ı kerim öğreniyorlar.
Evin dışına sızan, Hazret-i Habbab'ın okuması.
......
Ömer, bir kaç saniye hiddetle
karşısındakinin yüzüne baktıktan sonra geri dönüp seri adımlarla uzaklaştı. "Kızkardeşinle
enişten de müslüman" sözü ona her şeyi unutturmuş ve önce bu aile için ihaneti cezalandırmaya karar vermişti.
Said'in evine yaklaşırken o derinden derine işitilen Kur'an sesi ömer'i buluyordu... "..demek doğru" dedi
içinden ve kapıyı kırrcasına yumruklamaya başladı... Evdekiler kılıç kuşanmış
haldeki öfkeli Ömer'i görmüşlerdi. Şimşek hızı ile Habbab'ı kilere, Kur'an yazılı
sayfayı da gizli bir yere sakladıktan sonra kapıyı açtılar. Mümkün mertebe tabii görünmeğe ve
renk vermemeye çalışıyorlardı.
-Ne okuyordunuz?
Adımını eşikten içeri
atan Ömer'in ilk sorduğu bu olmuştu. İşte müşkül an... ne deseler Ya Rabbi; ne söyleseler? İki
ayağı üzerinde yere çakılmış gibi dimdik duran Ömer, patlamaya hazır bir yanardağ gibi.
Yakıcı nazarlarla cevap bekliyor
-Hayır dedi eniştesi, sana öyle gelmiş. Ne okuyabiliriz
ki. Sadece konuşuyorduk. Belki sesimiz yüksek çıkmıştır.
Laf, Said'in ağzında yarım
kaldı. Ömer, eniştesini yakasından kavradı kendine çekti ve; sonra da şiddetle yere çaldı. Hanımı
Fatıma, said'i yerden kaldırmaya fırlamıştı ki yüzünden amansız bir tokat patladı.
Tokat, narin islam hanımına balyoz gibi ağır gelmişti... gözlerinde şimşekler uçuştu,
yıldızlar yanıp söndü.
Kan!...
Pembe bir kan, mübarek kadının dudak kenarından
sızmaya başladı... İşte müthiş an. Tokat kime vurulmuştu? Zahirde bir mümineye; ama aslında
zulmet duvarı tokatlanmıştı...
Ne de olsa ciğer...
Kardeşini kanlara bulanmış
gören Ömer'in kalbine nur huzmeleri sızıyor...
İlk pişmanlık kıpırtıları...
Baskına gelen, beldi de eniştesi ile kızkardeşini dayaktan kırıp geçirme niyetiyle içeri giren
Ömer, aniden durgunlaştı...
-Niçin? Niçin ey Ömer? Allah'dan utanmıyor; ayet ve mucizelerle gönderdiği
Peygamberine iman etmiyorsun? Niçin? Evet saklamıyoruz. Ben ve kocam islamla şereflendik. Başımızı
şu belindeki kılıçla kessen bile bizi bu dinden döndüremezsin, anladın mı?
Fatıma, Ömer'in
kritik anını çok güzel yakalamıştı. O dağ gibi heybetli, O gölgesinden kaçılan adam, hem
de bir kadının, hem de küçüğü olan kız kardeşinin her kelimesi Ömer tokatı kadar acı sözleriyle
hurma ağacı gibi silkeleniyordu.
Bir kenara ilişti. Kabaran pişmanlık duygusu içini kemiriyordu.
-Şu demin okuduğunuzu görebilir miyim?
Fatıma, Taha suresinin yazılı olduğu
sayfayı getirdi... Ömer, okudukça kendini kaptırıyor; Kur'an-ı Kerim'in güzelliği O'nu içten içe
etkiliyordu...
-"Göklerde, yeryüzünde, bunların arasında, toprağın altında olan her şey
yüce Allah'ındır!" Anlamındaki ayete gelince hayretini gizliyemedi.
-Fatıma! Bu kadar mahluk hep
sizin ilahın mı?
-Elbette. Şüphen mi var?
-Halbuki bizim binbeşyüz tanrımz olduğu
halde halde hiç birinin tek karış yeri yok, diye mırıldandı. Ve ayeti okumaya devam etti:
-"Sen
sözü ister açığa vur, işter gizle dur, birdir. Çünkü O Allah gizliyi de gizlinin daha gizlisini de bilir. Ondan
gayri tapacak ilah yokttur. En güzel isimler O'nundur.
Taha suresinden sonra Hadid Suresi'nden bir miktar okudu:
-"Göklerde
ve yerdekiler Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. O, kudretiyle her şeye üstün gelen bir aziz, hikmetiyle her yaptığını
yerli yerinde yapan bir Hakimdir. Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu O'nundur. Dirilten, öldüren, her şeye gücü yeten
O'dur. Evvel O'dur, ahir O'dur, zahir O'dur, batın O'dur, O, her şeyi bilendir. Gökleri ve yeri altı devirde
yaratan, sonra arş'ı hükmü altına alan O'dur. O, yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni, göğe
yükseleni bilendir. nerede olursanız olun O sizinledir. Allah, bütün yaptıklarınızı görendir. Göklerin
ve yerin hükümranlığı O'nundur. Bütün işler ancak, Allah'a döndürülür. Geceyi gündüze katar, gündüzü geceyi
katar, O gönüllerdekini de bilendir. Allah'a ve Peygamberine iman edin. Size varis ettiği şeylerden Allah yolunda
sarf edin. içinizden, iman edip de mallarını Allah yolunda sarf edenlere büyük büyük mükafaat vardır. Peygamber,
Rabbınıza iman etmeniz için hepinizi davet edip dururken size ne ouyor ki Allah'a iman etmiyorsunuz. Halbuki O,
sizden iman edeceğiniz hususunda kesin söz de almıştır."
Ayetler üzerinde tefekkür eden Ömer:
-Bunlar ne güzel sözler. Daha şereflisi daha güzeli olamaz! der demez saklı bulunduğu yerden heyecanla
ortaya çıkan Habbab bin Eret:
-Müjde ya Ömer! Resulullah'ın ettiği dua inşallah senin hakkında
kabul olur:
-Resulullah, dün gece "Allahım! İslamiyeti Ebül Hakem bin Hişamla veya Ömer bin Hattabla
kuvvetlendir" diye yalvardı... Allah Allah, şu işe bak ya Ömer, dedi... Habbab'ın sevinçten yüzünde güller
açıyrdu.
Etrafını saran Said, Fatıma, Habbab hep O anı; kelime-i şahadeti söyle söyleyeceği
zamanı bekliyorlardı. Ümidle doluydular. Ümidin havaya hakim olduğu nadir anlardan biriydi... ağzının
içine bakıyorlardı adeta. Vakit gelmişti; bunu seziyorlardı... Ömer sordu:
-Peygamberi nerede
bulabilirim?
...deminki katı adam gitmişti. Temiz bir yüz, cana yakın bir insan konuşuyordu...
Buna rağmen Fatıma yine de ihtiyatlı. Kadınlara mmahsus aşırı duyarlıkla tedbiri elden
bırakmıyor.
-O'na zarar vermiyeceğine bizi temin edersen yerini söyleriz.
-Yemin ederek söz
veriyorum.
-Erkam'ın evinde; bir kısım sahabi ile birlikte.
-Habbab! Beni O'na götür müslüman
olacağım!...
Bu ne hoş cümle böyle. Bu cümleyi duyan üç müslümanda engin ve anlatılmaz sevinçler.
Bu saadeti tatdıran Allah'a hamd olsun.
Hazret-i Ömer'le Hazret-i Habbab, Darül Erkam'ın yolunu
tutmuşken bu ufacık İslam yurdunda bulunan mü'minler de "Kelime-i şahadeti bir kerecik olsun topluca ve
yüksek sesle küffara karşı haykırmadık. Yoksa bu bize nasıp olmayacak mı?" diye dertleniyorlardı.
-Ya Resulullah! İzin ver dışarı çakıp Allah'ın ismini şu süfli cemiyete avaz avaz
haykıralım! Bu hasret içimizde kalmasın.
-Ey gönlü kırık müminler. Gam çekmeyin. Kalbinizi
kavi tutun. O Allah ki İbrahim aleyhisselamı Nemrud'un ateşinden koruyup orayı bir gül bahçesi yaptı,
Musa aleyhisselamı büyücülere galip getirdi, İsmail aleyhisselamın boynunu bıçağa kestirmedi. Biz
fukarayı da elbette düşman şerrinden saklayacaktır. Diyerek arkadaşlarına cesaret verdi.
Kalblerde
ümid menekşeleri tomurcuklanırken ellerini semaya açarak sözlerine devam buyurdu:
-Ya ilahi, bu otuzdokuz
garip sana iman etmiş ve can ve gönülden kul olmuşlardır. Bunların gözyaşı ve gönül ateşleri
hatırına bize acı, kafirlerden koru ve şan ve şeref sahibi biri ile bu dine kuvvet ve bu biçare müslümanlarra
zafer nasip eyle.
Hemen o dakika Cebrail aleyhisselam geldi ve:
-Ey Allahın Resulü! Milletinin büyüklerinden
birinin Müslüman olmasını arzulamışsın. Hak Celle ve ala, duanı kabul ederek Ömer'i senin hizmetine
verdi ve bu din-i İslamı O'nunla güçlenddirdi. Dün gece bin melek "Ya Rabbi Ömer İbni'l Hattabı şakiler
defterinden silip saidler defterine al" diye yalvarmışlardı. O, şimdi buraya geliyor, kendisini istikbal
etmeye hazırlan, dedi.
Cebrail'in cümlesi tamamlanmıştı ki kapı çalındı. Kapının
aralığından bakan Bilal-i Habeşi radıyallahü anh, kül gibi bir benizle geri çekildi. Zira Ömer silahlı
olarak kapıya dikilmişti. Ömer'in kapıya kadar sokulduğunu gören diğer eshab da korktu. Çünkü O,
öyle kolay altedilecek bir rakip değildi... Hazret-i Hamza arkadaşlarını yüreklendirdi:
-Boşa
telaşlanmayın; gelen nihayet bir kişi. İyi niyetle geldiyse hoş geldi. maksadı kötüyse kılıcımla
kafasını koparırım, dedi ve dışarı çıkarak Ömer'in önüne dikildi.
-Ya Ömer!
Biz Abdülmuttalip oğullarıyız. Demiri bile toz eder havayy püskürtürüz! Allah Resulü'nün kılına dokundurtmayız.
Bunu iyi bil ve adımını ona göre at!
Konuşmaları içerden duyan Sevgili Peygabembirimiz, kapıya
gelerek Hattaboğlu'nu iltifatlarla karşılayıp kucakladı.resul aleyhisselam, Ömer'i öyle sıktı
ki sanki kemikleri birbirine geçti ve kılıcı yere düştü ve kendisi de efendimizin heybetinden yere kapaklandı;
ve yerinden doğruldu; Peygamber şehadeti ile Müslüman oldu:
-Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü
enne Muhammeden abdühü ve resulühu.
Sevgili Peygamberimiz, o kadar memnun oldu ki; saadetinden tekbir getirme özleminden
kavrulanlar da tekbir getirdiler. muhteşem sada her tarafı çın çın çınlattı... Bu günleri gösteren
Allah'a şükürler olsun.
Peygamberimiz mecburiyetten önüne bakan Hazret-i Ömer radıyallahü anh'ın mübarek
başını öptüler... Darül Erkam, o sıcak yuva bayram yerine dönmüştü...
Bu kureyş ulusunun
hidayete ermesi üzerine Cebrail aleyhisselam, Enfal suresinin altmışdördöncü ayet-i kerimesini getirdi. "Ey Peygamberim!
Sana yardımcı olarak Allahü teala ve müminlerden izinde gidenler yetişir."
Hazret-i Ömer sordu:
-Kaç
kişi olduk ya Resulallah?
-Seninle beraber kırk kişi...
-Ey Allah'ın Resulü; kafirler
Lat ve Uzza'ya hiç bir şeyden çekinmeden tapınırken; biz, Hak teala'ya ibadetimiz niçin gizli yapalım?
...dışarı çıktılar... Hedef Kabe. Kabe'de herkesin; Mekke'nin, Arabistan'ın ve bütün
cihanın gözü önünde saf saf namaza durulacak... Meydanlar selama dursun dünya yeni bir oluşa sahne oluyor.
İşte
yürüyorlar. Peygamberimizin sağında büyük dava arkadaşı Hazret-i Ebu Bekir, solunda büyük kahraman Hazret-i
Hamza, önünde mü'min doğup mü'min büyüyen Hazret-i Ali, en önde yeni müslüman büyük sahabi Hazret-i Ömer ve bunları
takip eden eshab-i kiram radıyallahü anhüm ecmain.
Sert ve heybetli bir yürüyüş...
Müşrikler,
Kabe'nin yanında oturmuş laflıyorlar. Ömer İbni'l Hattab'ı yalın kılıç ve arkasında
da müslümanları görünce bazıları sevindi:
-Gördünüz mü? dediler. Buna Hattaboğlu demişler.
Gözünüz erkek görsün. Asileri nasıl toplamış getiriyor... güneş ışıkları nurlu bir
eli öper gibi İslama nice büyük hizmetler yapacak olan kılıca narin bir öpücük kondurup geri uçuşuyor.
Şeytan zekalı Ebu Cehil'se durumu hemen kavradı. Öfke, ümitsizlik, hayal kırıklığı
içinde başını iki tarafa sallayarak sıkılmış dişlerinin arasında hırladı:
-Maalesef hayır! Eğer dediğiniz gibi olsaydı Ömer arkada diğerleri önde olurdu. Galiba o
da düşmana iltihak etmiş. Yazık! Kaybımız büyük.
Bu sırada mü'minler yaklaşmıştı.
Ebu Cehil koştu:
-Bu gelişin manası nedir ya Ömer, pek anlayamadık?...
Hazret-i Ömer,
unutulmaz ihtarını yaptı. Allah düşmanlarının yüreğine korku düşerken; mü'minlerin
içine serin sular serpildi. Ses patlayan bir bora gibi; yiğit olan karşısında dursun;
-Mü'minlere
ilişenin kellesini uçururum. Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulühu!!! Beni
bilen bilir. Bilmeyen bilsin ki Ömer İbni'l Hattabım. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak
isteyen şöyle gelsin!!!
O gün müslümanlar ilk defa Kabe'de cemaatle namaz kıldılar... mbu ne kutlu
öğiedir böyle?
Namazdan sonra Hazret-i Ömer, Sevgili Peygambermize Kabe'nin içini gezdirdi. Dört taraf putla
dolu. Peygamberler Peygamberi, asası ile putları işaret ederek ebedi hakikati ifade eden mübarek ayeti okudular:
-Hak gelince batıl gider. Batıl elbette gidecektir...
üç çekin yıl
Ben ne yapıyorsam
Rabbimin emriyle yapıyorum.
Bir başkasının sözüyle bunu değiştiremem.
Büyük
ve Kahraman Peygamber
Muhammed aleyhisselam
Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ömer'in hak yola girmeleri ile İslamiyet
kuvvet buldu ve yayılma nisbeti arttı. Çığ büyüyor; sel çoğalıyordu. O deminki ışık,
bir güneş gibi çölün ucundan yükselmeye başlamıştı. Kureyş kafirleri, İslamiyetin günden
güne güçlenmesi karışısında hayli telaştalar... eğer bu yeni din, bu süratle taraftar bulursa
istikbal kendileri için karanlıktır. "Bu nasıl din ki kureyş reislerine bir ayrıcalık da tanımıyor"...asıl
bunu hazmedemiyorlar.... kureyş geleneğinde toplum aşiret ve kabilelere bölünmüş. Her aşiret ve kabilenin
bir reisi var. Hükümet eden bu "Reis" veya "bey" diyeceğimiz kimseler. Kur'an-ı Kerim, bu düzeni kaldırıyor.
üstelik ağa-bey-reis, avam herkes eşit. Reisler buna şaşırıyor. Hafsalarına sığmıyor
böyle bir şey. Bu yeni ve insana yakışan hayat üslubunu içlerine sindiremiyorlar ama Muhammedi sistemin yayılmasını
da durduramıyorlar... Onlara göre Ebu talib, desteğini çekse bu pürüz kısa zamanda kökünden kazınacaktır.
Bundan ötürü Ebu Talib'in kapısındalar. Her mbiri tutuşmuş dal parçası gibi alev alev..
Ey
Ebu Talib, bizde sabır ve tahammül bitti. Bu fitneyi mutlaka ve mutlaka bastıracağız. İşte sana
iki teklif, dilediğini seçmekte serbestsin:
1- Ya Muhammedi bize teslim edersin layır olduğu cezayı
veririz.
2- Veya mücadeleye hazır ol... sana yarın sabaha kadar müsade. Erkenden burada olacağız.
Ebu Talib, gidenlerin ardından bir müddet dalgın baktıktan sonrra içeri girdi... epeyi bir zaman düşündü.
İş, hakitaten ciddiydi. Yeğenini rica etti. Sevgili Peygamberimiz, Sallallahü aleyhi ve sellem, geldiğinde
O'nu bir güzel karşıladı; oturdular. Amcanın düşünceli olduğu hemen anlaşılıyordu.
Dikkatli kelimelerle söze başladı:
-Evaladım! Mümkün mertebe şunlara ilişme. Sen ısrar
ettikçe onların düşmanlık damarları kabarıyor. Mesela bildiğin gibi değil. benim reisliğim
filan kar etmiyor artık, iş çığırından çıkmak üzere.
Zayıf çıra loşluğundan
doğan gölgeler Ebu Talib'in üzgün yüzünde derinleşip kayboluyor. Efendimiz davet sebebini anlamıştı.
Ama o Resulün taviz vermesi mümkün mü? İlahi emri tebliğe memurdur ve bu tebliği her türlü şarta rağmen
devam edecektir.
Peygamberimiz, biraz da kırgın olarak cevap verdiler:
-Ben ne yapıyorsam Rabbimin
emriyle yapıyorum. Başkasının sözüyle bunu değiştiremem...
Ayağa kalkıp kapıya
yönelmişti ki ihtiyar adamın kalbini yine pişmanlık duyguları sardı. Bu mümtaz insanı incitmiş
olmaktan korkuyordu...
-Aldırma; vazifene bak, dedi, ben hayatta olduğum müddetçe sana kimse el süremiyecektir...
...........
Sabah olup da Ebu Talib'den müsbet bir cevap alamayan islam düşmanları, aralarında
şu karara vardılar:
1- Müslümanlar, onları himaye eden Haşimoğulları ve Abdülmuttalib
soyundan bundan böyle kız alınmayacak ve onlara kız verilmeyecektir.
2- Bunlara yiyecek, giyecek, kullanacak
hiç bir mal satılmayacak, hiç bir şey satın alınmayacak ve hediye dahi verilmeyecektir.
3- Yukarıda
sayılanlar düşmanımızdır. Bunların, Kureyş mahallelerinde bulunan akrabalarını
ziyaret etmelerine müsaade edilmeyecektir.
4- Muhammedilerin yapacağı her türlü barış teklifi
reddedilecektir.
Bisetin yedinci senesi ve Muharrem ayının birinci günüydü. Müşrikler, saydıkları
şartları bağlayıcı bir ahdname haline getirerek kağıda geçirdiler. Toplandı sekreterliğini
Mansur bin İkrime Amir yaptı... Kararı kırk aşiret reisi mühürleri ile tasdik ettikten sonra ahdname
bir muhafaza sarıldı ve Kabe duvarına asılarak yürülüğe kondu... Bundan böyle kimsenin karar dışına
çıkması mümkün değil.
Metni kaleme alan Mansur'un eline kısa bir zaman sonra felç indi. Şartlar,
müminler ve hatta Haşimilerle Abdülmuttalib oğulları için fevkalade hassadı. Haberi alan Ebu Talib, derhal
Müslümanlarla Haşimileri bir araya toplayarak yardım istedi. Ebu Leheb'in dışında muhalefet eden
yok. Ebu Leheb, İslama olan düşmanlığından Ebu Talib tarafını terk ederek, Kureyş
kafirlerine katıldı. Mekke ikiye bölünmüştü... Peygamberimize destek olanlar Ebu Talib mahallesine toplandılar.
Hatta Kureyş mahhallesinde bulunan taraftar aileler bile Haşimi kesime sığındı. Ebu Talib, eshab-ı
kiramın yardımı ile Resulullah'ı meçhul bir yere sakladı. Peygamberimiz, lüzum ettikçe izini kaybettirmek
için yer değiştiriyor.
Düşman, Şib-i Ebu Talib/Ebu Talib mahallesini kuşatma altına
aldı... Bölgenin dışına çıkan bir mümini yakalayınca O'na esir muamelesi yaparak işkence
ediyorlar. Abluka altındaki insanlar, Hac mevsimi dışında, şehre inemiyor. Hac günlerinde de azgın
din düşmanları, uzak yollara çıkarak gelen kervanların önünü kesip "Muhammedilerle destekçilerine mal
satan olursa kervanını yağma ederiz ona göre" diye tehdit ederek korkutuyor; yine netice alamayınca mallarına
yüksek fiyatalar vererek rakamları şişriyorlardı...
Ebu Talib mahallesi yokluk ve açlık diyarı
olmuştu... Çocuk ağlamalarından durulmuyor...merhamete gelerek bir parça yiyecek getiren bir kureyşli
yakalanınca dayaktan geçiriliyor. Sevgili Peygamberimiz, Hazret-i Hadice annemiz, Hazret-i Ebu Bekr, bütün mallarını
müminler için harcadılar.Başa bir imkan kalmayınca bu kahraman müminler ot ve ağaç yaprağı bile
yediler. Peygamberimiz ve eshab-ı kiram açlıklarını bastırmak için karınlarına taş
bağlıyorlar.
Günler, aylar geçti kuşatma kaldırılmadı...
düşmandan çekinmeden
serbestçe dolaşabilenler yalnızca Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ebu Bekir. Bu mübarek insanlara da diş
gösteriyorlar ama ısırmaya güçleri yetmiyor. Hatta Ebu Bekir istediği yerde namaz kılıyor ve müsait
olanlarını gizlice imana çağırıyor. Bunların haricindeki diğer müminlerin vaziyeti git
gide kötüleşmekte. Bu yüzden Resulullah, sekseni erkek, onu kadın doksan kişinin daha Habeşistan'a göçmelerine
için verdi...
Bu doksan müslüman, bin bir tehlikeyi göze alarak gayet gizli bir şekilde Mekke'den ayrılıp
Habeşistan'a vardılar.. Bir gurup müminin daha Arabistan'dan çıktığını öğrenen islam
düşmanları öfkeden küplere bindi. Ne varki güvercinler bir kere hür ufuklara kanat çırpmıştı;
yılan istediği kadar kıvranıp dursun.
Muhacirlerin emirliğini Cafer bin Ebi Talib, radıyallahü
anh, yapıyor. Kureyş kafirleri, Habeş Hükümdarı Necaşiye temsilci yollayarak "asi"leri isteye karar
verdiler. İki kişi gidecekti; Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia. Necaşi ile devlet erkanı ve din adamlarına
nadide hediyeler hazırlayarak sefirlere teslim edildi ve:
-Önce din adamı ve yüsek dereceli memurlara götürdüklerinizi
takdim ediniz. Böylece Melik'le görüşme ve maruzatın gerçekleşmesi hususunda yardımlarını rica
edebilirsiniz; bilahere Hükümdara hediyelerini takdim edeceksiniz. Necaşi ile mültecileri görüştürmemeye bilhassa
dikkat etmelisiniz, diye güngörmüş ihtiyarları akıl verdiler..
Amr bin As ve Abdullah bin Ebi Rebia
Habeşistan'a vardıklarında kendilerine tenbih edilenleri harfiyen uyguladılar. Evvela yüksek dereceli
memurlarla, sarayda görevli din adamları hediyelerle kendi yanlarına çekildi. Sonra bunların yardımı
ile Kureyş elçileri Necaşi tarafından huzura kabul edildiler. Kureyşliler, secde ettikten sonra armağanları
takdim ettiler ve ziyaret maksatlarını die getirdiler:
-Aziz majesteleri.. Memleketimizden bir kısım
kadın ve erkeğin kaçarak devletinize geldiği yüksek malumlarınızdır. Bu asiler, bizim dinimizden
çıktıkları gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi aralarında bir din uydurup ikilik çıkardılar.
Bizi size arapların en seçkin insanları yolladı. Ricaları suçluları iade etmenizdir. Devletinizden
de nifak ve huzursuzluk çıkarmalarından endişeliyiz. Bize yeter miktarda asker verirseniz isyancıları
alarak geri döneceğiz. Maruzatımız bundan ibarettir.
Necaşi, "Ne diyorsunuz" manasına patriklere
baktı. Onlar:
-İade etmelisiniz, dediler.
Hükümdar sinirlendi:
-Devletime sığınan
insanlar, siyasi suçlulardır. Onların da fikrini almak lazım. Buraya çağırıp iki tarafı
da dinleyelim. Eğer diplomatların bu iddia ve ithamlarına karşı inandırıcı bir müdafaa
yapamazlarsa ülkemde bocguncu meşrep insan tutamayacağımdan onları araplara geri veririz. Ama üstlerine
atılan şu suçlamaları çürütürlerse burada dilediklerigibi yaşarlar, buna kimse mani olamaz, dedi ve arap
elçilerine döndü:
-Siz muhterem sefir hazretleri söyler misiniz bu uydurma dediğiniz dinin Peygamberi kimdir?
-Muhammed, dediler...
Zeki ve akıllı Hükümdar, durdu ve düşünmeye başladı. Son bir
dinin vahyedileceğini; ahir zaman nebisinin bu isimde olacağını, milletinin onu yaşadığı
beldeden hicret etme zorunda bırakacağını biliyordu.. demek ki son Peygamber zuhur etmişti.
Anladıklarını
hiç belli etmedi.
-Evet az evvel dediğim gibi en güzeli onları da buraya çağıralım; yüzleşin!
Bakalım bizi kim ikna edecek?
Melikin emri ile çilekeş mümineri de huzura getirdiler.. Her biri bir vakar
timsali. Eğilmediler ve secde etmediler. Hükümdarı sadece ve nazikçe Allah'ın selamı ile selamladılar.
Tahtında oturan Necaşi sordu:
-Şu elçiler huzuruma girdiklerinde yeri öperek saygılarını
sundukları halde siz sözle selam verdiniz bunun sebebi nedir? Halbuki onlar da siz de aynı millettensiniz.
Cafer
radıyallahü anh:
-Biz müslümanız! Bizim dinimizde insan, insanın önünde eğilmez, insan insana
secde edemez. İtikadımıza göre böyle mbir hareket haramıdır.
Peygamberimiz "secde yalnız
ve ancak Allah'a mahsustur" ölçüsünü koymuştur. Biz bu ölçünün dışına çıkamayız. Ancak hareketimiz
hazretlerine saygısızlık şeklinde tefsir edilmemeli. Çünkü biz, zatı devletilerini Allah'ın
selamı ile selamladık. biz müminler birbirimizi de bu kelimelerle selamlar ız.Cenne†tekilerin selamlaşmasınında
bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz haber veriyor.Bu bakımdan Allah'tan gayrısına secde etmekten
yine Allah'a sığınırız,dedi.
veciz konuşmayı Necaşi de divandakilerde büyük
bir dikkatle dinliyorlardı.Hükümdar:
-Pekala...sorduklarıma cevap veriniz.Buraya niçin geldiniz;tüccar değilsiniz,bizden
bir şey de istemiyorsunuz;bu elçiler sizi neden geri götürmek istiyorlar?
-Devletlim,lütfen şu adamlara
sorunuz.biz sahibinin yanından firar etmiş kölelermiyiz ki bizi yakalayıp efendilerimize iade edecekler...
Necaşi Amr bin As'a döndü:
-Bunlar köle mi,hür mü?
-Hür insanlar efendimiz!
Hazreti Cafer:
-Şu adamlara sorunuz;biz,herhangi bir kimsenin
kanını mı döktük bizi götürüp kan sahibine
teslim edecekler?
Necaşi:
-Bunlar katil mi?
-Hayır!
Cafer radıyallahü anh:
-Hükümdarım,şu adamlara sorunuz ki biz birinin
malını mı elinden aldık da bizi
hak sahibine götürecekler...
Necaşi:
-Ey Amr! Mülteciler, hırsızlık veya gasp veya talan
gibi bir cürüm ika ettiler mi? Şayet bunların bir borcu varsa miktarı ne olursa olsun ben ödeyeceğim.
-Hayır; ne sayılan suçları ne borçları var...
Büyük kabul salonunda hiç bir şey kımıldamıyor,
hiç bir hareket yapılmıyor; en keskin dikkatlerle konuşmalar dinleniyor. Kelimeler karanlık gecede uçuşan
kıvılcımlar gibi havada savrulup diğer tarafa düşüyordu...
Necaşi gürledi:
-Öyleyse,
siz bu insanlardan ne istersiniz?
-Biz ve onlar aynnı dindeydik. Yolumuzu bırakarak Muhammed'e tabi oldular,
dinimize ve milletimize isyam ettiler. Bu yüzden cezalandırılmaları lazım. Onlar suçlu. Kureyş onların
cezasını verecek.
Necaşi:
-İnsanların ellerine kelepçe ayaklarına zincir vurulabilir
ama vicdanları nasıl kilitlenir, imanlarına nasıl hükmedilir. Zorla, zorbalıkla insanları kendiniz
gibi inandıramazsınız. Siz, mazlum kimselere tahakküm etmek istiyorsunuz!!! Buna müsaade etemem!!! dedi.
Müşrikler
feci bir meydan dayağı yemiş gibi oldular. Hükümdar tebessüm ederek müminlere döndü.
-Ey Cafer, dininizi
niçin terk ettiniz. Ecdadınızın dininden ayrılmış fakat hıristiyan da olmamışsınız.
Dininden ayrılmış fakat hırıstiyan da olmamışsınız. İman ettiğiniz
din nasıl bir şey?
-Hükümdarım. Biz cahil insanlardık. Heykellere tapar, leş yer, elmas yüzlü
çocuklarını zerer kadar acımadan diri diri toprağa gömer, akrabalarımızla alakamızı
keser, komşularımıza kötü davranı, kuvvetli olanlarımız zayıfları ezer ve merhamet
nedir bilemezdik... Peygamberimmizin tebliğine kadar bu hal üzre devam ettik. Bu dinin ismi islamiyettir. Dinimizde heykellere
tapmak, yalan söylemek, adam öldürmek, yetim malı yemek, iftira atmak haramdır. İslamiyet ana-babaya hürmetkar
olmayı, akrabayla iyi geçinmeyi, komşuya hürrmet etmeyi, evlatlar arasında kız-erkek farakı gözetmemeyi
ve daha nice güzel şeyleri emir buyurmaktadır. Mbunların hepsini şurada saymak uzun zaman alacağından
sıralamak oldukça zor.
Kısacası biz, kitabımız Kur'an-ı kerim'in ve yüce Peygamberin
yapınız dediklerini yapmaya, yapmayınız buyurduklarından uzak durmaya başladık. Ve ibaedetlerin
en büyüğü namazla şereflendik. Namazla kul ve insan olma şuurunu idrak ettik. Bu sebeple bu putperestler, biz
hak dini mensuplarına düşman oldu ve akıl almaz kötülüklere başladılar. Bizleri islamiyetten dördürmek
için zalimce işkenceler yaptılar. Aç bırakmak için müslümanları ablukaya alarak onların başka
insanlarla görüşmelerini, alış veriş yapmalarını yasakladılar. Şu gün bile yalnız
yakaladıkları müminlere yine gaddarca işkence yapıyorlar. Aç bırakarak dize getirmek için başlattıkları
kuşatma aylar geçtiği halde yine sürüyor.. Bir yolunu bularak dinimiz uğruna yurdumuzu yuvamızı terk
edip ülkene ve adaletine sığındık. Eğer bizi onlara teslim ederseniz işkence ede ede öldürecekler!..
Mübarek sahabi terlemiş yanakları al al olmuştu.
-Pekala o bahsettiğin Kur'an'dan biraz
okur musun? Bakalım ne diyor...
Cafer, radıyallahü anh, hazretleri uhrevi bir hava ile Meryem suresini okumaya
başladı. Kudsi ve muhteşem ayetler ruhlarda yankılanıp gönüllere akıyordu... Hükümdarın
gözlerinden boşanan yaşların süzülüp sakalını bulduğu görülüyor. Din adamları da sessizce
ağlamaya başladılar.
Necaşi:
-Kainatın en güzel sözleri... daha oku, devam et...
Cafer bin Ebi Talip biraz da Kehf suresinden okudu...
Melik Necaşi, mecliste olanlara hitaben:
-Hiç
şüpheniz olmasın ki bu yeni dinle eski hak dinler, aynı kandilden yükselen ışıklar gibi; aralarında
ancak bir kıl kadar fark var. Musa ve İsa Peygamberler de aynı hakikati söylüyorlardı, dedi ve Müslümanlara
döndü:
-Sizi kutlarım! Yolunda olduğunuz nebinin Hak Peygamber olduğuna ben de iman ediyorum. Meryem
oğlu İsa da O'nu haber veriyordu. Mümkün olsaydı gider hizmetine girer, ayaklarını yıkarım...
ülkemin istediğiniz yerinde dilediğiniz şekilde hür ve huzur içinde yaşayınız, diye güleç yüzü
ile onları tebrik ettikten sonra bu defa elçilere hitap etti:
-Getirdiğiniz hediye kılıklı
rüşvetinizi de alarak buradan çıkınız!!!
Doksan kışı rahat bir nefes aldılar;
ılık bir gülümseme yüzlerini yumuşattı; Necaşi'ye dua ve teşekkür ederek huzurdan ayrıldılar.
........
Doksan müslüman, hürriyete kavuşurken Mekke'de neler oluyordu?
Ebu Talib mahallesi'nin
etrafındaki kuşatma çemberi kuş uçurtmuyor. Mü'minler büyük imtihandalar...
İnsafdan nasipli olan
bazı kureyşlilerin vicdanlarında bir şeyler kıpırdıyor. "Böyle şey mi olur... senin
gibi inanmıyor diye aç bırakarak ceza vermek de ne demek?" Hakim bin Hüzzam da böyle düşünüyor. Bu düşüncenin
dürtmesi ile bir yolunu bulup akrabalarına bir yük gıda maddesi gönderdi. Yiyecek yerini buldu ama Ebu Cehil, olanı
duymuştu. Hakim'in kapısında. Kıracak gibi yumrukluyor:
-Hakim bin Hüzzam! Çabuk dışarı
çık!..
Hakim, kapıya geldiğinde hakaretin bini bir para. Ebu Cehil kudurmuş gibi. Boyun damarları
şişe şişe bağırıyor:
-Sen hainsin! Ahdnameye ihanet ettin. Asilere nasıl yiyecek
yollarsın? İki yüzlü yalancı. Seni meydan yerine götürüp herkesi yüzüne tükürteceğim!!! Keza, Ebu Bühter
bin Hişam da bir müddettir vicdan rahatsızlığı duyanlardan.
Ebu Cehil, Hakim'e yüklendikçe
yüklenirken Ebül Bühter de onları seyrediyor... Mütecaviz adamı dinledi, dinledi ve bir an geldi ki Hakim'in cevap
vermesine fırsat kalmadan eline geçirdiği bir odunu kuduz kafirin kafasına indirdi:
-Yetti be, dedi,
sen ne merhamet fukarası bir canavarmışsın! Adamın suçu ne; nihayet akrabasına iki lokma yiyecek
göndermiş. Akrabalarımızla görüşmeye mani olamazsın anladın mı?
O sırada Hazret-i
Hamza oradan geçiyordu. Ebu Cehil'in kafasına odun yediğini görmüştü. Bunu fark eden kibir putu, mahvoldu ve
pancar gibi bir suratla defolup gitti...
Bu çetin günlerde Haşimoğullarına yiyecek gönderenlerden biri
de Hişam İbni Ömer. Bunun da içine merhamet nurundan kıvılcımlar düşmüş. Abluka altındaki
bölgeye bir gece üç yük yiyecek kaçırdığı haber alınınca müşrikler Hişam'a ağır
bir meydan dayağı attılar... ve!
-Bir daha böyle bir alçaklık yaparsan seni öldürürüz, bunu iyi
bil!
.. diyerek onu olduğu yerde bırakıp dağıldılar. Ama adamın içine bir kere
nur kıvılcımı düşmüş bulunuyor. Bir sonraki gece de iki yük yiyecek kaçırdı... Kureyşliler
bunu da haber aldılar ve Hişam bin Ömer'i şiddetle cezalandırmak için peşine düştüler.Lakin
onlara Ebu Süfyan mani oldu...
-Olmaz dedi, bu kadarı fazla! İzinde olduğunuz insanın kabahati
ne? Akrabasına acımak. Acı ya! Buna nasıl engel olursunuz. Hişam'ın kılına ilişen
boyununu kılıcıma sürmüş olur! Bunu böyle bilin! dedi... Kalabalık homurdana homurdana çözülüp dağıldı...
Rabbimiz bir iyiliği karşılıksız bırakır mı? Hele o iyilik Resulü ile çilekeş
ilk müslümanlara yapılıyorsa... Hakim bin Hüzzam, Ebül Bühter bin Hişam ve Ebu Süfyan, duydukları o vicdan
sızıları sebebiyle daha sonra islamla şereflendiler.
......
Sıkıntı, sıkıntı
sıkıntı,
Yiyecek, giyecek sıkıntısı had safhada kuşatma üçüncü yıla girdi.
N'olacak, bu işin sonu nereye varacak? Bu suali sadece muhasara altındaki mümin veya Haşimller değil bazı
Kureyşliler dekendi kendine sorup derinden derine rahatsız olmaktadır. "Ahdname" dedikleri Kabe duvarına
asılı şu paçavra artık yırtılıp atılmalıdır. Bu kadar da zulüm olmaz. Bu
anlaşma insanı insanın kurdu yapmıştır... Hişam bin Ömer bin Haris, bu kağıdı
yırtmak için bir müddettir kendi kendine fikirler yürütüp, planlar kuruyor.
Bir gün Zübeyr bin Umeyye! Mahzumi'ye
geldi ve düşüncesini ona açtı.
-Ey Zübeyr! Senin vicdanın hiç sızlanmıyor mu?
Bak
sen bolluk içinde yüzüyorsun. Oradaki halaların ne halde? Bir tas çormaya, bir eski entariye muhtaç duruma geldiler.
şu Ebu Cehil'in ettiği doğru mu?
Bunu içine sindirebiliyor musun?
Zübeyr, onu keskin bir dikkatle
dinliyordu.
-Doğru dedi, bu insanlık değil. Şayet bana yardım eden olursa o ahdi bozmaya
çalışırım.
-Ben hazırım.
-İki kişi az olur. Bir kişi aha bulaz
mısın?
Bunun üzerine Hişam, Nevfel bin Abdi Menaf'a gitti; ve:
-Manzara seni rahatsız
etmiyor mu? Bak şu gün bir kısım Abdi menaf evladı açlığa mahkum edilmiş ölümleri bekleniyor.
Sen ne yapıyorsun? Hiç.
-Ama ben yalnız bir insanım ne yapabilirim ki?
-Hayır yalnız
değilsin! Zübeyr de var. böylece üç kişi oluyoruz, dedi...
Daha sonra bu üç kişiye iki kişi daha
eklendi: Ebül Bühteri ile Abdülmuttalib bin Abdülaziz. Bu beş kişi önce kafa kafaya verip stratejiyi bir güzel çizdiler...
Ertesi gün Kureyşlilerin en kalabalık olduğu saatte Zübeyr, onlara seslenerek kendilerini sarıp tesir
altına almaya çalışırken gönül birliği ettiği diğer dört arkadaşı meclisin dört
ayrı noktasında bulunacak ve buradan yüksek sesle Zübey'e destek vereceklerdi.... Böylece toplum psikolojik bakımdan
hakimiyet altına alınarak hedef alınan maksada doğru yönlendirilecek.
Öyle yapıldı.
Beklenen günde Kabe'nin önü. Kureyş'in en kalabalık olduğu saatler... Birden bir ses:
Ey Mekkeliler!!!
Bütün başlar sesin geldiği tarafa çevrili ve bütün gözler sesin sahibini arıyor. Zübeyr, yüksek bir
yere çıkmış ateşli nutkunu veriyor:
-Bir düşünün! Biz refah içinde yüzerken akrabamız
olan insanlar muhasara altında açlıktan neredeyse kırılır duruma geldiler. Onlar tam üç senedir her
varlıktan mahrum halde sıkıntıları göğüslüyorlar. Çocukların ne suçu var? Onlar bile çekiyor.
bu ağır zulüm artık bitmeli.. bu hata düzelmeli. Ve ben bunu düzelteceğim. "Ahdname" dediğmiz zalim
paçavrayı Kabe duvarından alıp parça parça atmeden, bu kararın yürülüğüne son vermeden buradan ayrılmayacağım.
Ebu Cehil, cırtlak sesi ile bakışları kendine çekti:
-Yalan! Yalan söylüyorsun!
-Sen
yalan diyorsun! Biz zaten o anlaşmaya ta o günden muhaliftik, baskı altında evet dedik!..
-Asla! Asla!
Ahdnameyi istemiyoruz.
-Ona uymayacağız.
Zübeyr'in arkadaşları dört taraftan Ebu Cehil'e
cevap yetiştiriyorlardı...
Halkdan beklenen sesler yükselmeye başladı:
-Doğru! Bıktık
bu işten. Öz akrabalarımızı kendi ellerimizle esir aldık; baskı altında inletiyoruz.
Bir
anda herkes sustu. Ebu Talip, onlara hitap ediyordu:
-Ahdnameyi bana getirin?
..............
Ebu Talip,
ahdnameyi ne yapacak, neden istiyor? Kabe önüde deminki tartışmalar olurken Cebrail aleyhisselam, Sevgili Peygamberimiz'e
gelerek bahsi geçen ahdnamenin bir güve tarafınndan yendiğini; sağlam olarak sadece "Allah" yazılı
olan kısmın kaldığını haber vermişti. Resulullah müjdeyi amcasına duyurdu. Ebu Talip
şaşırdır:
Ama, dedi, böyle bir şey varsa sen bunu nereden biliyorsun. Bizim dışarı
ile hiç bir irtibatımız yok ki ne biz dışarı çıkabiliyoruz, ne gelen var?
-Cebrail'den
öğrendim, buyurdular.
-Sen yalan söylemezsin, diyerek yeğeninin yanından ayrılıp ahdnamenin
asılı olduğu duvar dibine geldiğinde münakaşanın bu konuda olduğunu görmüş ve işte
o zaman onu istemişti.
Bazıları ümide kapıldı.
-Yeğenini teslim etmeye geldin
değil mi? O ölmeden bu ikiliğin bitmesi imkansız.
Ebu Talib:
-Ey Kureyş şu anlaşmayı
siz kaleme aldınız ve yine siz mühürlediniz değil mi?
CİLT 6
Medine, Mekke'nin
yol üstü; güzergâh...Mekke, dış dünyaya Medine kapısından çıkıyor. Eğer medine Müslümanların
eline geçerse; Mekke boğazından sıkılan bir insan gibi olacak. O takdirde Mekke, Medine'nin parmaklarını
gevşettiği veya gevşetmediği nisbette yaşama şansına sahip veya değil...Medine'de
Müslüman sayısı günden güne çoğalıyor...Bu, aslında hesapta olmayan bir neticedir. Önceleri fazlaca
mühimsenmeyen bu netice, şimdi âni ve beklenmedik gelişmelerle çok ciddi buudlar kazanmıştır. Evs
ve Hazreç kabilelerinin her ikisi birden İslâmiyeti tercih edince Medine bir bakıma bir İslâm beldesi oldu;
belde veya devlete giden başlangıç. İşte bu iki kabilenin dini İslâmı kabulleri Mekke müşriklerini
esaslı, şekilde ürküttü. Bu ürküntü ve içten içe gelişen önü alınmaz korkular ile müminlere saldırıya
geçtiler. Varolup, olmama kavgasına girmiş gibiler...Şimdi hedefleri, Muhammedileri Mekke'de muhasara altında
tutarak İmha etmek...Eğer Mekke Müslümanları ile Medine Müslümanları şöyle veya böyle bir yolla birleşirlerse...bu
ihtimal müşrikleri kudurtmuştur. O yüzden zulüm ve işkence öncekilerle mukayese edilmeyecek çapta arttı...Hergün
işkence, her saat işkence, her fırsatta eziyet ve aşağılama...
Ne yapıyordu ki
bu insanlar onlara? Hiçbir şey. Suçları İslâmiyetin emrettiği gibi yaşamak. Buna tahammül edemiyorlar.
Farklı bir hayat, Mekke kafirlerine aykırı ve zıt geliyor. Fakat Allah'ın hikmeti; Müşrikler,
kötülük ettikçe Müslümanlar, azalmıyor; aksine, sayıları günden güne artmakta. Habis ruhlu kâfirleri de hırstan
kudurtan kendilerine göre bu neticeydi...dayak, azap işkence hatta ölüm; buna rağmen insanlar, kendileri gibi soyluları
bırakıp O'na koşuyorlar...İnsanlar neye gidiyor, para vaadine mi, mal vaadine mi, makam vaadine mi? İnsanlar,
bilerek veya bilmeyerek Resulullah'ın en üstün mucizesine koşuyorlar; herkes O'nun güzel ahlâkına koşuyor.
Öyle bir koşu ki nasibi olan herkes, kıyamete kadar O, sallallahü aleyhi ve sellem'in güzel ahlâkına koşacak.
Herkes koşacak; aklı olan herkes koşacak.
Mazlumlarda dayanacak tâkat kalmadı. Bu sebeple Efendimizden
izin istiyorlar... Bir yolunu bulup bu şehirden hicret etmek, azıcık nefes alacakları, azıcık
hür yaşayacakları topraklara gitmek istiyorlar. Hürriyete muhtaçlar... Kendilerine mahsus bir mavi göğe, "Özlemleri
bu; bu hür maviliğin altında kimse onlara sen suçlusun; gel hesap ver... Niçin böyle inanıyorsun" demesin;
diyemesin...dememeli,
Şüphesiz, müminlerin; bu büyük kahramanların çektiklerinden en fazla üzüntü duyan
o azabı tâ can evinde olanca hassasiyeti ile yaşayan bizzat Sevgili Peygamberimizdir. Her işkence haberi, en
üstün insan ve en üstün Peygamberin nurlu kalbinde kimbilir hangi elemleri doğurmakta; hangi kederlere yolaçmaktadır.
O, acıları, belki o işkenceye maruz kalandan daha çok hissetmekte. Buna hiç şüphe yok.
Buna rağmen
hicret için müsaade isteyen eshabına sabır tavsiye ediyorlar. Zira Mekke'nin terkine henüz izin çıkmamıştır.
Efendimiz, derin düşüncedeler. Şüphesiz bir büyük ve tarihi imtihan bu. O seçilmişler seçilmişi aziz arkadaşları
bu imtihandan geçiyorlar...
Habibullah, dau ve gözyaşındalar...
...Ve bir gün, büyük sevinçlerle
eshab-ı kiramın yanını gelerek müjdeyi bildirdiler:
-Yesrib/ Medine'ye gideceksin. Mekke'den ayrıldıktan
sonra hicret edeceğiniz memleket iki kara taşlık arasında olan hurmalık Medine şehridir. Medine'ye
hicret ediniz. Ahllahü teâlâ Medineli Müslümanlarla sizi kardeş yaptı. Onlarla birleşiniz. Yesrib, siz kalbi
yaralılara emniyet ve huzur beldesi olacaktır.
....
Yüzlerde bir buruk sevinç ışıdı...Hüzün
ve sevinç iç içe geçmişti. Şu zalimlerden kurtulmak büyük nimet olacaktı ama; eshab-ı kiram şimdi,
doğdukları, büyüdükleri toprakları öylece bırakıp başka yerlere gideceklerdi. Oysa bu topraklarda
onların izleri, hâtıraları hayatlarından parçalar vardı. Bazıları geride inkârda ısrarlı
anne, bacı, kardeş, baba gibi en yakınlarını bırakıyordu. Veya yakınken uzaklaşmış
olanları. Ah n'olurdu onlar da ebedi saadeti tadabilselerdi? Fakat bunların hepsinden çok daha acı olan Resulullah'dan
ayrılmak...
...Sevgili Peygamberimiz, dikkatli olmalarını, kâfirleri şüphelendirecek hareketlerden
uzak durmalarını, küçük topluluklar halinde ve gizlice göçmelerini bilhassa tavsiye buyurdular...
Müminler,
büyük Peygamberin tavsiyelerine aynen sâdıklar. Tenha vakitleri ve tenha yerleri tercih ederek canlarını Medine'ye;
kardeşlerinin yanına atıyorlar. İlk hicret eden; yani ilk muhacir, Ebu Seleme. Ebu Seleme, radıyallahü
anh, daha evvel de, artık, müminlere gurbet olan Mekke'yi terketmek istemiş; fakat yakalanmıştı.
Hanımı ile oğlunu O'ndan zorla koparmış; kendisine de olmadık kötülüğü reva görmüşlerdi.
O yüzden bu topraklara ilk veda eden, bu toprağın küskünü; vatanda gurbet hüznünü tadan; ne tadması? hücrelerine
kadar yaşayan Hazreti Ebu Seleme...
Ve ardından kafile kafile muhacir, gece karanlıklarında Mekke
dışına sızmaya bakıyor. Mü'minler, öbek öbek insan düşmanı insanlardan kaçıyor..
Müşrikler,
vaziyeti farkettiler. Bazı muhacirleri yakalayıp hepse attılar, beklenmedik yerlerde bazı kafilelerin
önüne çıkarak hanımları kocalarından, çocukları analarından ayırdılar; zulümlerine
zulümler eklendi... fakat göç seli durmadı. Hürriyete susamış olanlar, ne yapıp ettiler ve sonunda insanca
yaşama şartlarına koştular.
Korkaklar zalim olur; zalimler, her nevi işkenceyi yapıyor
ama bir iç harp korkusuyla müminleri bundan böyle şehid edemiyorlar...Yalnız bir kafileye ilişemediler. Kahroldular,
mahvoldular, dövündüler, dişlerini öğüttüler ama ses çıkaramadılar.
Hazreti Ömer, radıyallahü
anh, belinde kılıcı, üstünde ok ve yayı olduğu halde işte Kâbe-i Şerifi tavaf ediyor. Etrafta
kalabalık bir müşrik cemaati var. O'na bakıyorlar. Büyük Müslüman, üzerine dikili nefret dolu bakışlara
aldırış etmiyor. Huşu içinde ibadetini yapıyor. Kâbenin etrafında yedi defa dönüp duasını
yaptıktan sonra kâfirlere dönüyor:
-İşte ben de gidiyorum! Dinimin hatırı için ve Allah rızası
uğruna ben de Mekke'den vazgeçerek Medine'ye hicret ediyorum. Anasını ağlatmak, karısını
dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen kahraman varsa yoluma çıkabilir...
İslâm düşmanları,
kendilerine meydan okuyan bu arslan karşısında gıklarını çıkaramadılar. O'nun dediklerinde
tam kararlı olduğu ve önüne çıkanın bu cür'eti hayatı ile ödeyeceği öylesine belliydi ki....bu
yüzden Hazreti Ömer ve yanındaki yirmi kişi Mekke'den Medine'ye en rahat göçen insanlar oldu.
.....
Suheyb
bin Sinan, Mekke'nin zenginlerinden. O da mümin...birgün Talha bin Ubeydullah'ı da yanına alarak bir fırsatını
bulup Medine yoluna düştüler; fakat,Allah'a şirk/ortak koşanlar, ıssız bir yerde yollarına çıkarak
onları durdurdular...
-Durun bakalım...Nereye?
-Gidiyoruz...
-Medine'ye!
-Evet,
Medine'ye gidiyoruz..
-Gidemezsiniz.
-Sebep?
-Şimdi kendiniz gider, yarın servetinizi de
çıkartırsınız..
Servet, mal, mülk kimin gözünde? Müminler için tek gaye var: Kâfirlerin elinden
kurtulmak. Süheyb hazretleri önlerine çıkan eşkiyanın zaafını anlamıştı. Onlara "hayır"
diyemiyecekleri beklenmedik bir teklifte bulundu:
-Peki bütün servetimi, hatta Mekke'deki alacaklarımı size
versem bizi görmemiş olur musunuz?
Adamların dili tutulacaktı...Muazam bir servet onların oluyordu.
Şaşırmışlardı... kılıçlarını yere indirdiler. Sahi mi söylüyor gibisine
önce birbirlerine sonra Süheyb, radıyallahü anhın, yüzüne baktılar...
-Doğru mu diyorsun ya Süheyb?
-Evet, bize ilişmeyin bütün varlığım ve alacaklarım sizin olsun...
-Öyleyse çabuk
kaybolun; biz sizi görmedik...
.....
Peygamberimiz, hadiseyi işitince aynı sözü iki kere tekrarladılar:
-Süheyb kazandı!.. Süheyb kazandı...
Ne güzel bir haber...
.....
İnsanlar gidiyor...
Gece karanlığında, gün ortasında, seher vaktinde elegeçen her fırsatta gidiyorlar...
...gittiler,
gittiler, gittiler.
Herkes gitti...
Hazreti Ali,
Hazreti Ebu Bekr,
ve
Hazreti Peygamberden
başka nerede ise kimse kalmadı.
Mekke müminden tamamen boşalmak; Medine taçlanmak üzere.
Az
kaldı; Medine'nin taclanmasına az kaldı..
Efendimiz, "gidiniz" dediler; herkes gitti...
Hazreti
Ebu Bekr; büyük dost...Allah'ın Resulüne soruyor:
-Ben de gidebilir miyim?
Efendimiz, aziz dostu yanlarından
ayırmak istemiyorlar:
-Sabret. Öyle ümid ediyorum ki Allahü Teâlâ bana da müsaade edecektir. O vakit birlikte
hicret ederiz, buyurdular...
Peygamber âşığı Ebu Bekr radıyallahü anh'ı bundan daha
fazla sevindirecek bir haber tasavvur etmek mümkün mü? Sevinçten yüzü coşkun aydınlıklarla doldu:
-Ah,
ne diyorsun ey Allah'ın Resulü? Anam babam uğruna feda olsun. Bu mümkün mü?
Peygamberimiz, aziz arkadaşını
daha yüreklendiriyor.
-Evet; mümkün...
Hazreti Ebu Bekr, deve pazarına giderek tanesi dörtyüz dirhemden
iki güzel deve satın alarak ahıra çektirdi. Maksadı izin gelince vakit kaybetmeden hemen yola çıkabilmek
şimdi gözünde hem hicretin hem de Resulullahla birlikte gitmenin hasreti tütüyor. Bu hasretle dolu olduğu gecelerden
birinde bir rüya gördü:
...ay gökten yere inmiş, Mekke'ye yakın bir noktada ışık saçıp
duruyor. Ümmülkur'a sahrası onun nurundan gündüz gibi aydınlık...derken ay göğe çıkıyor ama
tekrar yere iniyor; fakat bu defa Medine'ye iniyor. binlerce yıldız da onunla beraber Medine'ye iniyor. Şehir
apaydınlık. Bir zaman sonra ay ve yıldızlar yine göğe çıkıyor ve oradan bir daha Mekke'ye
konuyorlar. Mekke pırıl pırıl. Ne varki dörtyüze yakın ev bu aydınlıktan nasiplenemiyor;
onlar karanlıklar içinde...Ay ondördüncü gecedeki gibi Mekke'nin etrafını dolaştıktan sonra Medine'ye
yöneliyor. Bu şehirde Hazreti Aişe'nin evi önüne gelip kapıdan giriyor ve sonra toprağa süzülerek kaybolup
gidiyor...
Hazreti Ebu Bekr, "Hayırdır inşaallah" diyerek derin uykudan sıçradı.. Rüya kendisine,
nedense çok tesir etmişti...Bir zaman gözyaşlarını tutamadı; öylesine ağlıyordu. Sabah
olunca meşhur bir rüya tabircisine gitti.... Adam, Hazreti Ebu Bekr'i ilgiyle dinledikten sonra anlattı:
-Ay,
Peygamber, yıldızlar eshabıdır. Yıldızlar, Hazreti Peygamberle birlikte Medineye hicret etmekte
fakat tekrar Mekke'ye dönmekteler. Bu, Mekke'nin Müslümanlar tarafından fethedileceğine işarettir. Ayın
Aişe'nin kapısına gelmesi Ebül Kasım'ın O'nunla evleneceğine, yere süzülmesi ise Medine'de vefat
edeceğine delalet etmektedir. Karanlıklar içindeki dörtyüz evin mânâsı ise zaten açık.
Mekke'den
Medine'ye göç, şu iki kelimenin tarih içinde ifadesini bulmasına ve bu kelimelerin unutulmaz bir mânâ ve şeref
kazanmalarına sebep oldu:
Muhacirîn...
Ensar...
Muhacirin: Vatanlarını Allah ve Resulullah
için terkederek Mekke'den Medine'ye hicret eden müminler.
Ensar: Kardeşlerine kollarını açarak, o müminleri
bağırlarına basıp acılarını paylaşan Medineli Müslümanlar...
Şimdi, Mekke
müşrikleri tedirgin olmaya başlamışlardı; uykuları kaçıyordu. Hemen hemen bütün Muhammediler
bir yolunu bulup Medine'ye geçmişti. Ne hapis, ne dayak, ne sevenleri birbirlerinden ayırma onları durduramamıştı.
Gelen haberlere nazaran Medineli Müslümanlar, onları sevinçle karşılıyorlardı. Ya şimdi Peygamber
de Medine'ye hicret eder ve bir kuvvet haline gelen Müslümanların başına geçerek Mekke'nin üstüne yürürse?
Önünde sonunda olacak da budur. Müslümanlar, Medine'de bir kuvvet haline gelmiştir. Bu kuvvet, birgün elbette teşkilatlanacak
ve yapılanların hesabını soracaktır.
....
Mü'minlerin mes'elelerini görüşüp
fikir birliğine vardıkları istişare meclisleri olduğu gibi Mekkeli kâfirlerin du kurultaylarını
yaptıkları bir yer var. Kusayy İbni Hakim'in evi; Darun Nedve.
Peygamberin Medinedeki Ensar ve Muhacirîn
kuvvetlerinin başına geçme ihtimali Medine için fevkalade tehlike arzetmektedir. Bu yüzden Ebu Cehil başta
olmak üzere Meysere Bin Haccac, Münebbih Bin Haccac, Nadr İbnil Hâris, Ukbe Bin Ebi Muayt ve diğer Kâfir büyükleri
Darün Nedve'de toplanmış alınacak tedbirleri münakaşa ediyorlar...
Konuşmalar hararetli şekilde
sürerken kapı açıldı ve içeriye Necdli bir ihtiyar kılığında İblis girdi:
-"Hah",
dedi, öncekiler, "işte tecrübesinden faydalanacağımız bir pîri fani"
İblis, sırıttı.
Bilmez bir saflıkla ve sanki oraya tesadüfen girmiş gibi sordu:
-Müşgiliniz nedir? Neyi tartışıyorsunuz?
....
Kâfirler, mes'eleyi ve muhtemel neticelerini, her birinin düşündüğü çareyi anlattılar.
İblis, bunlardan ilk defa haberdar oluyormuş da düşünecek zaman kazanıyormuş gibi sahte bir filozof
tavrı ile sakalını sıvazladı ve sesine inandırıcı bir ton vermeye çalışarak
müthiş telkinini yaptı:
-Iıı. Bunların hiç biri çare değil. Zira O'ndaki güler yüz ve
tatlı dil, her tedbiri boşa çıkarır. İşi kökten halletmelisiniz!
Ebu Cehil, îmayı
derhal anladı. Kendisi de aynı fikirdeydi. Hazır böyle bir destek bulmuşken arkadaşlarını
da bu fikre razı etmek için mantığının bütün imkânlarını seferber etmeliydi.
-Öyle
anlıyorum ki ey ihtiyar, O'nu öldürünüz; başka tercihiniz yoktur diyorsun öyle mi...
-Evet, tutacağınız
başka hiç bir yolla Muhammedden kurtulamazsınız..
Ebu Cehil kurultaydakilere döndü:
-Dinlediniz!..
Necdli zat "öldürün" diyor. Ya öldüreceğiz ya öleceğiz. Eğer biz, O'nu öldürmezsek, sonumuzun uzak olmadığı
kanaatindeyim. Bunu böyle bilin.
Kaşlar çatılmış, yüzler gerilmiş, bakışlar donuklaşmıştı.
Bir kıvılcımla tutuşacak hale gelmişlerdi.
...Ve Ebu Cehil; bu katmerli kâfir, emri vakiyi
kabul ettirdi.
-Bu gece evinin etrafını saralım. Her kabilenin en iyi kılıç kullananı
oraya gelsin. Yarın sabah dışarı çıktığı zaman, o, iyi kılıç çekenler, hemen
üzerine hücum etsin ve muhtelif kılıç darbeleri ile öldürülsün...dedi ve sesini yumuşattı. Böylece kimin
katlettiği belli olmayacağından akrabaları mecburen kısas yerine diyete razı olurlar. Biz de
kan bedelini vererek bu büyük dertten kurtulmuş oluruz.
İblis, fikre bayıldı. Çünkü aslında
teklifin özü kendisine aitti...ve nice zamandır böyle bir ânı beklemişti.
Putperestler, derhal Mekke'nin
en gözüpek cengâverlerini bularak o gece mubarek evin etrafını sardılar. Maksatları, Ebül Kasım,
bir yere kıpırdamasın ki sabah emellerine nail olalar...tabi gafiller bilmiyorlarki yüce Allah, izin vermedikçe
hiç bir şeyin vukuu mümkün değildir. Cenab-ı Hak,kâinatı uğruna yarattığı aziz Sevgiliyi,
kâfirlerin elinde kim vurduya getirecek!... Buna imkân varmı? Necdli libasına bürünmüş lanetli şeytan
da, küfürde inatlı anlı şanlı Mekke asilzadeleri de bu ince noktayı muhakeme edemiyorlar. Zaten bunu
kavrayabilseler her şey bitecek. Bu basirete malik olabilseler geriye ne kalır ki...ahmaklıkları zekâlarını
örtmüş.
.....
O akşam, Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Peygamberimizin saadethanelerine
gelerek ayeti kerime getirdi. Darün Nedve'de alınan karar, bütün tafsilatı ile Resulullaha haber verildikten sonra
o gece evinde uyumaması isteniyor ve ertesi gün de hicret etmesi bildiriliyordu.
Emri ilahi üzerine Peygamberimiz,
Hazreti Ali'ye:
-Ya Ali! izin geldi. Ben de hicret edeceğim. Medine'ye gidiyorum. Bu gece yatağımda
sen yatacaksın. Örtüme sarın ve uyu; hatırına hiç bir şey gelmesin. Hiç korkma. Mekkelilerin bana
bıraktıkları emanetleri yarın sahiplerine teslim edersin. İnşaallah Medine'de buluşuruz.
Dedi ve Yasin Sure-i Şerifesinin baştan oy ayeti kerimesini okuya okuya kapıya geldi; açtı, yerden
bir avuç toprak alarak kâfirlerin üzerine saçtı ve onların bakan, ama görmeyen gözleri önünde çıkıp gitti...Bu
topraktan kimin üstüne düştü ise daha sonra Bedir cenginde O'nun canı cehennemi boyladı.
/Yâsîn. O,
hikmet dolu Kur'ân'a andolsun ki sen, hiç şüphesiz insanlara gönderilen Peygamberlerdensin! Dosdoğru bir yoldasın.
Bu Kur'an da kudretiyle her şeye üstün gelen, rahmetiyle herkesi esirgeyen Allah'ın indirdiği bir kitabdır
ki; ataları azabla korkutulmuş, bu yüzden; gaflet içinde kalmış olan bir kavmi korkutman için sana indirilmiştir.
And olsun ki bunların çoğuna o azap sözü hak olmuştur. Artık bunlar iman etmezler. Gerçekten,
biz, onların boyunlarına bu kağılar geçirdik ki bunlar çenelerine kadar dayanmıştır. Şimdi
onlar, kafaları ve burunları yukarı kaldırılmış bir haldedirler. Biz, onların önlerinden
bir sed, arkalarından da bir sed çektik. Onları öylece bıraktık artık görmezler./
Mekke müşrikleri
hane-i saadetin önünde böylece saatlerce beklerken birisi ortaya çıktı ve "siz ne bekliyorsunuz" dedi. Onlar sebebini
söyleyince o adam:
-Bana kalırsa beklediğiniz şahıs içerde değil, şu evdeki sakinliği
görmüyor musunuz?
Deyince İslâm, Allah ve Resulullah düşmanları bu hesap dışı lafa sinirlenerek
yalın kılıç kapıya yüklenip içeri doldular. Baskın üzerine zaten tetikte uyuyan Hazreti Ali, Efendimizin
yatağından fırlayarak edepsizlerin karşısına dikildi...karşılarında bir arslan
heybetiyle duruyordu.
Bir tarafta elleri kılıçla Mekke Kâfirleri; aradıklarını kaçırmış,
planları altüst olmuş insanlar, diğer tarafta tek başına onlara karşı koyan Hazreti Ali...Gerginlik
en zirve noktada. Azgınlar, Allahın arslanını tartaklamak istiyor:
-Ebûl Kasım nerede, nereye
gitti, nereye saklandı; çabuk söyle!!!
Hazreti Ali soğukkanlı...
-Bilmiyorum. Siz bana böyle
bir vazife mi vermiştiniz...
Hırstan kuduran zorbalar, Ali, radıyallahü anh, efendimizi gözaltına
aldılar...
....
O gece Hak teâlâ, Cebrail aleyhisselam ile Mikail aleyhisselama sordu:
-Hanginiz
hayatını diğeri uğruna feda edersiniz?
İki büyük melek suali samimiyetle cevaplandırdılar:
-Ya Rabbi hiç birimiz hayatımızı diğerine bağışlamayız...
Allahü teâlâ
buyurdu ki:
-Halbuki Ali, öyle yapmadı. O, Peygamberinin hayatını kendi hayatından aziz tuttu.
Şimdi zordadır; yardımına koşunuz...
Hakikaten, Sevgili Peygamberimiz "Ya Ali. Yatağımda
yat. Ben hicret edeceğim; gitme zamanım geldi" anlamında talimat verince, Hazreti Ali, her türlü korku hissine
yabancı olarak denileni yaptı. Çünkü O, Peygamber uğruna ölmenin yaşamanın ana gayesi olduğuna
tam iman etmişti. Hal böyle olunca kim, müşrikin kılıcından, hapsinden tehdidinden korkar... Nezarette
bir mikdar kaldıktan sonra serbest bırakıldı. Serbest kalır kalmaz da Efendimize bırakılan
emanetleri sahiplerine götürdü. İşte bu ahlâk İslâmiyeti yüzyıllardan yüzyıllara taşıdı.
O'na iman etmiyorlar; ama, mallarını emanet edecek tek insan olarak yine Muhammedül Emin'i görüyorlar. O üstün ahlak
sahibi Peygamberin ise en zor ânında ilk hatırladığı şey emanetler. "Ya Ali emanetleri sahiplerine
ulaştır!" Ve gerçekten Hazreti Ali serbest kalınca bir yolunu bulup kaçma yerine bu defa kendisine emanet edilmiş
olan malları sahiplerine götürüyor...Bu ahlâkı, hangi kılıç yenebilir? Emanete titizlenen, en olmadık
bir vakitte bile emaneti unutmayan görülmemiş bir üstün ahlâk.
Büyük Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan
sonra ertesi gün ıssız bir ânda sevgili arkadaşının evine doğru geliyor. Vakit öğlen...
Birisi Hazreti Ebu Bekr'e haber veriyor:
-Ebûl Kasım size geliyor. Haberiniz olsun...
Ebu Bekr,
radıyallahü anh, hayrette kalıyor ve mırıldanıyor;
-Sevdiklerim yoluna feda olsun; acaba
niçin bu öğlen vaktinde teşrif buyuruyorlar.
Zira; Efendimizin âdetleri, Ebu Bekr'in evine sabah veya akşam
uğramak. Bu güne kadar hep böyle olmuş...Herhalde mühim bir şey var ki âdetlerini bozmuşlar.
Hazreti
Ebu Bekr, kapıya fırlıyor:
-Buyur ey Allahın Resulü. Buyur. Hoşgeldin, şeref verdin.
-Yabancı kimse var mı?
-Hayır ya Resulallah...
....
İçeri girdiler.
Fahri
kâinat apaydınlık bir ifade ile müjdeyi bildirdiler:
-Rabbimden haber geldi; hicret edeceğim.
Sâdık
dost, heyecanlandı;
-Ayağının tozları başıma tac, gözüme sürme olsun ey Allah'ın
Sevgilisi,ben; bana da izin var mı?
Tebessüm buyurarak yumuşacık cevaplandırdılar:
-Evet.
....
Ebu Bekr-i Sıddık sevinç ve heyecandan ağladı ve:
-Ya Resulallah, develer
hazır, dedi. İstediğini alabilirsin.
Peygamberimiz:
-Bana ait olmayan deveye binmem...
Hicretin
bütün nimetlerine kavuşmak için kendilerini taşıyacak bineğin parasını vermek istiyorlardı.Bu
sebeple:
-Bedelini kabul etmeni rica edeceğim. dediler.
Tam teslimiyet sahibi büyük insan ne diyebilir?:
-Nasıl emrederseniz. Yeter ki mubarek gönlünüz hoşnud olsun.
....
Evi bir ânda bir heyecandır
doldurdu...İşte yol azığı hazırlanıyor: Et, ekmek ve yola dayanıklı yiyeceklerden
bir çıkın... Hatta Ebu Bekr'i Sıddık'ın kızlarından Esma, çıkının ağzını
bağlamak için bir ânda belinden kuşağını çıkartıp ortadan ikiye yardıktan sonra bir
parçasını tekrar beline bağladı; ikinci parça ile çıkının ağzını sıkı
sıkıya sardı. Bu güzel günün ve bu güzel tezcanlılığın hâtırasına Esma radıyallahü
anh'ın ismi o günden sonra "Çifte Kuşaklı Esma" oldu...Bir küçük bez parçası ile gönüller fethetmişti.
Hem de son Peygamberin gönlünü...Ana zamanlama ne kadar isabetli, ne kadar denk.
....
....daha sonra Abdullah
bin Üreyket'i çağırdılar. Meşhur bir kılavuz olan bu şahsın, gayrımüslim olmasına
rağmen meslekî terbiyesinden dolayı sır verme ihtimali yoktu. Ücret üzerinde anlaşmaya varıldıktan
sonra her iki deveyi üç gün sonra Sevr mağarasına getirmesi hususunda talimat verilerek yollandı...
Büyük
Peygamber, o gece meçhul bir yerde saklandıktan sonra ertesi gün ıssız birânda sevgili arkadaşının
evine doğru geliyor. Vakit öğlen...
Bilahare Hazreti Ebu Bekr'in çobanı Âmr bin Fehr'e güneş çekilince
sürüyü otlatarak Sevr'e doğru getirmesi tenbih edildi ki koyunların sütünden yararlanalar.
Ebu Bekr'in oğlu
Abdullah'ın vazifesi ise bilgi toplamak. Gündüz, müşriklerin arasında dolaşarak, konuşmalara kulak
kabartacak; akşam olunca bunları mağaraya gizlenmiş olan Sevgili Peygamberimizle, babasına getirecek.
Bütün bu tedbirlerden başka Hazreti Ebu Bekr, yanına beşbin dirhem de para aldı. Safer ayının
yirmiyedinci Pazartesi gecesi evin arka penceresinden çıkarak Sevr mağarasına yöneldiler. Sanki ayak parmakları
üzerinde yürüyorlardı. Bazan da Ebu Bekr, ileri geri, sağ sola gidiyordu. İzler, takipçileri şaşırtsın;
nereye gittikleri belli olmasın, diye.
....
Gözü dönmüş kâfirler, Peygamber Efendimiz yerine Hazreti
Ali'yi bulunca her tarafı didik didik aramaya başladılar...ellerinden gelse kuş uçurtmayacaklar.Çünkü
korkuyorlar; hem de çok korkuyorlar. Ya ellerinden kurtulur da Medine'yi arkasına alarak kendilerinden, yaptıklarının
hesabını sorarsa?
....
Bu korkunun sevki ile girip çıkmadıkları yer kalmadı.
Hazreti Ebu Bekr'in evine de geldiler. Kapıyı yumrukluyorlar:
-Ya Eba Bekr! Ya Eba Bekr! Peygamberin nerede?
Ya Eba Bekr Peygamberin nerede?
Sese Esma, radıyallahü anha, geldi. Kapıyı açtı. Müşriklerin
karşısında dimdik. "Ne istiyorsunuz?" Dercesine onlara bakıyor. Vakur ve heybetli. Soruyor:
-Efendim?
Müşrikler, Eba Ber efendimizi bulacakları zannı ile gelmişler; başka bir sürpizle sarşılaşıyorlardı.
Şimdi Ebu Bekr de yoktu. Hakaret edercesine sordular:
-Baban nerede?
Sualin üzerinden kurşun gibi
ağır bir-iki saniye geçti:
-Bilmiyorum.
der demez Esmacığın gül yüzüne şiddetli
bir tokat ve sert tokatın sarsması ile küpesi yere uçtu...
.....
Vaziyet anlaşılmıştı.
Ebül Kasım, Ebu Bekr'i de alarak gitmişti. İz takibinde şöhretli Ebu Kürz'ü buldular. Bir kâfir konuşuyor:
-Ya Eba Kürz. Muhammedle Eba Bekr kaçmışlar!
Diğeri lafı kaptı.
-İstikbal
iyi görünmüyor. Onları mutlaka bulup geri getirmemiz lâzım.
Üçüncü müşrik diş gıcırdattı:
-Ne getirmesi! Gördüğümüz yerde işlerini bitireceğiz.
Ebu Kürz, kafasından boca edilen
bu haberlerle aptallaşmıştı. Bir ona bir diğerine bakıyordu.
Azgın bir müşrik,
hançeresini yırtarcasına Ebu Kürz'e bağırdı:
-Bre ahmak ne duruyorsun kımıldasana!
-He, he, hemen. Hemen yola çıkalım, haydi...
Sevr mağarasına yaklaştıklarında
Peygamberimizin nalini parçalanmış mubarek ayağı kanıyordu. Hazreti Ebu Bekr, Kâinatın Sultanını
sırtına alarak mağaranın kapısına kadar getirdi.
Ay, her tarafı gündüz gibi aydınlatıyordu.
Aziz dost, Efendimizden müsaade rica ederek mağaraya önce kendisi girdi. Maksadı, yılan, çiyan gibi
haşerat varsa onları zararsız hale getirmekti.
Mağaranın içinde her hangi bir haşerat
görünmemekle beraber duvarlarda yılan delikleri vardı. Ebu Bekr, radıyallahü anh, gayet pahalı bir kumaştan
dikilmiş olan gömleğini hemen üstünden çıkartıp parçalayarak bu delikleri tıkamaya başladı.
Az sonra bütün delikleri tıkamış fakat yere yakın noktadaki birine çaput yetmemişti.
Bu son
deliği de ayak tabanı ile kapattıktan sonra Resulullahı içeriye davet etti. Çok yorgun düşmüş
olan Sevgili Peygamberimiz, arkadaşının dizine başını koyarak uyumaya başladı. Serveri
âlem böylece uyurken bir nice zamandır Peygamberimizi görme arzusuyla bu mağarada bekleyen bir yılan, dışarıya
çıkacak başka hiçbir delik bulamayınca içeriden Hazreti Ebu Bekr'in ayağını soktu. Ebu Bekr'in
canı öylesine yandı ki kendini ne kadar sıktıysa da zehirin etkisinden göz yaşlarını tutamadı.
Gayri ihtiyari akan damlalardan bir ikisi de Efendimizin mubarek yüzünü ıslattı....hemen uyandılar ve yarı-ı
ğara/mağara arkadaşına niçin ağladığını sordular.
-Yılan dedi, Hazreti
Ebu Bekr, ayağımı yılan soktu ya Resulallah...
Sevgili Peygamberimiz, yaraya mubarek tükrüklerinden
birazcık sürdüler; acı derhal dindi.
.....
Bu esnada Ebu Kürz ve peşindeki müşrik gurubu
Sevr'e çıkan izleri tesbit etmiş geliyorlardı...
-Ey Ebu Kürz nerde kaldı senin hünerin? Hâlâ
bulamadık.
-Yanılıyor olmayasın. Bu izlerin yeni olduğundan emin misin?
-Şüpheniz
mi var?
-Eminsin yani.
-Evet, eminim. İşte bakın mağaraya doğru çıkıyor.
Yukarı tırmanıyoruz. Takip edin beni. Ben, demedim mi, "kimse elimden kurtulamaz" diye.
.....
Mekke
müşrikleri, Resulullah'la arkadaşı Ebu Bekr'in saklandıkaları Sevr mağarasına tehlikeli
şekilde yaklaşırken Vahiy Meleği Cebrail aleyhisselam, Allahü Teâlâ'ya bir dileğini sundu:
-Ya
İlâhî. Şayet müsaade buyurursan mağaranın ağzını kunutlarımla kapatmak istiyorum.
Düşmanları Habibinle Ebubekr'e iyice yaklaştılar.
Rabbimizden nida geldi ki:
-Ya Cebrail!
Saklamak/settarlık bana mahsusdur. Ben, sevdiklerimi küçücük bir örümcekle düşmanlarının gözünden saklayacağım.
.....
Mağara ağzına gelen bir örümcek, çok kısa bir zamanda kapıyı ağları
ile tamamen örttü. Sonra bir güvercin, bu ağlara hemen bir yuva yaptı; yuvaya yumurtladı ve üzerine yattı.
Ve kapının önünde âniden "Mugilan" isminde bir ağaç yükseldi...
...derken, Allah düşmanları,
yirmi metre kadar yaklaştıklarında sesleri işitilmeye başlandı...
-İşte aradıklarınız
bu mağarada olmalı. Daha öteye gidemezler.
-Aferin Ebu Kürz. Sözlerin doğru çıkarsa mükafatı
fazlası ile hakettin demektir. Ama orada da yoklarsa.
-Canım ne yapayım. Ben saklamadım ya...
Sesler yaklaşıyordu.
.....
İkinin ikincisi çok üzüldü ve göz yaşlarını
zaptedemez oldu.
-Niçin ağlıyorsun kardeşim?
-Ya Resulallah, korkum kendim için değil.
Şayet hazretinize bir zarar gelirse İslâm dîni mahvolur. Bu müteesser oluyorum.
Efendimiz Sıddık'ı
tesseli buyurdular.
-Hayır, üzülme. Allahü teâlâ bizimle beraberdir.
-İşte mağaranın
ağzına dayandılar; eğilseler bizi görecekler...
En kritik ân. Ancak, tevekkülde de zirve nokta.
Peygamberimiz Rabbinin himayesinden en ufak bir ümidsizliğe düşmeden arkadaşına cesaret telkin ediyor.
İşte tarihe altın harflerle geçen unutulmaz cümle:
-Üçüncüsü Allah olan iki dosta kimse zarar veremez..
Ebu Kürz Bin Alkame, şaşkın ve neş'esi kaçmış halde konuşuyor:
-İzler
buraya kadar...Ya yere girdiler; ya göğe uçtular. Garip; çok garip!...
-Ee, belki içerdelir...diye fikir yürütenlere
Ümeyye bin Halef,cevap verdi:
-Dediğin söze bak! Güvercin, biz yaklaşırken uçtu. Yumurtaları
da yuvada sapasağlam. Bu örümcek ağı, belki Ebul Kasım'ın doğumundan evvel bile vardı.
Şayet mağaraya girmiş olsalardı ağ bozulmuş, yumurtalar yere düşmüş olurdu...
...Bunlar
cereyan ederken insan gözünün ötesinde de bir mücadele oluyordu. İblis, kâfirlere yardım etmek isteyince, Cebrail,
kanadı ile O4na öy le bir darbe indirdi ki yerin dibini boyladı. Son nefeste, Şeytan, mü'münin kalbinden imanı
almak isterken de benzeri akıbete uğrayacaktır. İşte o akıbeti önce burada tattı...
.....
-Hadi hadi! Bırakın şimdi ağı, kuşu, yumurtayı. Ebul Kürz biz de sin bir adam bilirdik....
-Neyim ya?
-Adam olsan izlerini bulurdun.
-Ne yapayım? İzler buraya kadar...
-Kolundan
tutarsam aşağı fırlatırım seni Ebu Kürz sus bari...
.....
Ayaklarının
altında yuvarlanan taşlarla birlikte çekip gittiler...
Kâfirlerin bütün ümidleri kırılsın
ve aramaktan vazgeçsinler diye mağarada üç gün üç gece kaldılar. Abdullah, tanbih edildiği gibi gündüz Mekke
kâfirlerinin arasına girip çıkarak bilgi topluyor; akşamları gelip bunları haber veriyordu. Hazreti
Ebu Bekr'in çobanı da sürüyü otlata otlata akşamdan sonra mağaraya yaklaşıyor ve koyunlardan süt
sağarak iki mağara arkadaşına ikram ediyordu. Sütü çöl güneşinde kavrulmuş taşların
çukurunda ısıtıyorlar...
.....
Ve iki seçilmişin ikincisine Efendimizin ince İslâmi
bilgileri talim ettirmeleri... Ebu Bekr, diz üstünde; dil damakta; Yüce Allah zikredililyor.
....
Mağaradan
sağ salim çıkabilecekleri kanaati hasıl olunca, Efendimizin talimatı ile amir Bin Fuhre ve Abdullah bin
Üreyket develeri getirdiler. Bir deveye bu ikisi binerek yol göstermek için öne düştüler; diğerine de Peygamberimiz
bindi ve terkisine Hazreti Ebu bekr'i aldı...
Mekke kapır kıpır. Herkes aynı şeyi konuşuyor.
-Hiç bir yerde bulamamışlar.
-Hayret. İzler Sevr mağarasına kadar gidip kayboluyormuş..
-Herhalde Muhammedin sihirlerinden biridir..
-Ebu Kürz bin Alkame de bulamadğına göre; başka
izahı olamaz.
-Ebu Kürz tazı gibidir. Müthiş iz sürer ama bu defa hiç bir şey yapamamış.
-Bu yüzden bizimkiler bayağı tartaklamışlar.
-Eh ne yaparsın. Herkesin canı
burnunda. Şu gelen Ebu Cehil değil mi?
-Evet o; hâlâ mağrur...
-Merhaba, kolay gelsin...
-Buyur
ya eba Cehil, şöyle gel. Meclisimiz şenlensin..
-Ağzımızda tad mı kaldı ki şenlik
olsun. Bir cemiyet altüst oldu...
Şimdi de bulunamıyor. Fakat bulunacak.
-Çok eminsin.
-Çünkü
bugün yeni bir karar aldık. Bulana yüz deve ilaveten mal ve para verilecek.
-Ooo, büyük servet...
.....
Muhterem ve muhteşem yolcular, gece boyunca dağ yolundan gittiler. Hacfe denilen yerde sahile indiler. Artık
müşrik tehlikesi kalmamıştı...
Şimdi, çocukluk, gençlik, olgunluk yıllarının
geçtiği; bin türlü hatıranın yetiştiği bir vatan arkada bırakılarak yeni ufuklara, yeni
yurdlara doğru gidiyorlardı...
Sevgili Peygamberimiz, Mekke, iştiyakı ile derinden bir "ah" çektiler.
-Ey Mekke! Vallahi sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı; indi ilahide
en sevgili şehirsin. Eğer beni senden zorla çıkarmasalardı; imkânı yok ayrılmazdık. Benim
için en güzel, en makbul vatan sensin. İnsan, hiç kendi iradesiyle senden ayrılıp yeni yurdlar edinir mi? Ah
Mekke, ah güzel belde...
Cebrail aleyhisselam geldi...
-Ya Resulallah Mekke'yi mi özledin?
-Evet..
Vahiy Meleği, Mekke'nin İslâm orduları tarafından fethedileceğine dair Kasas Suresi seksenbeşinci
ayeti kerimesini müjdeleyerek Resulullah'ın mahzun gönlüne serin sulan serpti...
.....
Kudeyd'e vardıklarında
erzakları tükenmişti. Hazreti Ebu Bekr:
-Ya Üreyket! Yiyeceğimiz, içeceğimiz kalmadı. Bak
şu ileride bir çadır var.
-Evet, hemen önümüzde sayılır.
-Kapısında da bir ihtiyar
hatun görünüyor.
-Ha o mu? O'na Ümmü Mabed derler.
-Sor bakalım! Et, hurma içecek ne varmış...bedelini
vermeyi ihmal etme...
-Peki, hemen geliyorum; diyen Üreyket devesi ile ileri atıldı.
.....
-Ana,
merhaba!
-O, Üreyket yine mi sen? Buraları su yolu yaptın bakıyorum.
-Ee, ne yaparsın
ekmek parası...
-İyi iyi; hiç değilse sayende biz de arada bir insan yüzü görüyoruz..
-Ama
bu defaki insanların benzerini görmedin ve göremezsin...Yiyecek içecek ne var ana, hurma , et, süt? Ama parasını
alman şartıyla kabul edebilirim.
Ümmü Mabed sitem etti:
-Deliye bak! Hem kıymetli kimseler;
hem para; Onlar benim misafirim sayılır; ama....dedi ve derin bir iç geçirdi:
-Ohh...Şu sıra buralar
yer demir, gök bakır. Ne Süt, ne et- ne hurma var.
-Sahi mi diyorsun ana...
-Ne yazık ki sahi..
Eli hep vermeye alışmış bir insana "Yok" demek ne kadar ağır geliyor bilir misin?
Efendimiz,
sallallahü aleyhi ve sellem ile yol arkadaşları da yanlarına gelmişlerdi...
Ebu Bekr:
-Merhaba
Hatun. N'oldu Üreyket ne aldın?
Ümmü Mabed:
-Hoşgeldiniz bey. Maalesef hiç bir şek ikram edemedim.
Şu aralar buralar kavruluyor. Bir şeycik yok.
-Hurma da mı yok?
-Üreyket:
-Bu çevrede
kıtlık hüküm sürüyormuş. Ümmü Mabed, çok cömert bir hanımdır, ikramlık bir şey olsaydı
bizi yedirip içirmeden, imkânsız, göndermezdi...
Efendimizin gözüne çadırın yanında bağlı
olan sıska bir koyun çalındı...Sordular:
-Ey Ümmü Mabed. O koyun niçin şurada bağlı?
-Çok hasta ve zayıf, sürüyle gidemedi...
-Sağmama müsaade eder misin?
-Feda olsun ama; hiç
sütü yok ki!
-Olsun. Bir kab rica ediyorum...
Sevgili Peygamberimiz, hayvanın yanına gelerek bereket
vermesi için Allahü Teâlâya dua ettiler. Koyunun memeleri bir anda sütle doldu. Besmele çekerek sağmaya başladılar;
dolan kabı önce Ümmü Mabede, sonra Ebu Bekr ve öbürlerine ikram ettiler; en son kendileri içti... Herkes kana kana içmişti...
Sonra:
-Ey Ümmü Mabed! Çadırdaki en büyük kabı getirir misin?
Buyurdular.
Şaşkınlıklar
içinde kalan kadıncağız, denileni yaparak; Resulullah'a koca bir güğüm uzattı. Peygamberimiz bunu
da doldurarak sahibine teslim ettiler...
Efendimiz ve arkadaşları, içtikleri sütün bedelini Ümmü Mabedin
ısrarlarına rağmen ödeyerek yola devam ettiler.
Ebu Bekr:
-Allahaısmarladık Ümmü
Mabed. Allah, cömertleri mahrum bırakmaz.
-Güle güle. Bu işde bir hikmet var. Güle güle...
Yolcular
uzaklaşırken güngörmüş kadıncağız hâlâ hayretteydi "Beşer kudretini aşan bir taraf
var bu işde". Evet, Ümmü Mabed, haklı. Hakikaten inasn kudretinin üstünde bir hadisenin şahidi olmuş;
bir mucizeyi görmüştü.
Aradan çok geçmeden Ebu Mabed geldi ve sıhhat bulmuş koyunla süt dolu göğümü
görünce hanımına sordu:
-Bir fevkaladelik görüyorum. Bu hasta koyun nasıl iyileşti? Bu sün ne?
Ümmü Mabed, olup biten ne varsa her şeyi bütün tafsilatı ile anlattı...
Ebu Mabed, çok heyecanlandı:
-Nasıl biriydi, şekli şemali nasıldı?
Ümmü Mabed:
-Aydınlık yüzlü
ve kibar bir insandı. Halinde bir başkalık var. Menkıbelerini dinlediğimiz geçmiş Peygamberlere
benzer bir hâli var sanki...kimbilir belki de bana öyle geldi...
Anlaşıldı... O, Kureyş'den çıkan
Peygamber. Burada olsam O'na tabi olurdum. Keşke daha evvel gelseydim. Dedi ve devam etti:
-...devem nerede?..
Onları muhakkak bulacak ve getirdiği dine gireceğim....sen bir mucizeyi yaşamışsın ama
farkında değilsin..
...Allahın hikmeti bazıları O'nu katletmek hırsıyla izine düşerken
bazıları da Müslüman olmak için ardınca koşturuyordu. Nitekim, Ebu Mabed, Rim denilen mevkide Efendimize
yetişti; hurmetlerini arz ederek kendini tanıttı; ve eshan-ı kiram'dan olmakla şereflendi...
Döndüğünde
Ümmü Mabed de kocasından İslamiyeti öğrenerek hidayete erdi.
.....
Resulullaha süt veren o
eski sıska koyun mu?
Ta Hazreti Ömer'in Hilafeti zamanında vuku bulan kuraklık gönlerine kadar yaşadı.
Sütü hiç bir zaman kesilmedi.... Hep süt verdi durdu...
.....
-Hey Süraka! Haberin olsun bu salı toplantımız
var. Herkes iştirak edecek. Sen bilhassa gelmesilin..
-Neymiş o herkesin katılacağı mühim
toplantı?
-Hani şu Kureyş kabilesinden çıkan biri var ya. Peygamber olduğunu söylüyormuş...
-İşittim...
-Bütün taraftarı Medine'ye geçtikten sonra kendisi de ortadan kaybolmuş.
-N'olacaktı
ya? "İşte ben geldim. Düşündüğünüz ceza neyse verin" mi diyecekti? Bunu mu bekliyorlarmış?
-Bırak
şimdi eğlenmeyi. Kureyş bulana veya bulanlara yüz deve ve bir sürü mal ve nakdî mükafat vaad ediyor.
-Tabii
vaad eder. "Medine yarın İslam Devleti olursa" diye yürekleri küt küt atıyor.
-Bütün Müdlicoğulları
gelecekler. İhmal etmemelisin.
-Etmem etmem. Hadi bana müsaade...
.....
Süraka bin Malik, Müdlicoğulları
aşiretindendi. Yaman at sürerdi. Kudey'de ikamet ediyordu. Toplantı bu kasabada yapılacağına göre
niçin iştirak etmesindi...
Ancak, İlahi cilve O'nu yolda karşılaştığı bir
Müdlicoğlunun ısrarla "gel" diye tenbih ettiği Salı meclisine gitmekten alıkoydu...
Süraka,
oradan ayrıldıktan sonra bir kaç dostuna rastladı. Oturmuş şuradan buradan konuşuyorlardı
ki...bir Kureyşli çıkageldi:
-Hey Süraka! Ben az evvel sahil yolunda deve ile giden bir kaç insan karaltısı
gördüm. Mamafih aramız bayağı uzaktı ama öyle tahmin ediyorum ki onlar Muhammed ve adamları...
-Hayır
dedi, Süraka, ben şimdi o taraftan geliyorum. Dediğin yolcuları gördüm. Alâkasız insanlar.
-Emin
misin?
-Canım gördüm, diyorum. Ötesi var mı?
Süraka, ne o tarafa gitmiş, ne de onları
görmüştü. Bu Kureyşlinin haberi, birden zihninde bir fikrin çakmasına sebep olmuştu: "O yüzden bu lafları
uydurmuştu. Nitekim orada biraz oyalandıktan sonra bir bahane ile kalkıp evinin yolunu tuttu.
Hemen
hizmetçisine atını hazırlattı ve O'nunla vadinin arkasına gitmesini söyledi. Kendisi de mızrağını
yanına alarak başka bir yola çıktı. Mızrağın temreni parlayıp dikkat çekmesin diye
yere doğru tutuyordu. Biraz sonra hizmetkârının olduğu yere geldi; ve sür'atle atına binerek derhal
gözden kayboldu...Atı o kadar hızlı sürüyordu ki, adamcağızın ağzı açıkta kaldı;
efendisine n'olmuştu böyle...
.....
Hadi kızım, hadi daha hızlı. Hadi...yüz deve
biliyor musun, yüz deve. Müthiş servet. Yüz deve paralar...mallar!
Süraka, çatlatırcasına koşturuyordu.
Sanki rüzgârla yarışa çıkmıştı...
-Hadi, kimseler ayıkmadan biz onları yakalayalım,
hadi, hadi, hadi....
.....
-İşte izleri. Şimdi geçmişler belli. Hadi kızım ter
içinde kaldın ama, sen cins arap atısın. Bu mesafeler sana vız gelir. Yaklaşmış olmalıyız.
Hadi....Ha...İşte oradalar!
.....
Efendimiz ve arkadaşları, her adımda biraz daha
yaklaşın kılıçlı, mızraklı suvariyi çoktan farketmişlerdi. Ancak Peygamberimizde hiç
bir telaş eseri yoktu. O, sallallahü aleyhi ve sellem, Kur'an-ı kerim okuyordu..bir ara şöyle bir dönüp gözucuyla
baktılar.
...Ki Süraka, atının başı üzerinden aşarak kumlara yuvarlandı...Ama hırsla
atın üzerine fırladı ve yine mahmuzlamaya başladı. O kadar yaklaştı ki, Şanlı
Peygamberin tilavetini işitiyordu.
Ebu Bekr, radıyallahü anh, gözyaşlarını tutamaz oldu.
Efendimiz süal buyurdular:
-Ey kardeşim niçin ağlıyorsun?
-Ey Allah'ın Resulü! Kendim
için asla tasalanmıyorum; endişem sizden yana...
Bütün zaman ve mekânların en üstün kul ve peygamberi
sükunetle cevap verdiler.
-Düşmandan dolayı gam çekme; dost bizimledir...
Süraka, saldıracak
mesafeye girmişti. Bir nara attı ve:
-Ya Muhammed! Şimdi seni kim koruyacak? diye bağırdı...
Peygamberimiz:
-Cebbar ve Kahhar olan Allah!
Dediler ve ellerini semaya açarak dua buyurdular?
-Ya
Rabbi! Bizi düşmanın şerrinden ne ile dilersen O'nunla muhafaza buyur.
...der demez Sürakanın
atı diz kapaklarına kadar kuma gömüldü.
İşte bu beklenmedik bir şeydi.
Süraka ne
kadar uğraştıysa nafile. Atı kumdan çıkaramıyordu. Hayvan, müthiş şekilde huysuzlanmış;
kişneyip duruyordu. Suvari, tarifi mümkün olmayan bir korkuya kapılmıştı. Kendisi de at da terden
su içinde kalmışlardı.
Biraz evvel kocaman laflar eden adam şimdi can derdine düşmüştü:
"Ya Peygamber, beddua eder de kendisi atıyla beraber diri diri yere gömülürse"...korkunç bir şey bu. Düşünülmesi
bile hayalleri cayır cayır yakan dehşetli bir manzara...
-Pişman oldum... Size hiç bir kötülüğüm
dokunmayacak. Çekip gideceğim. Sizi gördüğümü kimseye söylemeyeceğim! N'olursunuz kurtarın beni; ocağınıza
düştüm kurtarın...
Bütün insanlığı kurtarmaya gelen merhamet ummanı büyük Peygamber,
ufukları yırtan bu yalvarışa dayanamadı:
-Yarabbi. Eğer doğru söylüyorsa halâs
eyle...
At, bir iki silkinip zorlandıktan sonra kurtuldu. Hayvanın ayaklarının çıktığı
yerden göğe doğru ateş dumanı yüksele yüksele mavi derinlikte eriyip gitti.
Süraka, aziz yolcuların
yanına geldi:
-Yanımdaki bütün yiyecekleri size vermek istiyorum. Ayrıca şu oku alın. İlerde
benim çobanlarımı göreceksiniz. Onlara bunu göstererek istediğiniz deveyi alabilirsiniz, dedi.
İki
cihan sultanı:
-Hepsi senin olsun! İhtiyacımız yok! Müslüman olmadıkça hiç bir şeyini
kabul etmeyiz. Bizi gördüğünü gizle yeter.
-Bundan sonra size zarar verecek hiç bir hareketim olmayacaktır.
Ayrıca bu tarafa gelmiş isteyenleri de başka yönlere sevk edeceğim. Buna söz veriyorum. Ama bir isteğim
var. Bana lütfen bir aman vesikası veriniz ki dilediğim zaman yanınıza gelerek müslüman olabileyim...
Peygamberimizin emriyle Âmir bin Führe bir deri üzerine "Emanname" yazarak Süraka'ya verdi.
.....
Mekke'nin
fethinden sonra Resulullah, Huneyn gazasından dönerken Süraka, Efendimize bu "Emenname" ile gelerek iman edecektir.
Peygamberimiz,
Süraka, radıyallahü anh'ı kabul ettiğinde:
-Ya Süraka nasılsın? Şu ân Kisra'nın
bileziklerini takındığını görür gibiyim, demişlerdir.
O gün Resulullahın bu sözleri
anlaşılmamış; Hazreti Ömer zamanında koca İran devleti fethedilip Kisra'nın eşyası
ganimet malı olarak Medineye getirildiğinde Süraka, Kisra'nın bileziğini takınırken mucizenin
sırrı çözülmüştür.
.....
Süraka, geldiği yoldan geri dönerken bir gurup Kureyşli
atlıyla karşılaştı:
-Hey Süraka nereden böyle?
-Şu sizin peygamberle arkadaşlarını
arıyorum, malum ya yüz deve mükafat var.
-Bizim Peygamber mi; bizim düşmanımız O. Ee, N'oldu göremedin
mi?
-Görmek bir yana, izlerini bile bulamadım. Hadi gerö dönün. Bu tarafta boşa vakıt harcamayın...
.....
Süraka sözünde durmuş ve büyük dâvânın büyük yolcularının rahat nefes almalırına
vesile olmuştu.
....
Ebu Cehil, daha sonra Süraka olayını işitince O'nu hicveden bir kıt'a
şiir söylemiş; Süraka da bu azgın din düşmanına yine şiirler karşılık vermişti.
Keza Hazreti Ebu Bekr, radıyallahü anh, dahi bu tarihi ve unutulmaz vak'ayı bir kaside ile nazmeylemiştir.
....
Sevgili Peygamberimiz ve yol arkadaşları bir zaman gittikten sonra bir çobanla karşılaştılar.
Karınları acıkmıştı. Çobandan süt satın almak istediler;
Çoban:
-Sağılacak
koyunum yok. Bir keçi var; onun da sütü kalmadı, dedi.
Efendimiz, çobandan keçiyi getirmesini rica ettilir. "Acaba
ne yapacaklar" odercesine, çoban şaşkınlıkla hayvanı yanlarına getirdi. Peygamberimiz dua okuyarak
keçiyi sağmaya başladı; bir kab doldu. Bunu Ebu Bekr, Âmir ve Abdullah'a içirdiler. Sonra yine sağdılar;
bu defa da kendiler içtiler. Çobanın aklı başından gitmişti...
-Kimsin, daha evvel gördüğüm
insanlara benzemiyorsun. N'olursun kendini bana tanıt...diye yalvarınca; Peygamberimiz tebessüm ettiler.
-Bir
şartla. Kimseye söylemeyeceksin!...
-Söylemeyeceğim...
-Ben, Allahın Resulu Muhammedim...
-Haa!
Kureyşin, "dininden döndü" dediği adam.
-Sen onlara aldırma. Nefslerine hoş geldiği için
öyle söylüyorlar...
-Ne derse desinler. Şu yaptığını ancak bir Peygamberden sadır olabilir.
Bu sebeple Hak Peygamber olduğuna bütün kalbimle şahadet ediyorum...Eğer müsaade ederseniz ben de sizinle gelmek
isterim...
Efendimiz:
-Şimdi olmaz. Sonra gelirsin, buyurdular.
.....
Amîm mevkiine vardıklarında
Büreyde bin Husayb ve yetmiş akrabası, önce muhalifken; sonra Sevgili Peygamberimizin tatlı diline hayran kalarak
Müslüman oldular. Bu yeni Müslümanlar atlıydı... Ve Resulullahın müsaadesi ile hepsi şanlı muhacirlerle
iltihak ederek onlarla beraber Medine yoluna devam ettiler.Yatsı namazı bunlarla birlikte geniş bir cemaatle
kılındı. Büreyde, o gece Peygamberimizden Meryem Suresinin baş tarafından bir mikdar öğrendi.
.....
Sabah olduğunda Büreyde, radıyallahü anh,:
-Ya Resulallah Medine'ye bayraksız
girmeniz uygun olmaz.
Diyerek bembeyaz sarığını çıkarıp mızrağına taktı
ve tâ Medine'ye girene kadar kafilenin önünde öylece yürüdü...
...Ve işte ilk İslam Bayraktarı Hazreti
Büreyde hakkındaki Peygamber müjdesi:
-Ey Büreyde. Benden sonra bir şehre gideceksin ki orayı kardeşim
Zülkarneyn bina etmiştir. O şehre Merv derler. Sen Kıyamette o bölgenin nuru ve oralıların öncüsü
olacaksın...
.....
Resulullahın Medine'ye hicret için yola çıktığı işitilmişti.
Bu sebeple Ensar, birkaç gündür Medine dışına kadar geliyor ve sıcak iyice bastırana kadar Peygamberin
yolunu gözleyip geri dönüyorlardı...
Rabiül evvel ayının sekizinci Pazartesine 622 Miladi senenin 20
Eylül günü kuşluk vakti insanlığın kurtarıcısı Büyük ve Şanlı Peygamber, yol
arkadaşlarıyla beraber Medineye bir saat mesafedeki Kuba köyüne girdiler. Hicretin bu birinci Pazartesi Müslümanlar
için Hicri Şemsi yılbaşı oldu.
Aynı senenin onaltı Mayısına denk gelen Muharrem
ayının birinci gününün Hicri kameri yılbaşı olarak kararlaştırılması ise Hazreti
Ömer zamanında olacaktır...
Hicret'de insanlığın baştacı ellidört yaşında
bulunuyordu.
Bu seneye "senetül izin" izin yılı denilir.
Külsüm Bin Hidun, radıyallahü anhın
evinde konakladılar...
Sevgili Peygamberimiz Kuba'da kaldıkları zaman zarfında Kuba Mescidini
yaptırdılar. Temele ilk taşı koyan bizzat kendileri. Bu sebeple Mescid-i Kuba, Kur'an-ı Kerim'de
Tevbe Suresi'nin 108. ayeti kerimesinde; "...temeli takvâ üzre atılan mescid" diye övülmektedir.
O Kuba ne kadar
bahtiyardır ki ilk mescid kendi toprağında yükselmiştir.
Mekke'de üç gün kalan Hazreti Ali, Emanetleri
sahiplerine teslim ettikten sonra gündüz saklanıp gece yol alarak Kuba'ya geldiğinde ayakları şerha şerha
yarılmış kanıyordu. Öyle ki Kuba'ya kadar gelmiş, ancak artık Resulullahın huzuruna çıkacak
mecali kalmamıştı. Bunu işiten Efendimiz, kendileri Ali, kerremallahü vecheh, efendimize gelerek O'nu
göğüslerine bastırdılar ve ayaklarını elleri el sığayarak dua ettiler.
-İnsanların
öyleleri vardır ki Allahü teâlâ'nın rızası için nefsini feda eder.
Bekara Suresi 207 Ayeti kerimesinin
Hazreti Ali'nin hayatını hiç tereddüt etmeden Peygamberi uğruna kahramanca ortaya koyması üzerine geldiği
söylenmiştir.
....
Sevgili Pegamberimiz ve yüz kadar refakatçi bir Cima sabahı Kuba'dan ayrıldılar.
Kuba vadisinde Rânûna denilen yere geldiklerinde vakit öğlendi. Bu esnada Cuma namazı kılmak farz oldu.
İlk Cuma namazı bu mevkide kılındı ve ilk hutbe de Resulullah tarafından burada irad buyuruldu:
-Ey insanlar. Hayatta iken ahiretiniz için tedarik görünüz. Cenabı hak, kıyamet günü soracak ki: Sana benim
Resulüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim, sana lütuf ve ihsan ettim. Sen kendin için ne hazırladın?
O kimse sağına soluna bakacak bir şey görmiyecek. Önüne bakacak cehennemden başka bir şey görmiyecek.
Öyle ise her kim, kendisini velevki yarım hurma ile olsun ateşten kurtarabilecek ise hemen o hayrı işlesin;
onu da bulamazsa bari güzel sözle kendini kurtarsın. Zira onunla bir hayra on mislinden yediyüz misline kadar sevap verilir.
.....
Evet; özet olarak ilk hutbe...
.....
İlk hutbeyi okuduktan sonra ikinci hutbeyi
buyurdular:
....Allah'a hamd ederim ve ondan yardım isterim. Nefslerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden
Allah'a sığındık. Allahın hidayet ettiğine kimse kötülük yapamaz, Allahım istemediğine
de kimse hidayet edemez. Kelamın en güzeli kitabullah'dır. Kur'an-ı Kerim, kelamların en güzeli ve en
beliğidir.Allahın sevdiğini seviniz. Allahı canü gönülden zeviniz. Allahın kelamından ve zikrinden
usanmayınız. Kelamullah, her şeyin âlâsını ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını
ve kulların güzidesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini zikreder. Ve haram ve helali beyan eyler. Allaha
ibadet ediniz ve O'na bir şeyi ortak koşmayınız. Ondan hakkıyla sakınınız.
Aranızda
kelamullah ile sevişiniz. Muhakkak bilmelisiniz ki, Allahü teâlâ ahdini bozanlara gazap eder...
.....
Hutbenin
son cümlesi, anlayanlara gerekli işareti veriyor ve "dikkatli olunuz" diyor. Çünkü Ensar, Akabe'de Sevgili Peygamberimiz,
Medineye geldiği takdirde O'nu korumak hususunda teminat vermiş ve yemin etmişlerdi. Şayet onlar da bir
hata işlerlerse bu kendilerinin de, insanlığın da aleyhine olurdu. Mesele bu çapta hassastı.
.....
Medine eşrafı, Kubaya kadar gelerek Resulullahı karşılayıp "Hoş geldiniz" demişlerdi;
şimdi birlikte medine'ye dönüyorlardı. Bunlardan biri de meşhur şair Hasan İbni Sabit, radıyallahü
anh'dır. Efendimizin hicretine dair bir kaside yazmış; şükür ve sevinci dila getiren bu şiiri Allah'ın
Peygamberine takdim etmişti:
Sizden iyisini görmedi gözler asla
Sizden güzelini doğurmadı analar
Her ayıp ve kusurdan uzak yaratıldınız
Sanki...Nasıl dilediyseniz öyle yaratıldınız.
.....
Medinei Münevverede; aydınlıklar ve ayadınlar beldesinde ahali kadın, erkek, çoluk,
çocuk yollara pencereler dökülerek, ağaçlara, damlara çıkarak Resulullahın teşrifini gözlemeye devam ediyorlar.
...bütün şehir tek vücut ve tek kalb olmuştu. Her evde ve herkesde aynı me'ud heyecan hakimdi. Kadirşinas
Medineli O'nu, Allah'ın sevgilisini bekliyordu; O'nu bağrına basacak, O'nu başına tac, gönlüne sultan
yapacaktı.
.....
-Geliyorlar... İşte... Resulullah geliyor!
Haberi ile Medine ayağa
kalktı.
Herkes koştu en temiz urbalarını giydi, çocuklara en yeni kıyafetleri yakıştırıldı,
erkekler atlanıp silahlandı...Medine tam bir bayram havasına girdi... Ensar, Medineliler sevinçten ağlıyorlar.
Peygamber devesi Kusva, üzerinde Resuller Resulü sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem olduğu halde ahenkli adımlarla
ilerlerken kadın ve çocuklar, bir kaside söylüyorlardı ki belki de o ânı en güzel bu şiir terennüm ve
tarif eder. Bir de Enes bin Malik radıyallahü anh'ın şu sözü:
-Resulullah'ın Medine-i Münevvereye
girdiği gündendaha güzel ve neş'eli birgün görmedim.
...Evet, Sevgili Peygamberimizi karşılayan
bahtiyar insanları dinliyoruz:
TALEAL BEDRÜ
Taleal bedru aleyna
Minseniyyeti-l veda'
Vecebbeşşükrü
aleyna
Mâdeâ lillahi de'a
Eyyühel meb'usu fîna
Ci'te bilemril muta'
Ci'te şerraftel
medîne
Merhaben yâ hayreda'
Ente şemsun, ente bedrun
Ente nûrun âlâ nûr
Ente
misbe hassüreyya
Ya habîbi, ya Rasul
Kadle bisnâ sevbe izzin
Ba'de esvâbı-rrika'
Vereda'nâ
sedye mecdin
Ba'de ayyâm-iddeya'
Kalet ehmâru-ddeyâcî
Kulli erbâbil İslâm
Küllü
men yetbe' Muhammed
Yenbağî en lâ yüdâm
Veteâhednâ cemîen
Yevme eksemne-l yemîn
Lennehûne-l
ahde yevmen
Ve-ttehazne-ssadkadîn
Lestü vallahi neziyyen
Mâ yukasihi-l ibâd
Meşheden
yâ necme emnîn
Zû vebâin ve vidâd
***********************************************************
AY
DOĞDU ÜSTÜMÜZE
Nerde kaldın sevgili, gözlerimiz yoruldu
Ufuklar haber verin kanadımız
kırıldı...
Kuşlar, yalvarıyoruz, bize müjde getirin
Nerde kaldı sevgili,
yüreğimiz kavruldu...
Çıkın damlara çıkın, gözleyin dörtbir yanı
Ey
gençler, ey çocuklar bekliyoruz o ânı...
Şu karşı tepelerden ay doğdu üstümüze
Bu
ni'met büyük devlet, şükr vâcib oldu bize...
Şükürler olsun Rabbim, nihayetsiz şükürler
Şu
karşı tepelerden ay doğdu üstümüze...
Emir ve yasakları insanlara bildirdin
Medine'ye
hoş geldin, hoşgeldin safa geldin.
Olmaz olsun şu putlar, cahillikten kurtulduk
Senin
yolun ne güzel eskiye pişman olduk.
Bedr doğdu üstümüze; nurlu, parlak, aydınlık
Yırtıldı
karanlıklar, hakikati anladık.
Medine Selâma dur, yemin et dönme asla
Tek rehber O'dur ancak
sarıl ebedi dosta.
İşte huzurlu günler, şahidsiniz yıldızlar
Tek Rehber
Resûlullah sarıl ebedi dosta.
Rahîm Er
Kâinatın Efendisi devesinin üstünde ilerlerken herkes,
Kusva'nın yularını tutarak:
-Ya Resulallah, lütfen bize buyurun, diye yalvarıyordu...
Efendimiz:
-Hayvanın yularını bırakınız. Nereye çökerse oraya misafir olacağım. İnsan
bineğinin yanında olmalı, diyorlar ve; bir tarftan da kasideler okuyup tef çalarak kendisini karşılayanlara
tebessümle mukabele ediyorlar.
-Beni seviyor musunuz?
Bir ağızdan verilen cevap dört bir yanı
çınlatıyor.
-Evet!
-Ben de sizi seviyorum.
"Ben de sizi seviyorum" diyerek gönüller
alıyorlar. Yüreklere çiçekler serpiyorlar.
Onsekiz bin âlemin efendisini istikbal edenler arasında
gözleri görmeyin Hazreti Habibe de var.
Bu hanım, Ebu Süfyan'ın kölesi iken İslâmiyetle şereflenmiş.
Ne varki durumdan haberdar olan İslâm düşmanları, O'nu hak yoldan caydırmak için dayanılmaz baskılar
yaptılar. Fakat Habibe, radıyallahü anha, bu baskılara kahramanca dayandı. Bir kadındaki bu akıl
almaz mukavemet, kâfirleri çileden çıkardı ve sonunda o alçaklığı da işlediler: Mübarek kadının
gözlerine kızgın mil çekerek kör ettiler.
Peygamberimizi karşılayanlar içinde işte bu hanım
da var. Soruyarlar:
-Gözlerin görmüyor; sen niçin geldin?
Cevap:
-Görmesem de O'nun kokusunu alırım.
İşte sevginin en muazzam örneği...
Sevgili Peygamberimiz O'nun olduğu topluluğa doğru
gelirken sâdık mümineyi uzaktan farkettiler ve seslendiler:
-Sende mi buradasın Habibe?
Mucize işte
o ân gerçekleşti:
Hazreti Habibe tekrar görür oldu...
.....
Kusva, önce Sehl ve Süheyl ismindeki
iki yetime ait olan boş bir arsaya, sonra da bugün türklerin "Eyüb Sultan" dediği Hazreti Halid bin Zeyd Ebu Eyyub
El Ensari'nin evine yakın bir yere çöktü. Bu sırada Cebrail aleyhisselam, Peygamberimize gelerek "burada in. Çünkü
herkes kendisine misafir olacağın ümidi ile evini süslerken. Halid, "ben fakiri; benim evime gelmez ki" diyerek
mahzun olmuş ve tevazu göstermişti haberini verdi. Peygamberimiz deveden inerek "Menzilimiz inşaallah burasıdır"
buyurdular. Gönlü kırık mümin, koşup devenin semerini aldı ve Efendimizi buyur etti; Zeyd İbni Harise,
radıyallahü anh, Hazreti Halid'e yardım ediyor. Ensarın büyüklerinden Es'ad İbni Zerare, radıyallahü
anh, da Kusvayı alıp götürdü. O'nun bindiği hayvanın yemine, tımarına bakmak değil; o mubarek
hayvanın bastığı toprağı öpmek bile ne büyük nasip.
.....
Resulullahın
misafir kalacağı evi devenin bulmuş olması sebebi ile Ensar'dan kimsenin kalbi incinmedi. Zaten, Ebu Eyyub
El Ensari Halid Bin Zeyd, Neccaroğullarından idi; yani hayrül beşerin dayılarından... Efendimiz evin
alt katında kalmak istediler. Ancak Hazreti Halid ile hanımı:
-Ya Resulallah biz, üst katta senin başının
üzerinde nasıl geziniriz; bu imkânsız bir şey, diyerek yukarı çıkması için çok yalvarıp
dil döktüler.
Peygamberimiz:
-Ensar beni ziyarete gelecektir. Giriş kat daha rahat olur.
Dedilerse
de ev sahiplerini memnun etmek için üst kata geçtiler...
O gün Medineliler bölük bölük gelip Allah'ın Resulünü
ziyaret ettiler; sohbeti ile bereketlendiler. Nurlu nazarları ile ak-pak oldular; yüksek derecelere kavuştular.
...Biri daha ziyaret etti: Abdullah İbni Selâm isminde bir yahudi alimi. Bi şahıs, dikkatle efendimizin
yüzüne baktı ve şu sözlerle imana geldi:
-Bu güzel yüzün sahibi elbette muhbiri sadık/doğru habercidir.
Şahid olun ki Abdullah İbni Selâm da Müslüman oldu...
.....
Onlar,
Kelime-i Şahadet
için,
Kelime-i Tevhid için
Namaz için,
Oruç için,
Haç için,
İslâmiyet için,
Bizler
için,
Allah için,
Hicret ettiler
Onlar, zahmetine katlanmamış olsaydı, Hicreti yaşamamış
bir dünya hâlâ ilkel şartlarda bocalayıp dururdu.
.....
Onlar, Mekke'den Medine'ye hicret ederek
bize îmânımızı armağan ettiler...
Onlar, küfürden ve kâfirlerden hicret ettiler.
Ne mutlu
nefs Mekkesinden, kalb Medinesine sürekli hicret edenlere.
Günahın çekiciliğinden hicret ederek sıddıklar
ve şehidler derecesine kavuşanlara ne mutlu...
CİLT 7
Sevgili Peygamberimizin
Medine'ye yerleştikten sonra ilk yaptığı işlerden biri Hicret'den evvel vefat etmiş bir mü'minin
kabri başında cenaze namazı kılmak oldu...
Bera bin Marur, Hazreç kabilesinin reislerinden ve
Medineli müslümanların önderlerinden.O da Resulullah'a Akabe'de biat etti...ve biat merasiminde ayağa kalkarak veciz
bir konuşma yaptı... Yüce Allah'a hamd ettikten sonra O'na, sallallahü aleyhi ve sellem, uymanın, O'nun ümmeti
olmanın anlam ve değerine dikkatleri çekiyor ve kazanılan bu nimetin üzerine titremek lâzım geldiğini
hatırlatıyordu...
Bera, radıyallahü anh, daha o günden son Peygamberin sevgisini kazanmıştı...
Bütün Medineli müslümanlar, namazlarını Kudüse dönerek kılarken Bera bin Marur Kâbe'ye yöneliyordu.
Bir gün bir Medine kafilesi ile Mekke'ye giderken diğer mü'minlerle aralarında bu Kâbe-Kudüs bahsi açıldı.
Bera:
-Ben sırtımı Kâbe'ye dönerek; Kâbe-i Şerifi arkamda bırakarak Beytülmakdise
yönelemem. Bu sebeple namazlarımı Mekke'ye doğru eda ediyorum, dediğinde oradakiler:
-İyi
ama; sen, Resulullahın bildirmediği bir şeyi nasıl yaparsın. Ümmeti olduğun Peygamber üstelik
Mekke'de hemen Kâbe-i Şerifin yanında yaşadığı halde kıble olarak Kâbe'ye değil de
Mescidi Aksaya duruyor; sen aklına uyuyorsun... böyle olur mu?
Israr etti...
-Ben Kâbe'ye sırtımı
dönemem...dediAma huzursuz olmuştu.. Ya bu yaptığından Peygamber aleyhisselâm memnun olmazsa... Bu sebeple
Mekke'ye gelince doğruca ahir zaman Nebisine gitti ve yolda arkadaşları ile aralarında geçen konuşmaları
arz etti...
-Ey Allahın Resulü ben namazlarımı Kâbe'ye dönerek kılmaya devam ettim ama; arkadaşlarımın
ikaz ve muhalefetlerinden dolayı içime bir huzursuzluk girdi... nedir bu işin doğrusu?
Sevgili Peygamberimiz
cevap buyurdular... kısa, lâkin mânâsı derin, işareti geleceği kucaklayan bir cevap:-Biraz sabretseydin
ne iyi olurdu...
Bera, radıyallahü anh'ın ondan sonra bu sözün dışına çıkması mümkün
mü? ...anlaşılan daha evvel kıble hususunda Allah Resulünden nakledilen bilgiler kendisine tam ulaşamamıştı...
Sonra, bütün diğer mü'minler gibi o da vefatına kadar namazlarını hep Kudüse doğru kıldı...
Hazreti Berâ, Hicret'den bir ay evvel Medine'de dünyasını değiştirdi.
Hazreç'in reisi
hasta yatağında iki şey vasiyet ediyordu:
-Malımın üçte birini dilediği yere sarf etmek
üzere Resulullah'a veriniz... Bir de beni, ölünce kabirde Kâbe istikametine çeviriniz. Çünkü Peygamberimize Hac mevsiminde
yine ziyaretine gideceğimi vaad etmiştim; ama, görüyorsunuz ki ölüyorum. Sözümde durmam mümkün değil.
Vasiyet
edildiği gibi mezarında Kâbe tarafına çevrildi...
ve öylece toprakla örtüldü..
Hicret'ten sonra
Sevgili Peygamberimiz, eshabı ile birlikte Bera radıyallahü anh'ın kabrine giderek saf tutup cenaze namazını
kıldılar ve Hazreti Bera için:
-Ya Rabbi Bera'yı affeyle. O'na rahmet eyle; O'ndan razı ol!Diye
dua ettiler...
İşte ilk cenaze namazı.
O'nu ziyaret etmek isteyen sahabi, araya ölüm engeli
girdiği için Peygamberimize gidemeyince; Peygamberi; rahmet ve merhamet kaynağı olan O Sultan, kabri ziyaret
ediyor ve cenaze namazını kılıyor...
Mezarında Mekke tarafına uzanarak Peygamber yolunu
gözleyen; O'nun hicretini bekleyen Berâ radıyallahü anh... Sevgisiyle Allah Resulünü kabrine çeken Berâ radıyallahü
anh.
Kâbe sevdalısı ve Resulullah âşıkı böyle bir Bera bin Murar ölmüş, aradan zaman
geçmiş olsa da cenaze namazı kılınmaz mı?
....Hicretten sonra; Mescid-i Nebi yapılırken
ensar'dan ilk vefat eden Külsüm bin Hidm oldu.
Sevgili Peygamberimi'zi Kuba'da evinde misafir eden bu aziz insan Hicretten
önce iman edenlerdendir. Eşraf'tan biri idi...ama O'na tarihin verdiği yüksek liyakat Medine şereflilerinden
olduğu için değil bütün zamanların en büyüğüne gösterdiği hürmet ve hizmet sebebiyle.
İleri
bir yaşta müslüman olan ve ayrıca Peygamberini evinde misafir etme bahtiyarlığına kavuşan Külsüm,
radıyallahü anh, kavuştuğu nimetlerin huzuru içinde Kuba köyündeki evinde ebedi âleme göçtü...
Az bir
zaman sonra da Es'ad bin Zürare, radıyallahü anh, dünyasını değiştirdi...
Hazreti Es'ad,
islâmiyeti Medine'ye ilk getiren onu orada ilk yayan insan. Başka bir hususiyeti de Âkabe biatlarının hepsinde
bulunmak.
Ölümü boğmaca hastalığından. Son nefesini verirken aziz ve kadirşinas Peygamberi
hemen başucundaydı. Mubarek sahabi, kızlarını Allah'ın Resulüne havale etti... Ve O da engin
bir huzur içinde ruhunu Rabbine teslim etti.
Cenazesini Sevgili Peygamberimiz yıkadılar üç parçalı
bir bürüdle kefenlediler, namazını kıldırdılar ve cenazenin önü sıra yürüdüler ve Baki kabristanına
defnettiler.
Es'ad bin Zürare, Cennet'ül Baki'nin mukaddes toprağına gömülen ensarın ilki...
Kureyşli
kâfirler, bir ân olsun boş durmuyorlar. Hiç bir şey yapamasalar mü'minleri dilleri ile rahatsız etmekteler.
Etrafında pervane gibi dönen o aziz arkadaşlarını Sevgili Peygamberimizden soğutmak için,
insanlığın biricik kurtarıcısı şan ve şerefde eşsiz ve en büyük rehberi karalayıcı
laflar ediyorlar...
dedikleri, mü'minler tarafından üzüntüyle Efendimize naklediliyor.
En üstün kul,
en üstün Peygamber ve Kâinatın Efendisi, müslümanların mescidi doldurdukları vakitlerden birinde minbere çıkarak
ayakta oldukları halde hakikatleri bir bir dile getirdiler. Maksatları övünmek değil. Övünmeye ihtiyaçları
yok ki niçin buna niyetlensinler? Onların yüksek arzuları zihinlerin bulanmaması.... Hiç bir mü'min kalbinin
yalanlara meyletmemesi. Buna mani olmak istiyorlar.
Yaradılmışların en yücesi, geçmiş ve
gelecek zamanların en iyisi, sallallahü aleyhi ve sellem, buyurdular ki:
-Her asırda yaşıyan insanların
en seçilmişlerinden dünyaya geldim.
-Allâhü teâlâ, İsmail aleyhisselam evlâdından Kinâne ismindeki
kimseyi ve O'nun sülalesinden Kureyş ismindeki zâtı beğendi. Kureyş evlâdından da Hişam oğullarını
sevdi. Onlardan da beni süzüp seçti.
Allâhü teâlâ, insanları yarattı; beni, insanların en iyi kısmından
vücude getirdi. Sonra bu kısımlardan en iyisini Arabistan'da yetiştirdi. Beni bunlardan vücuda getirdi. Sonra
evlerden, ailelerden en iyilerini seçip beni bunlardan meydana getirdi. O halde benim ruhum ve cesedim, mahlukların en
iyisidir. Benim silsilem, ecdadım, en iyi insanlardır.
Allâhü teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Bunların
içinde en çok insanları sevdi. İnsanlar içinden de seçtiklerini Arabistan'da yerleştirdi. Arabistan'daki seçilmişler
arasından da beni seçti. Beni her zamanki insanların seçilmişlerinde; en iyilerinde bulundurdu.
-Benim
dedelerimin hiç biri gayrı meşru yola sapmadı. Allâhü teâlâ, beni iyi babalardan, temiz analardan getirdi.
Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı; ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum...
...kâfirler, aynı zamanda şiirlerle Resulullahı ve mü'minleri kötülüyorlar. Onların şiirlerine
Ensar şairleri de gerekli karşılığı vermeye başladılar.
Kılıçla
cihaddan önce kelâmla cihad başlamıştı.
Ensarın üç büyük şairinden Kâ'b bin Malik, bir
destan şairi... Allah düşmanlarının iftira ve karalamalarına karşılık Efendimizle
mü'minlerin kahramanlıklarını terennüm ediyor.
Abdullah bin Revaha, müşriklerin batıl olan
itikat ve amellerini hicvederek yerden yere vuruyor.
Ensarın en büyük şairi Hasan bin Sabit, peygamber düşmanlarının
soy sop ve ahlakî ayıplarını dile getirerek onları el içine çıkamaz hale sokuyor.
San'at,
islâmın hizmetinde.
Seçilmişlerin en kıymetlisi Resulullah, sallallahü aleyhi ve sellem, bu üç aziz
dosta, radıyallahü anhüm:
-Mü'min kılıcıyla da, diliyle de cihad eder. Diyerek yaptıklarından
memnuniyetlerini ifade buyuruyorlar...
....Yesrib", "fesad" veya "ayıplanmış" demek. Bir Peygamber
beldesinin bu ismi taşıması hiç de güzel değil. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, hicret ettiği bu
şehrin ismini "Medine" olarak değiştirdi ve bundan sonra Yesrib denmesini yasakladı ve:
-Her kim,
bir kere "Yesrib" derse on kere "Medine" desin, buyurdular.
Ve yine buyurdular ki:
-Medine'ye "Yesrib" diyen
Allah'dan af dilesin...
...Hatta "Allah'dan af dilesin" cümlesini tam üç kere ard arda tekrarladılar...
Bu
sebeple Hicret'den sonra "iki kara taşlık arasındaki yer" Son Peygamberin de orada bulunmasından dolayı
"Medine-i Münevvere" oldu... nurlu şehir.
İlk İslam Devletinin ilk Başşehrinin hukuku korunuyordu..
Sıra geldi hududunun tayinine..
İki küçük dağ Medine'nin tabii sınırıydı.
Sevr ve Ayr.. Sevgili Peygamberimiz, bu iki dağın arasını harem/yasak bölge ilan ettiler.
Efendimiz
buyurdular ki:
-İbrahim aleyhisselam, Mekkeyi haremleştirdiği gibi ben de Medine'nin Ayr ve Sevr dağları
arasını haremleştirdim. Her Peygamberin dokunulmaz ve seçkin bir yeri vardır.
Çevresi belli edilen
bu bölgede silah taşınması, ağaç kesilmesi, ot biçilmesi ve insana yakışmayan kötü bir fiilin
işlenmesi yasaklandı. Yasak Bölge'de her şey izne bağlanıyordu.
Böyle bir fiili işlemeye
cesaret edecekler için Resulullah en büyük mânevi müeyyideyi koydular:
-Böyle habis bir iş işleyen veya
o suçluları evlerinde saklayanlara Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti olsun.
Sevgili Peygamberimiz,
sallallahü aleyhi ve sellem, daha sonra Medine'nin hudutlarının tesbit edilmesini emir buyurdular. Kâ'b bin Malik,
radıyallahü anh bu işle vazifelendirildi...
Tâ Nuh aleyhisselâmdan beri çeşitli millet, kavim ve kabilenin
kaynaştığı, birbiriyle çekiştiği "nurlu şehir" şimdi tarih içindeki mânâsını
buluyordu. Kabile ve aşiretlerin nefsî ve ırkî sebeplerle kavgalaştıkları yerde şimdi İslâmiyet
henüz açmış güller gibi renk renk koku koku yeryüzüne yayılacaktı...
Bütün müminler, bu "harem"
şartına kayıtsız şartsız bağlılar. O kadar ki...bir çocuk bu bölgede bir serçe kuşu
avlasa; "burası harem, sen bilmiyor musun; o kuşu derhal olduğu yere bırak" deniliyor ve çocuk da hakikaten
bu ikaz üzerine elindeki avı usulcacık yere bırakarak mahcup mahcup oradan ayrılıyordu.
Eğer
bu mutlak teslimiyet olmasa bir avuç insana o muhteşem zaferler nasip olur muydu?
Eshab-ı Kiram, her şeyleri
ile örnek insanlar...
Her mü'min için ebedi model işte onlar...
Ensar'dan imkânı olanlar, fazla
olan arsa, arazi veya hurmalıklarını muhacirlere verilmek üzere Sevgili Peygamberimize arz ettiler...
Peygamberimiz,
bağışlanan bu gayrimenkullerden muhacirlere ev yerleri ayırdı ve ellerine tapuları verildi...
Ancak, Medine'de içecek su sıkıntısı çekiliyor. Şehrin suyu içilebilen tek kaynağı
Rume kuyusu.
Kuyu bir yahudinin elinde. Yahudi, bir damla suyu bile parasız vermiyor. Mü'minlerin kuyuya şiddetle
ihtiyaçları var... bu ise neticede Yahudinin kesesine yarıyor.
Peygamberimiz:
-Rume kuyusunu müslümanların
hizmetine verecek olanın mükafaatı cennet olacaktır, buyurdular...
Suyun müminlerin tasarrufunda olmasının
arzu edildiği anlaşılınca Hazreti Osman, radıyallahü anh, yahudiye giderek kuyuyu kendisine satmasını
teklif etti. Ama yahudi, bütün ısrara rağmen Rume'nin ancak yarısını elden çıkardı... O
da onikibin dirhem gibi yüksek bir bedelle...
Kuyuyu birgün müslümanlar, bir gün bu israiloğulları kullanacaktı...
öyle yapıldı.. Lakin su, müminlere yine yetmiyordu...
Bir zaman sonra yahudi yüksek bir bedelle
diğer hissesini de satmaya razı edildi.Hazreti Osman ikinci hisseyi de satın alınca müjdeyi Peygamber
efendimize götürdü. Buyurdular ki:
-Allah rızası için vakfet. Zaten bu emri bekleyen büyük ve cömert sahabi
Rume kuyusunu derhal vakfetti...
Sonra Sevgili Peygamberimiz, vakıf kuyuya kadar geldiler; suyundan çektirerek
içtiler ve bu suyun tad ve lezzetini methettiler.
-Tatlı ve soğuk bir su...
Çarşı-pazar
yahudi hakimiyetinde.
Efendimiz, mü'minlerin aldatılmadan alış-veriş yapacakları yerlerin
olmasını arzu buyuruyorlar. Her şeyle yakından alakadar olmaktalar.Evvela Nebit Çarşısı'nda
inceleme yaptılar:
-Burası mü'minlere yaramaz, dediler. Sonra başka bir çarşıyı tedkik
ettiler.
-Burası da münasip değil, buyurdular.
Zübeyr, radıyallahü anh'ın arsasına
bir çadır kurdurarak ensar ve muhacirlere:
Ama bir musevi bu çadırın iplerini keserek mü'minleri rahatsız
edince; Efendimiz, Kaynuka yahudilerinin çarşısında araştırma ve incelemeler yaptıktan sonra
bir arsa beğenerek eshabın çarşı-pazarı buraya kurmalarını emrettiler.
Müslümanlar,
böylece yavaş yavaş idari-siyasi istiklâlden sonra iktisadi istiklâle de kavuşuyorlardı...
Sevgili
Peygamberimiz, buradaki ticari hayatla çok yakından ilgileniyorlar. Satılanların uygun olup olmadığını,
satanların hal ve davranışlarını, alıcıların memnun kalıp kalmadıklarını
araştırıyorlar...
bir gün çarşıya uğradıklarında izinsiz kurulmuş bir
tezgâh gördüler ve derhal emir verdiler: Kaldırılsın!../Daha sonra gelen Halifeler devrinde de çarşı-pazar
disiplini aynen devam ettirildi.
Öyle ki çarşı girişine yine habersiz olarak konan bir su testisini
Hazreti Ömer, görür görmez oradan kaldırttılar../Maksat bir kaç...
Hem mü'minleri ticarete alıştırmak,
hem onları başka dinden olan insanların ekonomik baskısından uzak tutmak, hem temiz gıda ve
giyecek temini. Ölçerken, biçerken, tartarken, yaşanan bu güzel ahlakla alış-veriş eden kimseler ister
istemez tanışıyor ve mutlaka tesirinde kalıyorlar...
Ticaret ehline o devirde verilen isim "simsar".Efendimiz,
bu kelimeyi ticaret ehline yakıştıramadılar ve onlara "tüccar" olarak değiştirdiler..
Ve
dürüst tüccarın, ahirette peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle beraber olacağını müjdelediler...
Sonra da her müslümanı iliklerine kadar titretecek olan sözü ifade buyurdular:
-Aldatan, bizden değildir.
Ve bir ölçü koydular:
-Alış-veriş ederken, alacağını ister veya borç öderken
kibar ve yumuşak hareket edenle kolaylık gösterene Allâh, rahmet eylesin.Peygamber Efendimiz, bir yahudiye bir mikdar
borçlu..
Paranın ödenmesi gereken tarihe daha bir gün varken yahudi, Resulullah'ın mubarek saadethanelerine
çıkageldi...
-Alacağımı istiyorum! Abdülmuttalib oğulları, zaten aldığını
zamanında iade etmez; uzatır durur... Bunun için borcunu hemen bugün ödeyeceksin!...
Bu sırada Hazreti
Ömer, radıyallahü anh, da Peygamberimizde misafir... Yahudinin ağır sözleri büyük sahabiyi şiddetle rahatsız
etti...
Ey habis! Eğer Resulullahın evinde olmasaydık vallahi senin gözünü patlatırdım!!!
Bu nasıl ahlaktır böyle?
...Ömer, radıyallahü anh'ı çileden çıkaran musevinin vadesinden
birgün önce kapıya dayanıp param da param demesindeki çiğlikti. Oysa o'nun parasının zerresine zarar
gelmesi imkânsızdı. Çünkü borçlu olan şu-bu kimse değil Muhammedül Emin, sallallahü aleyhi ve sellem...
Muhteşem sahabinin sert çıkışı yahudiyi sindirdi ise de, Sevgili Peygamberimiz üzüldüler...
Allah, seni affetsin ya Ömer. Biz, senden başka türlü davranmanı beklerdik... bana borcumu üzüntüye sebebiyet
vermeden ödememi; o'na da alacağını daha nazikçe istemesini söyleyebilirdin.
Peygamberimiz, yahudiye
borcun vâdesine daha bir gün zaman olduğunu; ancak, arzu ederse kendisine hurma verebileceklerini buyurdular...
Alacaklı
razı oldu.
Bunun üzerine alacaklıya istediği mikdarda hurma teslim edildi.. Hurmaları alan yahudi,
âniden kelime-i şahadet getirdi...
Çünkü O, Resulullah'ı uzun zamandır takip etmekteydi.. ahir zaman
nebisi olduğunu beyan eden bu insan, her şeyiyle Tevrat'ta anlatılan son peygambere benziyordu... ama bir tarafını
bilmiyordu... sert, öfkeli, çabuk hiddetlenen biri mi, yoksa yumuşak ve sabırlı mı? Tevrat'ta zikredilen
resul, yumuşak huyluydu...
Bu sebeple, alacağını kasten bir gün önceden talep etmiş ve Sevgili
Peygamberimiz'in böyle bir haksızlığa karşı tavrının ne olacağını anlamak
istemişti...
...Ve anladı.
Yumuşak, ipek gibi bir ahlâk...
Musevinin maksadı ne
paranın şu veya bugünde tahsili, ne de para yerine hurma almak.
Bu sebeple:
-Şahid olun ki,
dedi. Şu bana verdiğiniz hurmalarla, servetimin bir kısmını fakir mü'minlere hediye ettimYüce Allah'ın
seçtiği bir bahtlı kul...
.....Bu ne güzel ahlâktır Allahım!
Yumuşak ve sabırlı.
O'nun büyük mirası.
Yahudiler, Peygamberliğin İsrailoğullarından araplara geçmesini
kabul edemiyorlar. Bu sebeple mü'minleri engellemek için her yolu kullanıyorlar. Yalan, sihir, nifak..
İşte
yalanlarından biri... Hicreti takip eden günlerde çıkardılar..
-Muhacirlerin nesli kesildi. Onlara
büyü yaptık. Bundan sonra çocukları olmayacak...
Mü'minler, fısıltı halinde dolaşan
bu söze pek inanmıyorlar ama yine de zihinlere bir soru takılıyor. "Ya dedikleri olursa!"Onların bir yalancı
oldukları Hazreti Ebu Bekr'in kızı Esma'nın bir erkek çocuğu olması ile anlaşıldı..
Esma, radıyallahü anha, bebeği önce Allah'ın Resulüne getirip kucağına bıraktılar.
Sevgili
Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, bir hurma istediler. Ve hurmayı çiğnedikten sonra bebeğin damağına
sürdüler ve salih, ömürlü ve hizmet ehli olması için dua buyurdular...
...Mü'minler, doğum üzerine rahat
bir nefes almışlardı...
......Bu ilk "sihir" sözleri yalandı ama şimdiki sahi:
Resulullah
rahatsızlar.
Yapılan araştırma gösterdi ki Efendimiz'e sihir yapılmış...
...Peygamberimizin
tarağından düşen bir mikdar saç okunup üflenerek bükülmüş ve buna onbir tane düğüm atılmıştı...
Büyüyü yapan mı?
Zürayk yahudilerinden Lebid bin A'sam.
Bu şahıs, sihir yaptıktan
sonra onbir düğüm atılmış saçları bir şeylere sararak Zi-Arvan kuyusuna bırakmıştı...
...Cebrail aleyhisselam geldi:
"Kul euzü birabbil felak" ve "Kul euzü birabbinnas" surelerini getirmişti.
Büyü yapılmış saçların atıldığı yeri bildirdi ve; sihirlenmiş saçlardan
bulunarak bu surelerin onlara okunmasını söyledi.
Efendimiz, Hazreti Ali'yi gönderdiler. Ali, kerremallahü
vecheh, kuyunun dibinde düğümlenmiş ve bezlere sarılmış saçları bulup getirdiler...
Hemen
sureleri okumaya başladılar. Her okuyuşta bir düğüm çözüldü...
...Allahın Resulü rahatladılar..
Mekke, hep sabır dönemi... Müminler az... bu azlık sebebiyle müslümanların sayıca kendilerinden
mukayese edilmeyecek kadar fazla düşmanla cihad etmeleri imkânsız...
Bu yüzden çekilen azap, işkence
ve zulüm tahammül edilmez noktalara varınca mecburen Hicret vaki oldu... ama Mekke müşrikleri rahat durmuyorlar.
Çevre kabileleri, yahudileri, Medine müşriklerini hem tehdit, hem tahrik ediyorlar. Bu korkutma ve kışkırtmaların
bir sebebi var: Sevgili Peygamberimiz'in, sallallahü aleyhi ve sellem, hayatına son vermek. Zira O, şimdi üstelik
Medine'ye gitmeyi başarmış ve kendine inananların başına geçmiştir.
Mekke kafirleri,
tehlikeyi daha da geç kalmadan ortadan kaldırmak istiyorlar. Bu yüzden tehditler durmuyor. Yolda-belde yakaladıkları
müminlere yine eski dinlerine döndürmek için işkenceler yapıyorlar.
Bu mazlum ve mağdur kahramanlar,
Peygamberimize gelerek:
-Ey Allahın Resulü işte müşriklerin yaptıkları. Halimize bakın...
Dediklerinde Sevgili Peygaberimiz, acıları kalbine gömerek şöyle buyuruyorlardı:
-Sabredin.
Henüz cihad için izin gelmedi...
İfadeden anlaşılan o ki bu iznin gelmesine fazla zaman da yok. "Henüz"
dendiğine göre beklenen müsade yakında verilecektir.
Bu sebeple Eshab-ı Kiram duadalar. Gözyaşı
döküp yalvarıyorlar:
-Ya Rabbi! Düşmanın olan şu müşriklerle cihad etmekten daha kıymetli
bir şey bilmiyoruz. O müşrikler ki Habibinin Peygamberliğini kabul etmeyerek ana-ata yurdu Mekke'yi terke mecbur
ettiler....
Allahım! Ey duaları kabul eden Rabbimiz Mekke müşrikleri ile harbetmemize müsaade buyur.
Sevgili Peygamberimizse sabırla adım adım gidiyorlar:
...Akabe'de Medine müminlerinden söz
almak, biat, sonra Hicret, sonra Muhacirleri kendi aralarında kardeş yapmaları, sonra Mekke ve Medine müslümanlarını
kardeş yapmaları, sonra Medine'deki gayrı müslim unsurlarla anlaşmalar yaparak onları tarafsızlık
konumuna getirmek, sonra devletin sınırlarının tayini, bu sınırları içinde bazı hareketleri
izne bağlamak, müminleri ekonomik bakımdan kuvvetlendirecek tedbirler almak...
Düşman, amansız;
zalim ve gaddar. Çokluklarına, mallarına-mülklerine zenginliklerine güveniyorlar..
Bir çarpışma
olsa müminleri silip süpüreceklerine öyle eminler ki...
Bu kibir kumkumaları, neye nasıl inanır ve
güvenirlerse güvensinler... Müminler, o asalet abideleri, Allah'a ve Resulüne inanıyorlar....
Ve işte Cebrail
aleyhisselam geldi; vahiy geldi... Cihad müsaadesi geldi...
Bundan sonra yeryüzü şahid olsun, savaş atlar
şahid olsun, güneşte yıldır yıldır yanan çifte su verilmiş o yaman kılıçlar şahid
olsun ki, savaş neymiş, can neymiş, gaye neymiş, ölmek neymiş... görülsün..
Yüce Allah buyuruyor
ki:
-Size karşı harb açanlarla, siz de Allahü teâlâ'nın yolunda çarpışın. Fakat haddi
tecavüz edip, aşırı gitmeyin. Muhakkakki Allahü teâlâ, aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede
bulursanız öldürün. Onlar sizi (Mekke'den) çıkardıkları gibi siz de onları çıkarın. Onların
Allah'a ortak koşma fitneleri adam öldürmekten daha kötüdür. Onlar mescid-i Haram'da sizinle çarpışmadıkça
siz de orada kendileriyle savaşmayın.
Cenab-ı Hak, ayrıca yardım vaadediyor:
-Şüphe
yok ki Allah, onlara yardım etmeğe her yerde her zaman kadirdir.
Ve şimdi de sıra devletin hudutlarına
nöbetçiler dikmekte. Ani bir saldırı vukuunda habersiz kalmamak için düşman gözleniyor..
Hicret üzerine
aziz Sahabi Hazreti Ebu Bekr dememişler miydi:
-Onlar Peygamberi zorla Mekke'den çıkardılar. İnna
lillah inna ileyhi raciun. Onlar muhakkak helak olacaklardır.
Hudutları nöbetçiler beklerken, beride atlarkıpır
kıpır; atlar eşiniyor yeni zamanlara doğru. Gerilmiş yaylar gibi ufuklara koşmak için.
Beş
kişiden dörtyüz kişiye kadar olan askeri birliklere "seriyye" deniyor.
Seriyyeler, keşif, takip-baskın
küçük çaplı vuruşmalara çıkıyor.
Seriyyelerin akınlarına Sevgili Peygamberimiz iştirak
etmiyorlar.
Efendimizin iştirak ettikleri seferlerin ismi "gaza"Efendimiz, yirmiyedi gazaya çıktılar.
Bunlardan dokuzunda silahlı mücadele oldu... Bedir, Uhud, Müreysi, Hendek, Kurayza, Hayber, Mekke'nin Fethi, Huneyn,
Taif...bu dokuz savaşta bizzat savaştılar.
Abdullah bin Amr, radıyallahü anh, Sevgili Peygamberimize
gelerek:
-Ya Resulallah bana cihadı anlatır mısınız? Deyince,
Efendimiz:
-Ey
Abdullah bin Amr! Eğer sen, Allah rızası için sıkıntılara katlanarak çarpışırsan
Allah, seni kıyamet günü o hal üzere diriltir. Eğer gösteriş için, övünmek için, çarpışırsan
Allah, seni kıyamet günü o hal üzere diriltir... hasılı sen Hangi niyetle öldürür veya öldürülürsen Allah da
seni o hal üzere diriltir.
Başka birisi de şunu sordu:
-Ey Allahın Resulü! Allah yolunda cihad
etmek ne demektir?
La ilahe illallah Muhammedün Resulullah sözünün yeryüzünde daha çok yayılması; Allah
isminin daha çok yücelmesi için çarpışmaya Allah yolunda cihad etmek denir, buyurdular.
Bir sahabi de şunu
sordular:
-Ya Resulallah! Allah yolunda çarpışan ve aynı zamanda dünya mallarından bir şeyler
elde etmek isteyen bir şahıs için ne dersiniz?
Sevgili Peygamberimiz cevap olarak buyurdular ki:
-Ona
ecir ve sevap yoktur.
Sualin sahibi sahabi, dinleyenler tarafından iyice anlaşılsın diye soruyu
üç kere tekrarladı. Her üçünde de cevap aynı oldu:
-Ona ecir ve sevap yoktur...
...Gaye açık!Silah
ancak ve sadece Allah için çekilir.... ama nasıl kullanılır?
...kime çekilir?
Bir küçük askerî
takım veya büyük bir ordu hangisi olursa olsun...
Allahın Resulü asakir-i islamı/islam askerini cihad
için uğurlarken nasihat buyuruyorlar:
Sanki zaman durmuş; sanki nefesler tutulmuş herkes, her şey
O'nu dinliyor; al atlar, doru atlar, cins arap atları bile.
-Allah'dan korkunuz ve emrinizdekilere adalet ve
merhametle muamele ediniz.
-Allah yolunda O'nun ismi ile cihada çıkınız.
-Allah'ı inkar
edenlerle çarpışınız.
-Savaşırken haddi aşmayınız.
-Ahdi bozmak,
ahde vefasızlık gibi hareketlerden sakınınız... kulak-burun kesmek gibi işkenceler yapmayınız,
çocukları, yaşlıları, hizmetçileri, köleleri ve din adamlarını öldürmeyiniz.
Bir yeri
fethedince düşmanı önce islama davet ediniz, kabul etmezlerse cizye vermeye razı olmalarını isteyiniz,
bunu da reddederlerse ölümü haketmiş olurlar....eğer bir yerde mescid varsa veya bir ezan sesi işitilirse orası
bir islam beldesidir. Böyle bir yerde kılıç çekilmez...
Evet; O'nun, aleyhissalatü vesselam, mubarek nasihatlerinden
çıkan netice o ki; silah, islam düşmanlarına karşı kullanılır. Ve had aşılmaz.
Sınırlarda nöbetçiler beklerken İslam Devletinin haber alma teşkilatı da çalışmaya
başladı.Hicretten altı-yedi ay geçmiş durumda.Tehditleri durmayan ve müslümanlara Hac yolunu kapayan müşriklerin
Şam'la irtibatları kesilerek iktisadi bakımdan zayıflatılmaları lâzım.
İşte
ilk istihbarat:
Şamdan dönen bir Kureyş kervanı Medine yakınlarından geçiyor.
Peygamberimiz,
derhal aziz arkadaşlarını toplayarak aralarında, Hamza bin Abdülmuttalip, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Ebu Huzeyfe
bin Utbe bin Rebia, Amr bin Süraka, Zeyd bin Harise, Kennaz bin Huseyn, Mersed bin Kennaz ve azadlısı Enese'nin
de olduğu otuz bahadırı ayırdılar...
Efendimiz, Hazreti Hamzaya beyaz bir bayrak vererek
onu bu ilk seriyyeye kumandan tayin ettiler...
Ve önce O'na nasihatte bulundular:
-Ey Hamza! Düşmandan
değil Allah'dan kork! Emrin altındakilere iyi davran.Mubarek Peygamber sonra askerlere döndüler:
-Allah
yolunda O'nun ismini anarak gazaya çıkınız. Allah'ı inkâr edenlerle çarpışınız...
.....Otuz sahabi, derhal silahlanarak bineklerine atlayıp düşman istikametine akmaya başladılar.
Ebu Mersed'in taşıdığı beyaz bayrak en önde rüzgarda dalgalanıyor...
İşte
ilk Başkumandan: Sevgili Peygamberimiz.
İşte ilk Kumandan: Hazreti Hamzaİşte İlk Bayraktar:
Ebu Mersed bin Kennaz.
İşte İlk Mücahitler: Otuz yaman atlı.
Ve haber alındıki
düşman kervanını içlerinde Ebu Cehil'in de olduğu üçyüz atlı ve silahlı suvari koruyor.
Haber,
İslâm askerini daha da biledi...
Hazreti Hamza komutasındaki Seriyye, düşmana Sif-ül Bahr'de yetişti...
Hamza, radıyallahü anh, askeri derhal çarpışmak için mevzilendirdi...
Düşman da çarpışma
düzenine girdi...ama akıllarının almadığı bir şey vardı:
Kendilerinin onda
biri olan bir kuvvet nasıl karşılarına çıkma cesareti gösteriyordu... Buna başta Ebu Cehil olmak
üzere hepsi şaşmaktaydı...
Müşrikler, bu şaşkınlıkta iken Mecdi bin Amr el
Cüheni, öne çıktı:
-Ya Eba Cehil arap arasında böyle şeyler doğru değildir. Bana izin
verin gidip Hamza ile konuşayım. Lüzumsuz kan akmasın...
-Akmasın. Lakin. Görüyorsun işte.
Bir ticaret kervanına saldırıyorlar.... Ya muhafızlar olmasaydı... Neticenin bu olacağı
belliydi zaten..
Doğru doğru... Fakat bir orta yol bulurum herhalde...
-Git bakalım. Fakat
fazla kalma. Meraktayız. Biz çarpışmaktan korkmuyoruz. Bunu da bilsinler!!..
-Gecikmem tasalanmayın...
...Aslında Mecdi, mahsustan böyle konuşuyodu. Aradaki kuvvet dengesizliğinden İslam birliği
için endişe etmişti. Müslümanların ağır mağlubiyet alacaklarını tahmin ediyordu...
Mecdi bir mümin değildi. Kendisinden arabuluculuk isteyen de olmamıştı ama; her ne hikmetse iki birlik
arasında gide gele, gide gele kan akmasının önüne geçti.
Mecdi, Hazreti Hamza'ya:
-Cesaretinizi
cidden takdir ediyorum. Ne varki hakikat de ortada Kureyş sizin on katınız..
-Biz düşmanın
çokluğundan değil Allah'tan korkarız...
-Siz bilirsiniz. Ancak şunu da düşünmenizi isterim.
Daha ilk çarpışmada yenilirseniz müslümanların istikbali tehlikeye düşer...
...işte bu doğruydu.
Müminler, öyle hassas bir noktada bulunuyordu ki ya galip gelecek ya galip geleceklerdi...
Mağlubiyet
Medineyi de tehlikeye atabilirdi...
....öyleyse küffara şimdilik bu gözdağı kâfi görülmeliydi.
Dile
kolay azap, işkence, zından ve Mekke'yi terk mecburiyetinden sonra silahlanarak düşmanın önüne çıkmak...
Öyleyse varılan netice iyidir ve düşmanın huzurunu kaçıracak kadar güzeldir.Hazreti Hamza, müsaade etti
de müşrik kervanı ancak yoluna gidebildi..
Bu elbette hamdedilecek bir neticedir...
...Medine'de
sefer hakkında Resuller Resulüne malumat verilirken Mecdi'nin yaptıkları da arz edilince Efendimiz memnun kaldılar
ve buyurdular ki:
-Hayırlı bir işe vesile olmuş.
Hicretten sekiz ay sonra. Şevval
ayı.Bir kervanın Mısır'a gitmek için Mekke'den çıktığı haberi Medine'ye gelince Resulullah,
sallallahü aleyhi ve sellem, seksen kadar sahabiyi seçerek başlarına Ubeyde bin Hâris'i kumandan tayin ettiler...
Sevgili Peygamberimiz, Ubeyde radıyallahü anh'a da beyaz bayrak vermişlerdi...
Büyük Peygamberden
dua, nasihat ve taktik alan müslümanlar, derhal müşriklerin olduğu yere doğru koşmaya başladılar.Rüzgârda
uçuşan bayrağın taşıyıcısı / alemdar, bu defa Mıstah bin Üsase radıyallahü
anh.
CİLT 8
Kureyş
kâfirleri, hicret etmiş mü'minlerin Mekke'de kalan mal ve mülklerine el koymuş vermiyorlar. Az sayıdaki Mekkeli
müslüman, tam bir ateş çemberi içinde. Müşrikler, bunlara eziyet üstüne eziyet yapıyor; hatta ev ve eşyalarını
bile tahrip ederek kullanılamaz hâle getiriyorlar...ama buna rağmen kâfirler için asıl hedef, Mekke'den çıkamamış
bu bir avuç garip mümin değil; onlar için düşman ve tehlike Medine. "Medine" denince tüyleri diken diken oluyor.
Biliyorlar ki Medine, gün gün devleşmektedir...bu tehlikeyi yerinde ve daha büyümeden boğmak lâzım. Bunun için
Medineli yahudiler kışkırtılıyor; Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem'i ortadan kaldırma
planları tezgâhlanıyor, savaşlar tasarlanıyor.
Ancak "savaş" para demek. Parayla savaşılır;
parayla zafer kazanılır...öyle zannediyorlar. O halde bir büyük savaşı karşılayacak para nasıl
bulunacaktır?
...düşünülen çare şudur:
Ev ev bütün Mekke'den para, eşya veya hayvan ne
varsa toplanarak Şam'a büyük bir ticaret kervanı gönderilecektir. ihraç edilerek orada satılan emtia bedeli
ile Şam'dan ithal edilip Mekke'de nakde çevrilecek mallardan elde edilecek para, müslümanlarla yapılacak muharebeye
harcanacaktır. Başta Mahzumoğulları, Abdi Menafoğulları, Ümmeyye bin Halef, Ebu Cehil olmak
üzere kadın-erkek bütün Kureyş'in iştirak ettiği ellibin dinar sermayeli, bin develik bir kervan kısa
zamanda hazırlanarak Şam yoluna girdi.
Eşrafdan Mahreme bin Nevfel ve Amr bin Âs da kervanda.
Müşrik
kervanına otuz kadar silahlı muhafız eşlik ediyor.
Şam'ın Gazze Pazarı'na gitmekte
olan bu kervanın reisi Mekkeli seçkinlerden Ebû Süfyan..
...tam ismi ile Sahr bin Harb. Ebû Süfyan ve Ebû Hanzala
iki ayrı künyesi. Amr bin Âs; bu dahi insan gibi o da ileride islâmla ve ayrıca Ümmi Habibe radıyallahü anha
anneciğimizden dolayı Resulullah'ın kayınpederi olmakla şereflenecek ve küffar orduları-na karşı
yaptığı cihadlardan birinde bir gözünü ve diğerinde de öbür gözünü kaybedecektir...lâkin şimdi büyük
bir islâm düşmanı. Hidayete kavuştuktan sonra ne kadar dövünecek; ne kadar gözyaşı dökecek ama maalesef
bugün inkâr cephesinin yaman adamlarından biri.
.....
Sevgili Peygamberimiz, kervan haberini alınca
bu malumatı daha da derinleştirmek istediler. Bu maksatla bir kaç muhacire vazife tevdi ettiler...görevli sahabiler,
Zül Aşire mevkiine geldiklerinde Ebu Süfyan, idaresinde bir büyük Şam kervanının, bir kaç gün evvel buradan
Şam istikametine geçip gittiğini öğrendiler.
İstihbarat peşindeki sahabiler, bu malumatı
getirince İki Cihanın en üstünü, hemen bir durum değerlendirmesi yaptılar...anlaşılan ve görünen
o ki Kureyş, bir büyük hücûma geçmek için ciddî hazırlıklar içindedir. Bu alış-verişten elde
edeceği kazancı silah ve diğer ihtiyaçlara yatırarak Medine üzerine taarruza geçecektir...buna mutlaka,
ama mutlaka mani olmak lâzımdır...her ne pahasına olursa olsun düşmanın bu maksadına sed çekilmeli.
İslâm düşmanlarının bu niyet ve faaliyetlerinden gününde haber alınmış olması
ilâhî bir lütuf olmuştur. Eğer teşebbüs vaktinde öğrenilmemiş olsaydı müminler, toparlanılması
zor ağır bir sarsıntı geçirebilirlerdi...
.....
Efendimiz, emir buyurdular:
-Talha
İbni Abdullah ve Sa'd ibni Zeyd, kervanının dönüşünü takip edecektir!...
-Başüstüne ey Allahın
Resulü!...
-Başüstüne ey Allahın Resulü!...
.....
Hazreti Talha ve Hazreti Sa'd
radıyallahü anhüma, Cebar mevkiine kadar geldiler. Keşdi-i Cehni isminde biri onları misafir etti.
Diğer
taraftan Seçkinlerin Seçkini sallallahü aleyhi ve sellem, derhal hazırlığa başladılar.
Danışıp-konuşarak
varılan karar:
Düşman kervanına Şam dönüşü el konacaktır.
Kâinatın Efendisi'nin
emir ve komutasında dinimizin şan, şeref ve izzeti ve varolması ve yükselmesi için düşmana hücum
etmek, esir almak, esir olmak, mecbur kalınırsa öldürmek veya şehid olmak... islâmın karasevdalısı
Sahabiler için en büyük arzu...bu sebeple imanları uğruna ecdat yurdu Mekke'yi bırakarak Sevgili Peygamberimiz'in
peşinde Medine'ye göçen Muhacirler; Akabe'de Resulallah'a biat eden ve şehirlerine hicret ettiği takdirde kanlarının
son damlasına kadar kendisini koruyacaklarına dair söz veren Medineli seçilmişler / ensar....yani çocuklar,
gençler, bahadırlar, ihtiyarlar hatta sakatlar, hatta kadınlar...şimdi de sevgililer sevgilisi büyük Nebi'nin
etrafında Allah için; ser vermek ve ser almak için toplanıyorlar.
.....
Sefere iştirak etmek
isteyenleden biri de Ümmü Varaka isminde bir hanım sahabi; radıyallahü anha... daha sonraki asırlarda hep şanlı
numuneleri görülecek olan binlerce arslan yürekli anadan biri. Cephenin gerisinde hizmete; en önünde cihada koşan mubarek
kadınların ilki ve öncüsü...
İşte aynı zamanda hafız-ı Kur'an olan Ümmü Varaka
Sevgili Peygamberimiz'e istirhamlarda bulunuyor... bütün eshab, yek vücud, yek kalb konuşmaları dinliyorlar. Uzakta
rüzgâr, hurma ağaçlarını hışırdatıp geçiyor; iki-üç kırlangıç eshabın ihlasından
koklamak için çığlık çığlığa şöyle bir dalış yaparak aynı çığlıklarla
göğün uçuk maviliğinde kaybolup gidiyorlar.
-Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Ben de sizlerle gelmek,
müminlere hizmet etmek; şehid olmak istiyorum!...
O ne güzel sözdür öyle:
"Anam-babam sana feda olsun
ya Resulallah!"
Bir mümin, Peygamberini anasından babasından ve öz canından daha çok sevmedikçe îmânı
kâmil değildir. Bu sebeple Ümmü Varaka, en tabii, en içten yalvarışla "anam-babam sana feda olsun" diyor...bir
şey daha feda olsun: Can; bu din uğruna şehid olmak için can da fedaya hazırdır.
Eshab-ı
güzinin erkekleri bir tarafa kadınlarının bile böylesine kahramanca duygular içinde olmaları Efendimizi
çok memnun etti.
Buyurdular ki:
-Ya ümmü Varaka sen burada kal; evinde Kur'an-ı Kerim oku ve bizlere
dua et. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, sana şehidliği nasip eder...
Peygamberimiz, şehidlik müjdesi
verdiği bu yiğit hanımdan "şehide" diye bahsederlerdi...daha hayatta iken "şehide" sıfatına
kavuşan Ümmü Varaka radıyallahü anha hazretleri, Hazreti Ömer zamanında şahadet şerbetini içecektir.
.....
.....
Üç kişi muhacirînden, beş kişi ensardan olmak üzere toplam sekiz sahabi
Bedr seferinden izinli. Muhacirlerden izinli olanların ilki Hazreti Osman bin Affan. Hanımı Sevgili Peygamberimizin
kızları Rukayye radıyallahü anha ağır hasta olduğu için hizmetinde bulunmak maksadıyla
müsaadeli...diğer iki muhacir ise kervanın dönüş gününü öğrenmek için giden Talha ibni Abdullah ve Said
ibni Zeyd.
Ensar-ı kiramdan izinli olanlar ise şunlar:
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve
sellem, namaz kıldırmak için Abdullah ibni Ümmi Mektum'u Medine'de vekil bıraktılar.
Medine'den
çıkış tarihi oniki ramazan Pazartesi.
Ruha'ya varıp da mola verince orada da Asım
İbni Abdil Ensar'ı bozgun ve ayrılık haberleri alınan Kuba ve Avil denilen köyler üzerine idareci
Ebu Lübabe'yi de Medine'ye Vali olarak gönderdiler. Haris İbni Samed ve Havvab İbni Cübeyr ise deveden düşerek
kaza geçirdikleri için yola devam edemiyorlardı; bu sebeple bunların da Medine'ye dönmelerine müsaade edildi ki
böylece Bedr'den izinli Ensar yekunu beş kişi olmaktadır.
.....
Medine'den bir mil ayrıldıktan
sonra Buyütussukya'-nın Ebu Ukbe kapısında Ebu İnebe kuyusu yanında Peygamber Efendimiz'in emriyle
çadırlar kuruldu. Allah'ın Resulü eshabını teftiş ediyorlar...hasta, sakat, çocuk ve yaşlılara
sefere çıkma izni yok.
Bera bin Azib'le Abdullah bin Ömer'in her ikisi de önüç yaşındalar.. Tabii çok
küçük olmaları sebebiyle onlara müsaade edilmiyor. Ve daha başka küçük yaşta olanlarla çok ihtiyar olduğu
için Amr bin Cemuh geri gönderiliyor
Fakat bir sahabi, daha onaltısı gibi çocuk sayılacak kadar körpe
yaşta olduğu halde O'na izin veriliyor.
İşte manzara:
Umeyr bin Ebi Vakkas'ı ilk
müslüman olanların yedincisi; aşere-i mübeşşere'den, bütün gazalarda bulunup kahramanca vuruşan ve
islamda ilk ok atma şerefine sahib ağabeyi Sa'd bin Ebi Vakkas'dan dinleyelim:
-Ebu Ukbe kapısında
kardeşim Umeyr bin Ebi Vakkas'ı bir kayanın arkasına saklanırken gördüm. "Umeyr ne yapıyorsun
orada?" dediğimde; "Resulullah, beni de çocuk sayarak geri gönderebilir. Halbuki ben Allah yolunda şehid olmak istiyorum.
O'nun için gizleniyordum" dedi.
-Az sonra o'nu gören arkadaşlarım, Peygamberimize haber verdiler; Efendimiz,
Umeyr'i çağırdılar. Resulullah'ın huzurunda ayakta dururken belindeki kılıcın ucu nerede
ise yere değiyordu. Yola çıkarken kılıcını kendisi kuşanamamış ben bağlamıştım...
Merhamet Sultanı büyük Nebi, Umeyr'e "olmaz, buyurdular. Sen geri dön yaşın daha çok küçük!" Fakat korktuğuna
uğrayan Umeyr, ağlamaya başladı. "Ya Resulallah anam-babam sana feda olsun. Lütfen müsaade ediniz. Ben
de gelmek istiyorum. Ben de şehid olmak istiyorum! Lütfen beni geri yollamayınız! Şehid olmak istiyorum!"
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu günahsız gencin arzulu yalvarışına; boncuk
boncuk akan göz yaşlarına dayanamayarak "peki, dediler, gel"...
.....
O ne coşkun ve parlak
îmân ki henüz çocukluktan çıkıp gençliğe adım atmak üzere iken; onaltı yaşının baharında
ölüme koşan; düşmanla çarpışmaya gittiği için değil; gidemediği için billur gözyaşları
döken; tarihin kaydettiği en yüksek insan örneklerinden biri ile karşı karşıyayız...Allahım
senin ne kahraman kulların var...radıyallahü anh...
.....
Ensar'dan ibni Hiram ve bazı sahabiler
Resulullah'ı sevindirmek için şu haberi veriyorlar:
-Cahiliyet zamanımızda yahudilerle çarpışmaya
gittiğimiz zamanlarda giderken yine burada; Ebu Ukbe kapısında mola vermiş; kumandanlarımız
orduyu denetlemişlerdi. O seferlerden ganimet ve zaferle dönmüştük...inşallah bu defa da biz müminler muzaffer
olarak döneriz...
.....
.....
Müslümanların yetmiş deve ve üç atı var.
Atlılar;
Mik'dat ibni Esved, Zübeyr ibnil Avvam ve Mersed Ganevi.
Mikdat radıyallahü anh'ın mubarek atının
ismi Ba'zce, Zübeyr radıyallahü anh'ınki ise Ye'sub..
Az mü'minde kılıç var. Zırhlı
insan sayısı ise onu bulmuyor...
.....
Teftiş bitince yürüyüş başladı. İki
üç sahabi bir deveye nöbetleşe biniyorlar.
Fahri Kâinat Efendimiz de bir deveyi Ali bin ebi Talib, Mersed bin
ebi Mersed ve Ebu Lübabe ile paylaşıyorlar. Hazreti Lübabe'nin Mekke'ye vali olarak gönderilmesinden sonra O'nun
yerini Zeyd ibni Haris aldı. Son Peygamber, iki arkadaşı ile aynı deveyi ortaklaşa kullanıyor;
sırası gelince de hayvandan inerek yaya yürüyor... Eshab-ı Kiram efendilerimiz, Peygamberimizden hayvandan
aşağı inmemesini; yayan yürüme zahmetine girmemesini istirham ediyorlar.
İşte Âlemlerin Sultanı'nın
cevabı:
-Siz yola benden daha çok dayanıklı değilsiniz. Ben de sevaba sizden daha az muhtaç değilim.
.....
Dağlardan Bedr'e varma gayreti ve bu uğurda katlanılan sayısız meşakkat.
En münasip yol seçilmesine rağmen bacaklara dolanan dikenli otlar, ayakları kesen bıçak gibi taşlar, dili
damağa yapıştıran, ağızda tükrük bırakmayan sıcak hava ve islamiyetin şan ve
şerefi için bu zahmetlere severek, gülerek ve bu sıkıntıları nimet bilerek katlanan yüce insanlar.
...bu insanları engin bir muhabbet ve tarifsiz merhametlerle gözden geçiren Allah Resulü dua buyuruyorlar..
-Allahım!
Eshabım aç; yiyecek ver.
Allahım!
Eshabım çıplak; giyecek ver.
Allahım!
Eshabım yaya; binecek ver.
Allahım!
Eshabım fakir; imkân ver...
.....
.....
İslâm istihbarat elemanları Talha ibni Abdullah ve Sa'd ibni Zeyd radıyallahü anhüm, müşrik kervanının
iki güne kadar Cebar'dan geçeceğini öğrenince oradan ayrıldılar. Onlar gittikten sonra kervan geldi.
.....
.....
Ebu Süfyan, çevrede müslüman casusu olup olmadığını soruşturuyor. Zira daha
Gazze'de iken bazı müslümanların Zül Aşire'ye kadar geldiklerin işitmişti.
Keşdi, bir
sır vermediyse de Ebu Süfyan, Cebar'a iki kişinin geldiğini ve meydandaki hurma ağacının altında
develerini çökerterek bir mikdar oturmuş olduklarını etraftan öğrendi.
Kervan reisi, denilen yerde
inceleme yaptı.
Yerde deve pislikleri vardı. Bunları bir sopa ile karıştırınca
Medine hurmalarına ait çekirdekler gördü. "Eyvah demek ki müslümanlar hâlâ kervanı takip ediyorlardı.. Ya beklenmedik
bir yerde baskın verip şu koca serveti elinden alırlarsa?" Birden paniğe kapıldı. Mekke'nin
her şeyi demek olan bu kervanın Medine'nin eline geçmesi müslümanlara büyük bir maddi güç kazandıracağı
gibi, Mekke'yi de iktisadi bakımdan zora sokacaktı.
Hemen Gıfar Aşiretinden Zamzam bin Amr'ı
yanına çağırarak vaziyeti anlattı ve eline bir miktar altın tutuşturarak:
-Çabuk Mekke'ye
git! Kervanın tehlikede olduğunu; müslümanların bizi takip ettiğini; her ân baskın yapabileceklerini
haber ver. Dağ-bayır demeden kestirmeden gitmelisin. Haydi çabuk ol...
.....
.....
Zamzam'ın
Mekke'ye gelmesinden üç gün evvel Âtike binti Abdülmüttalip, bir rüya görmüştü; sırlarla dolu bir şey. Sabah
kalktığında hâlâ rüyanın tesirinde idi... Abbas bin Abdülmuttalib'e haber göndererek yanına çağırttı.
Abbas:
-Hayırdır; merakta kaldım ya Âtike! Umarım endişe edecek birşey yoktur...
Atike:
-Heyecanın bir faidesi yok kardeşim. Hele önce şöyle bir otur...
-Evet oturdum;
seni dinliyorum.
-Tahmin ediyorum ki yakında Kureyş'in başına bir musibet gelecek!
Abbas
şaşırdı:
-Bunu da nerden çıkardın durup dururken?
-Hayır kardeşim.
Ne durup dururken...Dün gece bir rüya gördüm. Korkunç birşey. Hâlâ tesirindeyim.. Sanki hâlâ o ânı yaşıyorum.
-Korkunç bir rüya! Garip...tez anlat bari. Bir kâhine falan gidelim.. Bir şey yapalım.
-Hayır!
Kâhin-mahin istemem. Yalnız kimseye söyleme.
-Söylemem, söylemem çabuk anlat...
-Deve üstünde bir adam
gördüm. Deli mi desem, çılgın mı desem, yalancı mı desem. Tuhaf bir insan, üstünde bir acaib kıyafet
Ebdah'da durmuş bağırıp çağırıyor: "Ey hayırsız Kureyş! Üç güne kadar savaş
meydanında vurulup düşeceğiniz yerlere yetişiniz!!!" Bu nidayı avazı çıktığı
kadar bağırarak üç kere tekrarladı. Kureyşliler başına toplandılar. Sonra adam Mescid-i
Haram'a girdi. İnsanlar da onu takip ediyordu. Derken oradan çıktı. Yine aynı şekilde ve aynı
sözlerle ve çirkin bir yüzle bağırmaya başladı... Ardından Ebu Kubeys dağının tepesine
tırmandı. Malum sözleri ard arda üç kere orada da tekrarladı. Sonra dağın tepesinden şehrin
üstüne bir koca kaya yuvarladı... kaya, parçalar saça saça hızla aşağı indi. ...kayadan fırlayan
parçaların isabet aldığı her ev çöküyordu.
-Evet müthiş; müthiş bir rüyaymış..
Endişende haklıymışsın.
.....
Abbas, Âtike'nin yanından tuhaf bir ruh hali ile
ayrıldı. Rüyanın muamması O'nu da sarsmıştı. Yolda Velid bin Utbe ile karşılaştı.
Velid, arkadaşındaki garipliği hemen sezdi.. Abbas, bir şey belli etmemeye çalıştıysa da
Velid, O'nu sıkıştırarak meseleyi anladı. Abbas, Velid bin Utbe'den rüyayı kimseye anlatmamasını
rica etti. Velid, söz verdi ama; babasına nakletmekten de geri kalmadı..ertesi gün bütün Mekke bu rüyayı öğrenmişti..
Abbas, Kâbe'yi tavaf ederken, Ebu Cehil de bir gurup ahbabı ile ileride oturmuş Âtike'nin dedikosunu yapıyordu..
Abbas'a seslendi:
-Ya Ebel Fadl!! Tavafı bitirince yanımıza gel..
-Olur; geliyorum.
.....
Abbas, Ebu Cehil'in yanına gidince hiç beklemediği bir sualle şaşırdı:
-Şimdi de Abdülmuttaliboğulları ortaya kadın peygamber çıkardı öyle mi ya Abbas?
-Anlamadım!
Bu ne demek? Açık konuş..
-Atike'nin şu malum rüya meselesi...
-Ne rüyası?
-Ne
rüyasımış! Aranızdan bir erkek peygamber çıkardığınız yetmezmiş gibi şimdi
de kadın peygamber safsatası öyle mi?
-Hayır; iftira!
-Âtike, güya rüyada görmüş ki biri:
"Ey Kureyş üç güne kadar vurulup düşeceğiniz yerlere yetişin" diyormuş. Göreceğiz eğer
doğru söylüyorsa elbette şu günlerde bir şeyler ortaya çıkar. Fakat üç gün geçmesine rağmen herhangi
bir fevkaledelik olmazsa ne yapacağımızı biliyoruz...
-Ne yapacaksınız?
-Arablar
arasında Abdülmuttalip kadınlarından daha yalancı insan olmadığına dair bir yazı hazırlatarak
bunu her tarafta dolaştıracak ve sonra da götürüp Kâbe duvarına asacağız!!!
Abbas sertleşti:
-Yalancı sen ve kabilen Mahzumoğullarıdır! Aşağılanmaya layık olan da sizlersiniz!..
-Ey Abbas şunu bilki şan ve şerefte biz sizinle yarışıyoruz. Siz diyorsunuz ki "Kâbe'de
zemzem dağıtma işi bizdedir." Biz de diyoruz ki bu bir fazilet değildir. Siz diyorsunuz ki "Kâbe'nin kapıcılığı
ve perdedarlığı bizdedir." Bizim kabile de diyor ki bu övünülecek bir üstünlük değildir. Siz diyorsunuz
ki "Meclis toplama işi bizdedir." Biz de diyoruz ki ahaliyi toplayıp yemek ve hurma yedirmek bir şeref değildir.
Sonra iddia ediyorsunuz ki "Kâbe ziyaretçilerine ziyafet vermek vazifesi bizimdir." Biz de diyoruz ki biz de insanlara yemek
yediriyoruz...
-Bitti mi?
-Şunu kafanıza koyun ki ey Abbas! Biz Abdimenafoğulları, şan
ve şerefte Abdülmuttalipoğulları ile aynı seviyeye gelinceye kadar hep yarışacak ve peşinizi
bırakmayacağız. Bunu anladığınız için "bizden bir Peygamber çıktı diyorsunuz"...bu
bozgunculuğu yapmanız yetmezmiş gibi şimdi de "kabilemizden kadın peygamber de çıktı" demeye
başladınız.. Hayır! Lat ve Uzzaya ondulsun ki bunlar doğru değil. Abdülmuttalipoğulları
bizi geçerek insanları aldatamaz, onların yalanlarını herkese göstereceğiz!!!
.....
O
akşam hadiseyi işiten Abdülmuttalip kabilesinin kadınları Abbas'ın başına üşüştüler.
Demediklerini bırakmıyorlar:
-O şeytan yüzlü adam, Abdülmuttalip erkeklerine saldırırken
sen sustun ha! Yazıklar olsun ey Abbas! Biz ki seni bahadır bilirdik...
-Sadece erkeklere mi? Ebu Cehil
mel'unu Abdülmuttalip kadınlarına da hakaretler yağdırmış. Ama Abbas yine O'na birşey yapmamış..
-Yazıklar olsun! Bir şerefsiz sefil adam bizlere demediğini bırakmayacak da kabilemizin erkekleri
sus-pus olup çıt bile çıkarmıyacak!... Vah başımıza.
-Ey ahirete göçmüş Abdülmuttalip
oğulları! Mezarınızdan kalkın da Ebu Cehile karşı bizi siz koruyun bari...
Kabile
damarları kabaran kadınların sözleri gibi gözleri de şimşek çakıyor; bazıları dizlerini
dövüyor; bazıları saçlarını yoluyor.
Beklemediği bir söz taarruzunun altında ezilen
Abbas bin Abdülmuttalip ancak şunu diyebildi:
-Ben, O'na yarın ne yapacağım göreceksiniz!... Yeter
ki aynı şeyleri bir kere daha desin!
Âtikenin rüyasının üçüncü günü sabahında Abbas kan beynine
sıçramış halde Mescid-i Harama gitti. Ebu Cehil oradaydı. Aynı sözleri bir kere daha söylettikten
sonra haddini bilmez bu azgına çullanarak esaslı bir meydan dayağı atacaktı.
Abbas, Ebu Cehil'e
doğru yürürken O, birdenbire bir sesi dinliyormuş gibi yaparak Sehmoğulları Kapısı'na doğru
fırlayarak Mescid-i Haram'dan çıkıp gitti..
Abbas kendi kendine "vay saldırgan korkak vay!.. Niyetimi
anlayınca nasıl da bir anda kaçıp kayboldu" diye düşündü..
Ebu Cehil suratsızı, kimseden
kaçmıyordu. Abbas, kendine doğru gelirken bir takım sesler işitmiş ve oraya doğru koşmuştu.
Sesin sahibini görünce olduğu yerde dona kaldı. İşte meşhur rüyada tasvir edilen adam şurada
bağırıp duruyordu.
Üstündeki gömleğin önünü ve arkasını yırtmış, devesinin
semerini ters vurmuş Zamzam, sanki o rüyadan ve rüyadaki adamdan haberliymiş ve sanki onun taklidini yapıyormuş
gibi aynı çılgın tavırlar ve aynı şaşırtan manzara ile avaz avaz bağırıyor
ortalığı mübalağalı bir şekilde velveleye veriyordu...bunlar bir samimiyetin sıcak çığlıklarından
çok avucuna sıkıştırılan dinarların iki yüzlü bağırtısı idi.
-Heyy
Kureyş! Şam kervanı tehlikede! Müslümanlar, kervanı bastı basacak! Durmayın, çabuk Ebu Hanzala'nın
imdadına yetişin! Yetiştiniz yetiştiniz. Yetişemezseniz kervan, müslümanların eline geçecek!
İmdat! Durmayın! İmdaaat!!!...
.....
Zamzamın bağırışını
işiten yanına koştu.
Hadisenin tafsilatını öğrenmek istiyorlardı.
Ebu Cehil,
derhal Mekke'de seferberlik ilan etti. Eli değnek tutan herkes, düşmanın üstüne yürüyecekti.
Süheyl
ibni Amr, milletin şecaat damarlarını kabartan şeyler söylemeye başlamıştı bile...
Kureyş erkekleri, savaş için toplanmaya başladılar....duracak zaman değildi. Daha evvel de Hadrami'nin
kervanını vurmuşlardı ama; şimdi buna izin vermeyeceklerine and içtiler...tabiî bu arada araya büyük
bir hadise girmiş olduğundan Abbas bin Abdülmuttalib de Ebu Cehil'i unuttu...
İslâm düşmanları,
kısa zamanda Mekke meydanına bir ordu topladılar... Ebu Cehil, o yılan bakışlı kupkuru
adam, mevcudu tek tek süzdü; gelmeyenler varsa onları tesbite çalışıyordu...
Evet sefere iştirak
etmeyenler vardı:
Ebu Leheb ve Umeyye bin Halef.
Kureyş'in bu iki çok namlı insanı nasıl
olur da akından geri kalırlardı?
Ebu Leheb, Atike'nin rüyasından korkmuştu. Sevgili Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem'e karşı dinmez kinler beslemesine rağmen; rüyanın kendileri için pek de iyi
olmayan şeyleri haber verdiğini sezdiğinden evinde kalmıştı.
Ebu Cehil ve diğer
Kureyş reisleri yanına giderek çok ısrar ettiler:
-Sen bu kavmin büyüğüsün! Sen gelmezsen bizim
sözümüzü kim dinler.
-Evet Ebu Cehil doğru söylüyor ya Eba Leheb! Sen hepimizin büyüğüsün. Bu hesap gününde
aramızda ve başımızda olmalısın..
-Hayır ben gelmeyeceğim siz gidin..
-Ya
Eba Leheb senin bu sefere mutlaka katılmanı istiyoruz. Söz almadan şu eşikten dışarı adım
atmayız.
-Yemin olsun yerimizden kıpırdamayız.
-Evet günlerce burada kalır yine fikrimizden
caymayız.
-Pekâlâ..öyleyse şöyle yapacağız. Ben yine gelmeyeceğim ama yerime adam göndereceğim.
-Kimi?
-Kardeşin Âs bin Hişam'ı ya Eba Cehil. İflas ettiğinden kendisinde olan dörtbin
dinarımı alamadım. Söyleyin O'nda olan bu alacağıma karşılık benim yerime sizinle
harbe gelsin..buyurun. Maksat hasıl olmuştur.
.....
Ebu Leheb kâfirinin yanından biraz da asabi
şekilde ayrılan Ebu Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt'la beraber Umeyye bin Halef'in kapısına vardılar.
Umeyye
daha evvel Sa'd bin Muaz'dan Efendimizin bir sözünü işitmiş ve iliklerine kadar titremişti: "Benim ümmetim
Ümeyye bin Halefi katleder!"
Bunu diyen asla gerçek dışı konuşmamış ve hiç bir gün olmayacak
bir şey söylememiş "Muhammed'ül emin"di. O yüzden Umeyye, Ebu Cehil'i uyutabilirse bir kenarda kalmaya karar vermişti..
Ama ne mümkün! İşte Ebu Cehil, hızla kapıya vurmaya başladı bile. Koşturan Umeyye:
-Geldim,
geldim!
-Ya Umeyye...
-Oo siz misiniz ya Eba Cehil. Ukbenin elindeki o ateş dolu tava nedir öyle? İçeri
gelmez misiniz?
-Vaktimiz dar ya Umeyye? Bir şeyden haberin yokmuş gibi öyle serin davranma. Müslümanlar,
Kureyş hazinesi bir kervanı basarken biz Umeyye'nin evinde rahat sedirlere uzanıp alev renkli şaraplar
içip söz dahisi arap şairlerinin şiirlerini mi söyleyeceğiz? Durma çabuk atını, zırhını,
kılıcını al ve gel...
-Ama ya Eba Cehil! Ben hem şişman; hem yaşlıyım.
-Yalancı! İşine gelince yaşlı ve şişman olursun. Al öyleyse şu sürmeyi kadınlar
gibi evinde otururken gözlerine çekersin. Ukbe ateşe buhur dök de ver ki bizden sonra tütsülensin!..
Umeyye bin
Halef; Bilal'i Habeş radıyallahü anh'ın efendisi iken müslüman oldu diye O'na en vicdansızca zulümler
yapan kibir putu. Şimdi bu adama kendi dindaşları kadın yerine koyarak alenen hakaret ediyorlardı.
Kurnaz Ebu Cehil, en sinirli anında bile muhatabının hassas tarafını tahrik etmesini bilmişti..
Umeyye:
-Hayır ben kadın değilim. Buhur da sürme de size kalsın...ben ömrüm boyunca şerefli
ismime leke sürdürmedim. Birazdan orada olacağım, siz gidin!..
.....
Umeyye, hemen evden çıkarak
Mekke'nin en seçme ve en sür'atli devesini sahibine bir dolu para ödeyerek satın aldı ve hazırlık için
evine geldi. O'nu gören hanımı:
-Hayrolsun ya Umeyye! O kadar bineğin varken bu deve nedir; bu telaş
nedir?
-Harbe gidiyorum!
-Ne, ne dedin? Harbe mi? E, peki o Medine'linin dediğini unuttun mu?
-Hayır
unutmadım. Ama Ebu Cehil bir bela gibi yapıştı yakama. Söz verdim. Bir mikdar aralarında bulunup
ayrılacağım.
-Ayrılacakmış! Sen öyle zannet! Ebu Cehil'in pençesine düştükten sonra
artık ayrılamazsın.. Ah Ebu Cehil ah!.
.....
Umeyye Mekke meydanına geldiğinde hayli
kalabalık toplanmıştı.
Suheyl bin Amr:
-Ey Kureyş!
İşte kahramanlığımızı
gösterecek gün, bugün! Haydi yiğitliğinizi göstermeye! Deve lazım olana işte develer! Ok, kılıç,
mızrak isteyene hepsi var. Seçip beğensin. Yiyecek isteyen dilediğinden, dilediği kadar alsın!!!
Diye nida ediyordu. Daha başkaları da Kureyşlilerin damarlarını kabartacak; onları kışkırtacak
sözler söylüyorlardı:
Zem'a bin Esved:
-Lat ve Uzzaya andolsun! Bin kere andolsun ki Kureyş kabilesinin
başına bundan daha büyük felaket gelmemiştir. Şu işe bakın ki Muhammed'le Yesribli şu basit
çiftçiler asil Mekke tüccarlarının kervanına saldırıyor. Kureyş, tarihinde hiç böyle bir zillete
maruz kalmış mı? Duracak zaman değil. Kimin ne eksiği varsa işte her şey burada tamamlasın!..
Eğer bu tehlike bugün bertaraf edilemezse; onları yarın Mekke kapılarında da durduramazsınız!
Tuayme bin Adiy:
-Evet Zem'a doğru diyor. Mallarımıza el koymayı mubah sayıyorlar.
Bu kervana kadın-erkek bütün Abdi Menaf oğulları katıldılar! Şimdi bu koca servet müslümanların
eline mi geçecek? İşte benden ordumuza yirmi deve yükü yiyecek.
Abdullah bin ebi Rebia beşyüz dinar,
Huveyt bin Abd'ül Uzza üçyüz dinarlık silah bağışladı.
Tartışmalardan sonra Allah
düşmanları şu karara vardılar:
-Bu harbe her Kureyşlinin iştirak etmesi mecburidir.
İştirak edemeyen olursa; onlar da yerlerine adam bulup göndermeye mecburdur.
.....
Kureyş kısa
zamanda hazırlandı...ancak bir korkuları vardı. Ya Kureyş'in hasmı Bekiroğulları,
müslümanlarla çarpışırken kendilerine arkadan saldırırsa!
Kureyş'in ileri gelenleri,
Bekiroğullarının ileri gelenleri ile görüştüler...bazı tavizler karşılığı
Bekiroğullarının Kureyşe saldırmayacağına dair teminat ve kefalet alındı.
Bunun
üzerine, örme zırh ve dövme zırhlara bürünmüş kılıçlı, mızraklı, yerinde durmayan
cins arap atları ve soylu develere binmiş müşrik ordusu... arkada tef ve şarkılarıyla orduyu
coşturan güzel sesli kadınlar, hürriyetlerine kavuşmuş cariyeler olduğu halde yürüyüş başladı.
Utbe bin Rebia ve Şeybe bin Rebia da Kureyş ordusundaydı...bunlar sefer için kılıç kuşanıp
zırh giyerken kendilerini köleleri Addas gördü. Bir fevkaledelik olduğunu gören bu garip mümin merakla sordu:
-Ne
oldu? Nedir bu hal? Nereye gidiyorsunuz?
-Hani Taifte iken bizim bağın yanına yorgun ve ayakları
kanlar içinde bir adam gelip oturmuştu.
-Evet, benimle üzüm göndermiştiniz.
-İşte O adam
ve taraftarları ile savaşa gidiyoruz.
Sanki Addas'ın başından kaynar sular dökülmüştü.
-Ey efendilerim! Sizin "O adam" dediğiniz en son Peygamber.. Yalvarırım gitmeyin. Bir Peygambere kılıç
çekilmez. Emin olun savaşa değil; felakete gidiyorsunuz. Gelin bir kerecik de siz beni dinleyin; bu habis işten
vazgeçin..
Addas'ın gözlerinden sicim gibi yaşlar dökülüyordu ama Utbe ve Şeybe çıkıp gittiler.
Az sonra oraya As bin Münebbih bin Haccac isminde bir genç geldi...
-Nedir bu gözyaşları
ya Addas? Niye böyle rengin uçmuş?
-Felakete gittiler; düşüp ölecekleri yere kendi ayakları ile gittiler.
-Kim?
-Utbe ve Şeybe Resulullahla çarpışmaya gittiler.
-Ya Addas! Muhammed hakikaten
peygamber midir?
Soru, bu sağlan iman sahibi mubarek Sahabiyi zangır zangır titretti. Tüyleri diken
diken olmuştu:
-Vallahi O bütün insanlara gönderilmiş son Peygamberdir.
.....
.....
Mü'minler
Bedr'e doğru yol alıyorlar. Akik mevkiinde iken Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, eshabı arasında
Medineli müşriklerden Hubeyb bin Yesâf ile Kays bin Muharris'i gördüler.
Cesur ve mahir bir savaşçı
olan Hubeyb bütün yüzünü örtecek şekilde bir miğfer giymiş olmasına rağmen Kâinatın Efendisi,
kendisini tanıdılar; ve Sa'd bin Muaz radıyallahü anh'a:
-Ya Sa'd! Sağ tarafında giden Hubeyb
bin Yesaf değil mi? Diye sual buyurdular.
-Evet ya Resulallah; Hubeyb ve Kays...
İslama gelmedikleri
halde bu iki kişi, islâm saflarında ne arıyordu; onların bu kutlu saflarda, bu üstün insanlar arasında
ne işleri olabilirdi? Bir hesapları var ki sonu meçhul bir seferin ortasına dalmışlar? Evet bir hesapları
var...nasıl ki bu akında bulunan muhacirin ve ensarın bir hesabı varsa bu iki Medineli gayrımüslimin
de bir hesapları var...ancak eshab-ı kiram aleyhimürridvan efendilerimizinki ahiret hesabı; bu iki insanınki
dünya hesabı; dünya menfaati... Seçilmiş ve süzülmüş iyiler cemaati eshab'ın hesabı şu:
Sevgili
Peygamberimiz'in rızasına kavuşmak. Yüce Allah'ın rızası ancak ve ancak O'nun sevgilisinin sevgisini
kazanmakla mümkün... Eshab, can pazarına bu maksatla çıkıyorlar..herşeyin bir bedeli var; bu rızanın
en zirve noktadaki bedeli de ölümü hayata tercih etmek..
Hubeyb bin Yesaf ile Kays bin Muharris'in hesapları
ise dünyalık...onlar müşrik kervanına karşı çarpışarak bir kaç dünyalık bir şey
elde etmek için gelmişler...ne yapsınlar; işin idrak ve özünden haberli değiller...olamazlar da. Ta ki
kendilerine hidayet erişene kadar.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, iki yabancıyı yanlarına
istettiler:
-Siz ne maksatla bizimle geliyorsunuz?
Cevapları şu:
-Anneniz Halime Hatun tarafından
sizinle akrabayız. Ayrıca şimdi de komşuyuz. Tecrübeli birer cengaveriz; iyi dövüşürüz. Saflarınızda
Mekke'lilere karşı çarpışmak buna mukabil biz de ganimet malı almak istiyoruz.
Peygamberimiz
sordular:
-İslamiyete girdiniz mi?
-Hayır; müslüman değiliz.
-Öyleyse geldiğiniz
yere geri dönün. Bir müşrike karşı bir başka müşrikin yardımını kabul edemeyiz. Dinimizde
olmayan saflarımızda da olamaz.
Yürüyüş devam ediyor...bir zaman gittikten sonra Hubeyb, Beyda'da bir
kere daha Efendimiz'e geldi ve kendilerine de izin verilmesi için ısar etti:
-Benim nasıl bir kahraman muharip
olduğumu; düşman saflarında nasıl gedikler açtığımı herkes bilir...müslüman olmamızı
şart koşma; sırf ganimet almak için saflarınızda mücadele etmemize izin ver. Hasımlarınla
dövüşelim.
Sevgili Peygamberimiz:
-Allah'a ve Resulüne îmân ettiniz mi?
Diye sordular.
Hubeyb:
-Hayır, dedi..
-Öyleyse geri dönünüz..
Geri döndüler...
.....
Eshab-ı
Kiram aleyhimürridvan, ilk gün yola oruçlu olarak devam ettiler...ama ikinci gün Resulullah efendimizin emirleri ile ve cihaddan
sonra tekrar tutmak üzere ağır tabiat ve iklim şartları yüzünden oruçlar açıldı.
O,
yüksek insan da, oruçlarını açmışlardı.
Akik Vadisinden sonra ibni Ezher Deresi'ne kadar
ıssız yollar takip edildi. Bu dereye varıldığında mola verildi. Sevgili Peygamberimiz, bir ağacın
altına indiler...bu sırada Efendimizin güzel arkadaşı Hazreti Ebu Bekr radıyallahü anh da taşlardan
bir küçük mescid yaptı. Resulullah Hazreti Ebubekr'le birlikte bu mescidde namaz kıldılar... Bir kaç gün burada
kalındı.
Sonra Zülhuleyfe, Zâ'tül reyş, Türban yolu takip edildi.
Türban'da iken Efendimiz,
karşılarındaki dağ yamacında bir geyik gördüler ve Sa'd bin ebi Vakkas'a:
-Ya Sa'd geyiğe
bak! Buyurdular.
Hazreti Sa'd, Peygamberimizin muradını anladı; ve derhal nişan vaziyeti aldı.
Resulullah, oku kendi mubarek elleri ile Sa'd radıyallahü anh'ın omuzuna yerleştirdi ve:
-At ya Sa'd,
dediler ve, Allahım Sa'd'ın okunu isabet ettir, diye dua buyurdular.
Vınlayan ok, Resuller Resulü ve
O'nun aziz arkadaşlarına rızık olma nimetine kavuşan mubarek ceylanı boynundan vurarak devirdi.
Sevgili Peygamberimiz tebessüm buyuruyorlar.
Biraz sonra nefis bir kızarmış geyik kokusu
tâ uzaklardan bile alınıyordu...
.....
Müslümanlar Ruha'ya geldi. Sevgili Peygamberimiz buyurdular
ki:
-Rûhâ arap vadilerinin en güzelidir...
Ruha'da konakladılar.. Hubeyb bin Yesaf, geri dönmüşken
tekrar müslümanların yanına geldi ve Resulullahın yüsek huzurlarına çıkmak istediğini bildirdi.
Âlemlerin efendisi kabul ettiler. Hubeyb ısrar ediyor.
-İzin ver ben de Mekkelilerle çarpışayım.
-Dinimizde olmayan; saflarımızda da olamaz ya Hubeyb! Önce Müslüman ol; sonra çarpışırsın..
İşte o ân Bedr yolunda islam, bir yiğit daha kazandı; Hubeyb bin Yesaf müslüman oldu; radıyallahü
anh..
...böylece Peygamberler Peygamberi, kahraman ve korkusuz bir savaşçı olduğunu beyan eden ve islam
saflarında yer almak isteyen birine kılıcı önce küfrüne çektiriyordu...Hubeyb bu cesareti gösterek Hazreti
Hubeyb oldu...
Kays bin Muharris ise maalesef gitti...ama hidayet O'na da nasib oldu; islam ordusunun Bedr'den dönüşünde
Kays da müslüman olacaktır.
Ebu Lübabe ve Asım ibni Abdil Ensar vazifeli olarak; Haris ibni Samed ile Havvab
ibni Cübeyr ise yola devam edemeyecek kadar ciddi bir kaza geçirdikleri için Ruha'dan geri gönderildiler.
.....
Peygamberimiz
komutasında yürüyüş devam etti.. Safra köyüne yaklaşınca bu köy solda bırakılacak şekilde
bir dirsek yapılarak Zefiran Vadisine girildi ve bir müddet gittikten sonra Safna Vadisine varıldı. Müslümanlar
burada Şam kervanı hakkında gönderdikleri habercilerden haber bekleken; Kureyş'in kuvvetli bir ordu ile
üzerlerine gelmekte olduğunu öğrendiler.
.....
.....
Bedr'e yaklaştığı
sırada Cebar'da kervanın müslümanlar tarafından takip edildiğini anlayan Ebû Süfyan, Şam-Bedir-Mekke
hattını değiştirerek Bedir'i solunda bırakacak şekilde Şam-Kızıldeniz sahil şeridine
yöneldi ve bir ân evvel takipten kurtulmak için kervanın sür'atini arttırdı...kervandakilerden bazıları
önce vaziyeti kavrayamadıkları için hem gidiş yolunun değiştirilmesi hem de kaçarcasına gidilmesine
bir mânâ verememişlerdi? Nihayet tehlike kalmadığına; selamet sayılacak bir yere vardıklarına
kanaat getirince Ebu Süfyan bin Harb, hızını kesti ve yanına Kays bin İmr'ül Kays'ı çağırarak:
-Bir tehlike geçirdik. N'olur n'olmaz diyerek Zamzam'ı Mekke'ye yardım getirmesi için yollamıştım.
-Evet ya Hanzala.
-Şimdi böyle bir tehlike kalmadı. Hemen bineğine atla ve Kureyş'i nerede
olursa olsun bul ve tehlikenin geçtiğini haber ver. Vazifen gayet mühimdir. Lüzumsuz yere kan dökülmemeli; çabuk olmalısın.
-Derhal!..
Müşriklere gelen Kays bin İmr'ül Kays, Ebu Süfyan'ın haberini vererek.
-Kervan
emniyettedir. Ebu Süfyan, hiç kimsenin endişeye kapılmamasını ve bu yüzden sefere çıkılmamasını
tenbih etti.
...dediyse de fırsatı bir kere yakalamış olan Ebu Cehil, teklifi reddederek ateşli
bir konuşma ile milleti coşturdu:
-Ey Kureyş! İçimizden çıkan biri, inandıklarımızı,
geleneklerimizi reddederek kendisinin ahir zaman nebîsi olduğunu iddia etti ve Allah tarafından vazifeli olduğunu
söyledi!.. O, bunları söyler ve aramızdan bir takım saf kimseleri müslüman yaparken; biz ne yazık ki gerekli
cesareti göstererek O'na hakettiği cezayı veremedik. Bizim zamanında cezasını veremediğimiz
O insan, bugün elimizden kurtularak Medine'nin başına geçmiş, kervanlarımızı basarak bizi cezalandır-maktadır.
Bu karşımıza çıkan, belki de son fırsattır. Müslümanlar, hergün daha çoğalıyor; her
gün biraz daha kuvvetleniyorlar. Bana kalırsa ölmek var dönmek yok diyorum. Bunları kendim için mi istiyorum? Hayır!
Ebu Cehil Amr bin Hişam, bu fani dünyada her şeyi gördü ve her şeye kavuştu. Benim korkum bütün arap kabilelerinin
müslüman olarak yolumuzdan çıkmaları; nesillerin bozulmasıdır. Eğer; "biz, evlatlarımızın
müslüman olmalarına razıyız" diyorsanız; haydi geri dönelim. "Sen bilirsin" diyorsanız. Ben, "Cenk"
diyorum. Siz ne diyorsunuz ey Kureyş?
-Cenk! Cenk edelim!!!
.....
Ebu Süfyan'a dönüp gelen Kays,
olanları anlattı ve Ebu Cehil'i ikna edemediğini ve bir harbin, adım adım yaklaşmakta olduğunu
söyledi.
Bu haber üzerine Ebu Süfyan hayret edilecek kadar doğru şeyler söyledi:
-Kureyş'e
yazık oldu. Bunlar hep Amr bin Hişam'ın Kureyş hakimi olma ihtirasının zararları...
.....
.....
Diğer taraftan Ahnes bin Ebi Şerif, reis vekili olduğu Zühreoğullarını
harpten caydırmaya uğraşıyordu:
-Bakın kervan kurtuldu. Reisimiz Nevfel'e de zarar gelmedi.
Muhammed'le çarpışmaktan vaz geçin. Çünkü sizin çok yakın bir akrabanız. Biraz sabredin; biraz bekleyin.
Bunda ne ziyanınız olur ki? Şayet O, hakikaten bir Peygamber ise bu sizin için de bir yüce şeref olur.
Eğer Peygamber olmadığı anlaşılırsa zaten başkaları O'nunla harp ederler. Mutlaka
geri dönün. Ebu Cehil'in sözü ile amel edilmez. O kara- kuru, sinir küpü adam, insanın ancak başını derde
sokar.
Beni Zühre kabilesinden birisi sordu:
-Peki nasıl bir çare bulalım?
-Şöyle yaparız,
dedi, Ahnes. Akşam olunca ben kendimi deveden aşağı atarım. Siz "Ahnes'i yılan soktu" diye feryad
eder ve ben olmadan sefere gidemeye-ceğinizi söyler ve geri dönersiniz.
Beni Zühre, Ahnes'in bu zekice buluşu
ile bir felaketten kurtuldu.. Bu kabile ile birlikte onların müttefiki Ubeyye ibni Şerik en-Nakıy da geri döndü.
.....
.....
Kureyş'in bir ordu ile üzerlerine gelmekte olduğunu öğrenen Resulullah
efendimiz, Eshab-ı Kirama buyurdular ki:
-Kervanı mı takip edelim? Gelen düşmanı mı
karşılayalım? Ey eshabım! Siz ne dersiniz; fikriniz nedir?
Bir kısım arkadaşları,
Kureyş kervanının takip edilerek kendilerinin Mekke'de kalan ve düşmanın gasp edip bir türlü vermediği
mal ve mülklerine karşılık onların kervanına el konulması taraftarıydı...bazıları
da düşmanın sayı ve silah üstünlüğünü dile getirdiler.
Hazreti Ebu Bekr ve Hazreti Ömer efendilerimiz,
bu gelenlerin Kureyş'in müslümanlara en fazla düşmanlık besleyenleri olduklarını; mağlup edilmeleri
halinde islâmın önünden mühim engellerin kalkacağını bu sebeble cihad etmenin isabetli olacağını
beyan ettiler.
Mikdat İbni Esved Hazretleri söz aldı:
-Ya Resulallah! Allahü teâlâ, ne emrediyorsa
öyle yapınız. Biz, İsrailoğullarının Peygamberleri Musa aleyhisselama dediği gibi demeyiz.
Malümâliniz olduğu üzre onlar, O büyük Peygambere "ya Musa git Rabbinle beraber düşmanla savaş" demişlerdi.
Biz ise: ey Allah'ın Resulü emrindeyiz! diyoruz.. Canımızı, malımızı; her şeyimizi
Allah ve Resulünün yolunda feda etmeye hazırız. Tâ Habeş diyarına gitsen gideriz. Sana bağlıyız
ve kararını bekliyoruz...öl dersen ölürüz. Bu can nedir ki senin için vermeyelim?
Sevgili Peygamberimiz,
Mikdat Hazretlerinin gönül ferahlatan bu güzel sözlerine çok memnun oldular ve O'na dua ettiler.
.....
Mekkeli
müslümanlar / muhacirler, böyle diyordu.
Ya Medineli müslümanlar / ensar ne diyor?
Ensar, Medine'ye hicret
ettiği takdirde Resulullah'ı canla başla koruyacaklarına dair Akabe'de söz vermişlerdi; ama Medine
dışı için herhangi bir vaadleri yoktu...
Bu sebeple sual buyurdular:
-Eyyühe'n nâs!/Ey insanlar!
Siz ne dersiniz?
Medineli mü'minlerden Sa'd ibni Muaz Hazretleri söz aldı:
-Ya Resulallah! "Ey nas" diyerek
bizleri ayrı ayrı saymadığınıza ve burada Ensar çoğunlukta olduğuna göre mubarek sözünüz
bize olmalı. İşte bütün Ensar hazır; tahmin ediyorum onlar da benim gibi düşünüyorlar.
Ensar,
Sa'd hazretlerini tasdik etti.
-Ya Resulallah biz sana îmân ettik! Nübüvvetini tasdik ettik. Her ne getirdi isen hakdır
ve doğrudur. Seninle Akabe'de sözümüz var. Her nerede olursa olsun her ne pahasına olursa olsun; canımızı
Allah Resulunün uğruna vermeye hazırız. Emrinizin başımız üstünde yeri vardır. "Bir denizin
bir ucundan girip öbür ucundan çıkacağız" desen gözümüzü kırpmadan suya atlarız. Harpte elbette sabredecek
ve en şerefli şekilde dövüşeceğiz. Arzumuz Allah'ın Resulünü sevindirmektir. Allahın rahmeti,
O'nun Resulünün ve yolunda gidenlerin üzerine olsun!..
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, bu sözlere
de çok memnun oldular. Ve Sa'd'e de dua ettiler.
Ve Eshab-ı Kiram'a müjde verdiler:
-Ey eshabım!
Size müjdeler olsun ki Hak teâlâ hazretleri, bana düşmanın iki kafilesinden birini ele geçireceğimizi vâdetti.
Ya Şam'a giden ticaret kervanı veya Kureyş ordusu malı-mülkü ile müslümanların olacaktır.
-İnşallah
ya Rasulallah!
-İnşallah!
-İnşallah.
......
Yola devam ettiler.
Zefiran'ı
takiben Esafir Tepesi, Debbe köyü geçilip Hannan Kum Dağı sağda bırakıldıktan sonra Bedr yakınına
vardılar.
.....
.....
Bedir, bu isimdeki birinin açtığı bir kuyu adı. Kuyu
etrafında zamanla Bedir Köyü kurulmuş. Medine'nin güneybatısında Mekke-Medine-Şam yollarının
kesiştiği bir ortak nokta.
Müslümanlar, dağ yollarını takip ederek Bedr Vadisine ulaştılar.
Anayollardan gelen münkirler ise kum tepesinin arka-sındaki Yelyel Vadisinin Bedr'e en uzak yerine kondular.
Vadi,
ince yumuşak kum içinde; mü'minler, kumlarda bata çıka yürüyebiliyorlar.
Resuller Önderi, muhacirîn ve ensarı
dinledikten sonra açıkça bir şey demedilerse de belliki hava savaş kokuyor...
Allâh'ı inkâr ve
O'nun hak Peygamberini reddedenler, müslümanları imha niyet ve kasdı ile gelirken; mü'minlerin kervan peşine
gitmeleri hem yanlış olur, hem de küffar, bunu "müslümanlar kaçtı" şeklinde yayardı.
Sevgili
Peygamberimiz'in Hicret'ten sonra hakkında bilgi edinmek için zaman zaman Bedr'i sormalarındaki sırrı
eshab, şimdi şimdi anlıyor.
Resullullah, yanına Katade ibni Numan ve Muaz ibni Cebel'i alarak
deve sırtında etrafı dolaştı. Düşman hakkında malumat elde etmek istiyordu...
Süfyan-ı
Zamiri isminde yaşlı bir kimseye rastladılar.
Efendimiz, ihtiyara kendilerini tanıtmadan Kureyş
Ordusunu sordular. Süfyan, duyduklarına dayanarak ordunun Mekke'den çıktığı günü ve şimdi muhtemelen
bulunması gereken yeri bildirdi. Peygamberimiz, dediklerinin isabetini anlamak için Muhammedîler hakkında bildiklerini
de sordu. Medine'den ayrıldıkları tarihi ve şu an bulundukları yeri elifi elifine doğru tahmin
etti...demekki ihtiyarın Kureyş hakkında dedikleri de doğruydu.
.....
Sevgili Peygamberimiz,
Hazreti Ali, Zübeyr bin Avvam ve Sa'd ibni Ebi Vakkas'ın da aralarında olduğu bazı sahabileri çevreyi
tarayarak düşmanın yeri hakkında bilgi toplamaları için gönderdi.
Sahabiler, ayrılmadan onlara
şunu buyurdular:
-Şu karşı küçük tepenin arka eteğindeki kuyu başından bazı
bilgiler toplayacağınızı zannediyorum.
Buraya gelen vazifeli eshab, düşman sakalarını
kuyudan su çekerken buldular. Mü'minleri gören sucuların bazıları develeri ile kaçtılarsa da ikisi yakalandı.
Haccacoğullarının kölesi Eslem ile Âs bin Saidoğullarının kölesi Ariz Ebu Yesâr da yakalananlar
içindeydi. Sahabiler, yakaladıkları sakaları islâm karargâhına doğru getirirken kaçanlar da son sür'at
Kureyş çadırlarına doğru deve koşturuyor-du...ilk yetişen Uceyr oldu. Heyecanla bağırıyordu:
-Nihayet müslümanlar sakalarınıza da saldırdı. Bazı arkadaşlarımız ellerine
düştü. Beni duydunuz mu ey Kureyş?
Bu sırada Kureyş ordusu kızartılmış deve
etleri yemekteydi. Uceyr'i işiten Hâkim bin Hizam yemeği olduğu gibi bırakarak kalktı ve diğer
Kureyş büyüklerine gitti.
CİLT 9
İşte
bütün zamanların en büyük ve en mânâlı savaşı...küfür ve iman orduları, sür'atle birbirinin üstüne
yürüyorlar. İman ordusu, üçyüzbeş kişi iken küfür ordusu, bunun üç katından fazla; dokuzyüzelli kişi...
küfür ordusu, müslümanların sayı azlığına aldanıyor ve bu aldanışın verdiği
emniyetle doludizgin gelmekte...iman ordusu ise yüce Allah'ın kalblerine ilham ettiği muazzam cesaret hissi ile
müşrikleri az gördüklerinden onlar da düşmanın üstüne aynı sür'atle yürümekte...sanki iki dağ, yerlerinden
kopmuş heybetle yekdiğerinin üstüne yürüyor.
...ama; islâm düşmanları, daha harbin başında
zafer sarhoşluğu ve büyük bir dağdağa ile koşarken ilk darbeyi bir mucize ile yediler...onlar, dört
koldan oklar atarak islam ordusuna doğru gelirken; bir ânda ortaya çıkan beklenmedik bir kum fırtınası,
müşriklerle at ve develerinin ağız, burun ve gözlerine doldu...kum, bakır bir leğene çakıl taşı
düşüyormuş gibi ses çıkarıyordu. Küfür cephesi, dehşetli kum fırtınası ile şiddetle
sarsıldı. Ne olduğunu; neye uğradıklarını şaşırmışlardı.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek islam ordusuna hücum emrini verirken düşmana yerden aldıkları
bir avuç kumu savurmuş ve dua etmişlerdi: "Yüzleri kara olsun! Allahım, kâfirlerin kalplerine korku; dizlerine
titreme ver..."
...hepsi hepsi bir avuç bir şeyken şiddetli bir kum dalgası gibi düşmanı
sarsan kumlar; daha doğrusu ahir zaman Resulünün mucizesi, düşmanı ta iliklerine kadar ürpertti. Kalplerini
ilk "acaba" ve ilk korku hisleri yokladı...dizlerinde bir titreme duydular.
......
...dua desteği
ile düşmana fırlatılan bir avuç kumla, umulan bütün fayda elde edilmişti...yalnız o bir avuç kumu
çöl fırtınalarına çeviren; bir atan ve attıran vardı... Peygamberimiz, atmış; Allahü teâlâ
ise attırmıştı; azı çok yapan; azıcık kumu koca bir ordu ile bineklerinin ağzına
burnuna dolduran elbette Allahımızdı. Kur'an-ı Kerim bunu haber veriyor; işte: Sen atmadın;
fakat Allah attı.
Mücahidler, düşmana önce ok attılar; sonra taş yağmuruna tuttular...kum
fırtınası şaşkınlığını henüz atlatan islâm düşmanları, hemen ardından
yeni bir şaşkınlığı yaşadılar; Müslümanlar, onları ta uzaktan taşlarla dövüyorlardı...taşlar,
düşman askerleri ile at ve develerinin başına gülle gibi inmekteydi...
...kalkanları ile zor-güç
korunarak üzerlerine gelmekte olan peygamber ordusuna mızraklarla hücuma geçtiler. Onların mızraklarla saldırmaları
üzerine müminler de mızraklarla savaşa başladı ve bunu amansızca inip kalkan, kılıçlar
takip etti... şimdi ok, kılıç, mızrak sesleri birbirine karışıyordu...ama, müslümanlar,
sadece sayıda değil binek, ok, mızrak, kılıç ve kalkanda da Mekke ordusundan zayıflar. Hatta
zayıf da değil; arada mukayese edilmeyecek kadar fark var...düşman, sayı ve silah üstünlüğüne sahip...mücahidler,
bunlarda gayet zayıflar fakat bir şeyde emsalsiz; benzersiz üstünlüğe malikler. Onlar, imanın en yüksek
noktasındalar...bir tarafta müslümanlığı daha doğduğu ân boğup yok etmek isteyen bir ordu;
bir tarafta Allah askerleri; kahraman mücahidler.
Efendimiz, merkeze ve bütün orduya kumanda ediyorlar...üzerlerindeki
zırhla bellerindeki kılıç, Sa'd bin Ubade radıyallahu anh'ın hediyesi. Sağ cenahın/tarafın
kumandası Zübeyr bin Avvam, sol cenabın/tarafın kumandası Mikdat bin Esved hazretlerinde... İslâm
ordusu, düşman karşısında mübarek bir hilâl güzelliği ile mevzilenmiş... Çarpışma
olanca hızıyla devam ediyor... İslâm sancaktarı Mus'ab ibni Umeyr...düşman sancaktarları ise
Mus'ab radıyallahü anh'ın kardeşi Zürare ibni Umeyr ile Nadr ibni Haris; Talha ibni Talha...
...iki
ordu birbirine girip oklar havada vınlarken ibretli bir şey oldu; Hibbân bin Arika'nın fırlattığı
ok, islâm saflarının ta arka taraflarında bulunan; hatta bu esnada su içmekte olan Harise bin Süraka'yı
buldu...genç sahabi, düşmanla sıcak temasın ilk şehidi oldu...ancak garip olan, düşman okunun, ön
saflardaki sahabileri aşarak Harise radıyallahü anh'ı vurması... demekki ecel gelince insanın safın
önünde veya arkasında olması farketmiyordu... gerek bir arkadaşlarını şehid vermeleri ve gerekse
şehidin ibretli ölüm şekli mücahidleri, daha da gayrete getirdi... "Allah", "Allah" haykırışları
göklere yükseliyor..
Sevgili Peygamberimiz, sallallahü aleyhi ve sellem, tesirli bir konuşma ile islâm askerini
coşturuyorlar:
- Ey eshabım! Sonsuz kuvvet ve kudret sahibi Allah'a yemin ederim ki her kim, bugün düşmandan
yüz çevirmeyip sebat eder ve çarpışa çarpışa şehid olursa; Cenab-ı Hak, onu mükâfaat olarak
elbette cennetine koyacaktır. Bugün şehid olacakları en yüksek cennet; Cennetül Firdevs, hazır olarak
beklemektedir.
Efendimizin bu müjdesini işiten Umeyr bin Humam radıyallahü anh, daha bir aşka geldi:
- Ah ne kadar güzel! Cennetle aramızda bir nefeslik mesafe kalmış...demekki cennete gitmek için bir
düşman kılıcı kâfi...
Umeyr, bunları der demez, düşman saflarını yara yara
ilerlemeye başladı. Bir taraftan kılıç sallıyor bir taraftan da veciz sözler söylüyordu:
-
Allah'a maddi azıklarla değil; ancak razı olacağı işler ve O'nun için cihad ederek gidilir.
Allah korkusu, doğruluk ve iyilikten başka her şey tükenmeye mahkumdur.
Mübarek, sanki kanı ve
kılıcıyla vasiyetini yazıyordu.
......
Ensar'dan Avf bin Haris radıyallahü anh, Sevgili
Peygamberimiz'e koştu:
- Ey Allahın Resulü! Kulun Rabbini hoşnud eden işi nedir?
Efendimiz:
- Bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallamak!
Buyurdular. Bunun üzerine Avf bin Haris, daha çevik
hareket edebilmek için zırhını da çıkartarak yalın kılıç düşmanın arasına
daldı.
......
......
...diğer tarafta şehidlik özlemi ile kavrulan Umeyr hazretleri,
sürekli kılıç darbesi yiyordu...ama kahraman sahabi, aldığı öldürücü yaralara rağmen çarpışıyordu;
ve nihayet aldığı son darbe ile çok özlediği şehidliğe kavuştu ve ruhu cennete kanat çırptı...kılıçla
şehid olan ilk mücahid Umeyr bin Humam radıyallahü anh'dır.
......
Bütün islâm askeri, bu harbin
ne demek olduğunu; ne mânâya geldiğini çok iyi biliyorlardı... Bu sebeple mutlaka kazanmak azmiyle çarpışıyorlardı..ama
ne çarpışma; kendinden geçerek; canını hiçe sayarak yapılan bir cihad..
......
......
Ebu Cehil Amr bin Hişam ise hem savaşıyor; hem de kibirlene kibirlene fazlalığı ile
övünüyordu:
- Ey müslümanlar! Harplerin bu en dehşetli gününde en yaman develer, en seçme atlar; en keskin kılıçlarla
bile benimle başedemezsiniz. İyi bilin ki anam beni bugün için doğurmuş... Bir büyük yangını
bugün söndürecek; inanç ve adetlerimize isyan edenleri, bugün feci cezalara çarptıracağım!!!
Zaferin
Mekke ordusunda olacağına öyle inanmıştı ki...şimdiden onun hayal ve sarhoşluğu içindeydi.
Bu sebeple "anam beni bugün için doğurmuş" diye şiirler söylerken zaten canavarlar gibi saldıran kâfirleri
daha da azdırarak müslümanları bir an evvel imha etmek ve çabucak sonuca gitmek istiyordu.
Azgın kâfirlerden
Âsım bin Ebi Avf da yırtıcı bir hayvan gibi saldırıyor ve bir taraftan da küffarı teşvik
ediyordu:
-Ey Kureyş! Duracak zaman değil! İşte gün bugün! Fırsat bu fırsat! Akrabalık
haklarını hiçe sayan ve milletini böleni affetmeyin. O'na bu harpten sağ kurtulmak nasib olursa bana ölüm nasip
olsun!.
Bu büyük lafı ederken Ebu Dücane hazretleri ile karşılaştılar. Kılıçlar
havada bir iki kere ağız ağıza geldikten sonra mübarek sahabi, ani ve seri bir hamle ile Âsım kâfirini
katletti... Zırhını almaya çalışırken Hazreti Ömer, uzaktan seslendi:
- Ya Eba Dücane
şimdi sırası mı? Zırhla değil düşmanla uğraşacak zaman. Bırak onu!
Zırhı
bırakmıştı ki Mabed bin Vehb'in savurduğu kılıcı yere çökerek zor savuşturdu
ve anında karşılık verdi. Bir bir daha derken geri geri giden kâfir, tökezleyerek bir çukura düştü.
Rakibinin üzerine atlayan Ebu Dücane radıyallahü anh, kafasını kesmek suretiyle bu islâm düşmanının
da canını cehenneme yolladı.
...ancak aynı anda müslümanlar, Sa'd bin Hayseme'yi kaybediyorlardı;
bir kum tepesinin üstünde ve yakıcı güneş altında bir müşrikle Sa'd hazretleri nefes nefese vuruşuyorlardı.
Müşrik'in kafasında miğferi ve altında cins ve çevik bir atı vardı...Sa'd bin Hayseme ise sadece
çıplak bir kılıca malikti. Bu sebeple Sa'd radıyallahü anh, şehadet şerbetini içerek Allah'ın
sonsuz rahmetine kavuştu.
......
Bir mü'mini öldürmenin zevkini yaşayan kâfir, atından inerek
Hazreti Ali'ye meydan okudu..
- Ali bin Ebi Talib gel! Gel şimdi de seninle hesaplaşalım!
Hazreti
Ali, adamı tanımamıştı ama madem ki kaşınıyordu derhal...
-Derhal ey Allah
düşmanı; haydi!..
-Bileğine güveniyorsan durma!..
-Ben bileğime değil o bileği
yaratana güveniyorum ey kâfir! İşte buradayım..
Müşrik, Hazreti Ali'ye doğru gelirken Ali
radıyallahü anh da kendine şöyle sağlamca dövüşebileceği bir zemine bakındı, O'nun böyle
çevresine bakındığını, sağa-sola bir kaç adım attığını gören düşman
askeri sordu:
-Ne o kaçıyor musun yoksa?
-Biz kaçmak ne demektir bilmeyiz. Hamle et ya kâfir!
-Al
öyleyse!
Hazreti Ali, kalkanını siperleyerek sindi. Bir yılan dili kadar keskin kılıç, Ali
radıyallahü anh'ın kalkanına çakılıp kaldı.
Şimdi sıra büyük mücahiddeydi.
"Ya Allah!" diyerek var gücüyle kılıcını savurdu. Müşrik'in zırhı omuzundan göğsüne
doğru bir bez gibi yırtıldı... O demin böbürlenen Allah düşmanı, sapsarı kesilip titredi.
Hazreti Ali, kâfiri öldürdüğünü sandığı dakikada baş ucunda şimşek hızıyla savrulan
bir kılıcın havayı yırttığını gördü ve aynı ânda "al bu hamle de benden!"
Sesini işitti ve sür'atle yere eğildi; çarpıştığı kâfirin kellesi miğferi ile beraber
önüne yuvarlanmıştı. Dinsizin murdar cesedini yere seren Hazreti Hamza radıyallahü anhdı.
......
......
Kureyş ordusu bir taraftan müslümanlara hücum ederken bir taraftan da bir endişeyi yaşıyorlardı.
Ya eski düşmanları Kinane Kabilesi, arkadan saldırır da Kureyş, iki ateş arasında kalırsa!..
Ancak onlar, bu tasada iken Kinane Kabilesinin, başlarında reisleri Müdliczade Süraka ibni Malik ile kendilerine
yardıma geldiklerini sevinçle gördüler. Şimdi cesaret ve kibirleri bir kat daha artmıştı. Hem arkadan
vurulma endişeleri bertaraf olmuş; hem de sayıları çoğalmıştı.
Süraka, daha
yaklaşırken ilerden lafa başladı:
- Ey Kureyş! Sizin düşmanınız, Kinane'nin
de düşmanı. Düşmanımız aynı. Biz, hasım değil dostuz artık. Zaten paylaşamadığımız
ne?..
Ebu Cehil, cevap verdi:
- Ben, hep arkandan demişimdir. Süraka akıllı insandır aslında
ama, bir kere öfke basmış yüreğini. O'nun için yüz vermez bize. Bugün; şimdi düşmanlıklar bitti.
Şimdi Mekke'nin üstüne dostluk güneşi doğuyor. Hele şu yoldan çıkmış ıslah olmazları
tepeleyelim yeni günler açılacak önümüzde Süraka...
- Yâ Eba Cehil! Ey zeki ve kurnaz insan! Ey yaşlı
fakat dinç çınar! Bir bak şu manzaraya: Nerde şu bir avuç silahsız, teçhizatsız müslümanlar, nerde
bizim azametli ordumuz... Coşan sel önünde tutunamayan ağaçlar gibi yıkılacaklar karşımızda,
dize gelecekler.
-Ey söz ustası büyük hatip!.. Mekke 'nin soyluları burada bugün. Kinane'nin asilleri de!..
Muhammedilerin sonu geldi...kırılıp gidecekler önümüzde. Gücümüze güç kattınız. Hoş geldiniz
aramıza.
......
......
......
Kahraman mü'minlerden her biri, en az üç kişi ile
amansız bir mücadele veriyordu.. Silah ve insan sayısındaki büyük fark, bir ara mü'minlere sıkıntı
ve tehlikelerle dolu dakikalar yaşattı. Büyük çilelerin varılmaz sabır kahramanı Sevgili Peygamberimiz,
sallallahü aleyhi ve sellem, dostlar dostu aziz arkadaşı Ebu Bekr radıyallahü anh'la birlikte çadıra geçtiler...
Efendimiz dua ediyorlar; yalvarıyorlar, yalvarıyorlar, yalvarıyorlar...ya; kolları hafif yukarı ve
dirsekler bükülmeden tâ ilerilere doğru uzanarak avuçlar semaya açılıyor; veya o nurlu alın toprağa
değiyor... Savaş bütün harareti ile sürerken Hazreti Ali, bir imkânını bularak üç ayrı kere Resulullah'ı
yoklamak için çadıra geldi ve her seferinde de O'nu alnı secdede Rabbine yalvarırken buldu...
-Ya hayyü,
ya kayyüm!
Süraka ve avanesinin müşriklere yardıma gelmiş olması yetmezmiş gibi Mekke ordusunun
müslümanlarla çarpışmakta olduğunu işiten Kürz ibni Cabir de kabilesi ile düşmana yardım hazırlığına
başladı. Bu kuvvet de müşrik cephesinde yer alacaktı. Eğer, Kureyş kâfirleri, böyle bir yardım
da alırsa müslümanların işi çok zorlaşacaktı.
......
......
Efendimiz, zaman
zaman savaş meydanında zaman zaman çadırdalar. İşte şimdi yine meydanda tarihin en üyük dâvâsını;
islâm dâvâsını omuzlamış kahramanlar kahramanı arkadaşlarının arasındalar. Varlıkları
ve teveccühleri ile onlara kuvvet ve destek oluyorlar.
Dudaklarında hep aynı dua:
- Ya Rab! Eğer
iman ehlinden şu cemaat helâk olursa yeryüzünde sana ibadet edecek kul kalmayacaktır.
......
......
......
Hücum eden mücahidlerin Allah Allah sadaları, vurulan veya öldürülen kâfirlerin bağırtıları,
isabet alan atların acı acı kişnemeleri, öldürücü bir darbe yiyen mü'minlerin kelimei şahadet getirmesi,
vınlayan oklar, çarpışan kılıçlar, kalkana çarpan kılıçların çıkardığı
sesler, kırılan kemik sesleri, devrilen at veya develer, bağrışmalar, teke tek çarpışanlar;
meydan okuyanlar, atların tepelediği insanlar...bir meydan muharebesi ki kıran kırana.
Hazreti
Ali, Hazreti Ömer, Hazreti Hamza, Hazreti Zübeyr bin Avvam, Hazreti Sa'd bin Ebi Vakkas, Hazreti Abdullah bin Cahş, Hazreti
Ukaşe bin Muhsin, Hazreti Ammar bin Yasir, Hazreti Ebu Ubeyde bin Cerrah, Hazreti Sa'd bin Muaz ...kısacası
bütün muhacirin ve bütün ensar arslanlar gibi dövüşüyorlar...
......
Sevgili Peygamberimiz, yine çadıra;
yani karargâh merkezine girdiler. Yanlarında yine aziz ve sadık arkadaşları Ebu Bekr radıyallahü
anh. Yine iki rekatlık bir namazdan sonra diz üstüler; yine kolları tâ ilerilere uzanmış, avuçları
gökyüzüne bakıyor:
- Ya Rabbi bana vaadettiğin zaferi lutfeyle..
Allahü teâlâ'dan yardım ve
zafer istiyorlar...tekrar, tekrar, tekrar yorulmadan istiyorlar...kollarını öylesine öne ve yukarı uzatmışlar
ki mübarek koltukları görünüyor ve omuzlarındaki örtü usulca sıyrılarak yere yığılıyor...
Hazreti Ebu Bekr, örtüyü Efendimizin omuzlarına koyduktan sonra istirham ediyorlar:
- Ey Allah'ın Resulü!
Kendini bu kadar yorup yıpratma. Sana elbette imdadı ilahi gelir.. Lütfen üzülme. Senin üzülmen, hepimizi üzer.
Resulullah, o gün ümmeti için havf/korku makamında; Hazreti Ebu Bekr ise reca/ümid makamında idiler... Efendimizin
kendini yoracak kadar duayla meşgul olmasının sebebi eshabı kiramda kalb kuvveti hasıl olması
içindi. Zira eshabı kiram, aleyhimürrıdvan, efendilerimiz Resulullahın, indi ilahide duasının red
olmayacağına iman ettiklerinden O'nu duada görmeleri ilahi yardımın geleceğine ve zaferin müslümanlarda
olacağına dair ümid ve kanaatlerini takviye ediyordu.
Peygamber Efendimiz, Ebu Bekr'in bu talebini duanın
kabulüne işaret saydılar ve devam etmediler. Çünkü Hazreti Ebu Bekr radıyallahü anh, sözünü tam bir ihlasla
söylemişti. Allah'ın Resulü duanın kabul olduğunu buradan anladılar...kendilerini hafif bir uyku
bastırdı...az zaman sonra Sevgili Peygamberimiz; göz nurumuz ve kalb dermanımız; iman teminatımız,
sallallahü aleyhi ve sellem, neş'e ve tebessümle gözlerini açtılar ve bir haberi müjdelediler.
-Müjde ya
Eba Bekr! Rabbim, meleklerini yardıma gönderdi, haberini verdiler.
......
......
......
Ebu
Cehil ve diğer Kureyş reislerinin Süraka ibni Malik ve Kinane Kabilesi zannettikleri İblis ve şeytanlardan
başkası değildi...bunlar küfür ordusuna yardıma gelmişlerdi. İblis ve şeytanların
yardıma gelmeleri yetmezmiş gibi şimdi Kürz ibni Cabir de bir alay insanla Kureyş'e yardım hazırlığına
başlamıştı...bunlar olurken diğer tarafta Habibullah, Hak teâlâ'dan vaad ettiği nusreti ihsan
etmesi için yana yakıla yalvarıyor ve "Ya Rab! Eğer iman ehlinden şu cemaat helak olursa yeryüzünde sana
ibadet edecek kul kalmayacaktır" diye inliyordu.
Allahü teâlâ'nın, kâinâtı yüzüsuyu hürmetine yarattığı
son ve en büyük peygamberin duasını kabul etmemesi mümkün mü? Nitekim yüce Allah, meleklere mü'minlerin yardımına
koşmalarını, kendileri ile beraber olduğunu emir buyurdu. Hasımla nasıl savaşılacağını;
öldürücü kılıç darbelerinin boyun ve mafsallara vurulacağını da yüce Allah öğretmişti.
Zira meleklerin bu konuda tecrübeleri yoktu.
Cebrail, Mikail ve İsrafil aleyhisselamlar, alaca atlara binmiş
diğer meleklerle beraber ayrı ayrı ânlarda yeryüzüne süzülmeye başladılar. Her büyük melek ve yanındakiler
aniden kopan bir rüzgâr ve görünmez kılıç şakırtıları ile iniyorlardı...
Bu sırada
Bedir vadisine bakan bir tepeden savaşı seyreden ve yenilen tarafın mallarından bir şeyler almak
için bekleyen Gıfaroğullarından iki amca çocuğu, yanlarından ard arda üç kere şiddetli rüzgarın
esmesi ve toz duman arasından sesler, kılıç şakırtıları gelmesi ve ilkinde "ileri ya Hayzum
haydi!" Diye bir de haykırış duymaları üzerine birinin korkudan ödü patladı; öbürü feci şekilde
korktu.
"Hayzum", Cebrail aleyhisselamın atının ismiydi ve ona komut veren de Cebrail idi...
Gökten
yere doğru adeta nurdan bir yol üzerinde meleklerin atları ile akması Hakim bin Hizam'ın gözüne göründü.
Görünmesi ile müşrik saflarının arka sıralarında bulunan Hakim'in çarpılmışa dönmesi
bir oldu. Aklı Kureyş'le müslümanlar arasında bir çıkmaza girmişti. Çareyi kaçmakta buldu. Gizlene
saklana kendini Mekke'ye attı.
Cebrail aleyhisselam mü'min saflarının önünde, İsrafil aleyhisselam
ve maiyetindeki melekler, Meymene'de ve Mikail aleyhisselam ve yanındaki melekler de Meysere'de yer aldılar. Melekler,
insan şeklindeydi; mü'minlere görünüyorlardı. Bir bölükteki meleklerin başlarında kızıl nur,
bir bölükteki meleklerin başında yeşil nur, bir bölükteki meleklerin başında sarı nur vardı...
atlarının alınlarına perçem sarkıyordu. Meleklerin bazıları savaşan mücahidlere yardım
ediyor; bazıları da orada hazır bulunmaları ile müminlere mânen destek oluyorlardı.
İblis,
Haris bin Hişamla el ele tutuşmuş vaziyette müşrik saflarını dolaşarak Kureyş askerlerini
müslümanlara karşı galeyana getirirken Cebrail aleyhisselamın geldiğini görür görmez sür'atle Haris'in
elini bırakarak şeytanlarla birlikte kaçar adımlarla uzaklaşıp kayboldu. Cebrail aleyhisselama yakalanıp
rezil olmaktan korktuğu için sırra kadem basıyordu.
...ama müşrikler, hakikkaten gafil oldukları
için köpürdüler:
- Ya Eba Cehil gördün mü Süraka'yı? Nasıl kaçıp gitti. Hiç Süraka bin Malik bize yardım
eder mi?
- Sen de ne diller döktün O'na ya Eba Cehil! Bayağı da inanmıştık artık dost
olacağına hani..
- Ahmaklık etmeyin! Sürakayı; Kinane Kabilesini yeni mi tanıyorsunuz. Maksadım
okşayıcı laflarla oyalayıp meşgul etmekti. Yoksa biz O'nun ne desteğine ne dostluğuna muhtacız.
Arkadan kalleşçe saldırmasına mani olmak istemiştim...bunu anlayamadınız mı yoksa?
-
Şimdi n'olacak peki?
- Düşmanın müttefiki olduğu anlaşılıyor. Müslümanların
işini bitirdikten sonra onları Kudeyd'de yakalarız zannediyorum. O zaman Sürakayı da emrindekileri de
elimizden kim kurtaracak bakalım!...
- Belki de Muhammediler kurtarır.
- Hadi hadi, eğlenecek
zaman değil. Bir tek müslüman sağ kalmayacak! Hepsini imha edeceğiz ki atalar yolundan çıkmaya bir daha
kimse teşebbüs etmesin!... Vurun haydi; saldırın, vurun!!! Merhamet etmeyin vurun!!!
......
......
Peygamberimizle Hazreti Ebu Bekr, çadırın dışına çıktılar. Efendimiz, müminlerin
de baş ve göğüslerine tuğ ve nişan takmalarını emrettiler. Bunun üzerine Hazreti Hamza göğsüne
deve kuşu kanadı, Hazreti Ali, atların alınlarından sarkan perçemlerden bir beyaz tuğ yaptılar...
Zübeyr bin Avvam başına sarı, Ebu Dücane kırmızı, Ukbe bin Amr ise yeşil bir bez bağladılar.
Müminler, meleklerin yardıma geldiğini görünce coştular. Üzerlerine gelen düşman selini yarmaya
çalışıyorlardı. Melekler "dayanın; korkmayın düşman zayıf; Allah sizinle!" Diye mücahidlerin
kalbine kuvvet veriyorlardı. Daha kılıçlarını savururken kâfirleri vurmaya başladılar.
Buna mücahidlerin kendileri bile şaşırıyorlardı. Meselâ Ebu Davud Mazini radıyallahü anh, kaçan
bir müşrikin peşine düştü ve kâfire doğru yaradana sığınarak müthiş bir kılıç
savurdu...kılıcın kâfire ulaşıp ulaşmadığı belli olmadan adamın kellesi
uçtu. Mübarek sahabi bir ân için onu bir başkasının öldürdüğünü sanmıştı. Halbuki melekler
yardım ediyordu. Sehl bin Huneyf radıyallahü anh, da benzeri bir çok hadisenin şahidi oldu.
Müminler,
Peygamber Efendimizin duası, Allahü teâlanın himmeti ve meleklerin desteği ile bir ara müşrikler karşısında
içine düştükleri sıkıntılı vaziyeti atlatmayı başardılar...
Artık kâfirler
kırıp geçiriliyor, esirler alınıyor, mallara ganimet olarak el konuyordu. Müminlerin bir kısmı
savaşıyor, bir kısmı ganimet malları bekliyor, bazıları da Resulullahın çadırı
etrafında muhafızlık yapıyordu...
Ve bir mucize daha:
Sevgili Peygamberimiz, henüz iki
ordu karşılaşmadan Bedir meydanını gezerken hangi kâfirin nerede vurulup düşeceğini haber
vermişse; o bahtsız, gerçekten bir mücahid kılıcı ile Efendimizin elini toprağa koyarak işaret
ettikleri yere vurulup yıkılıyordu.
Müminler, ancak iman uğruna katlanılacak büyük fedakârlıklar
içindeydiler. Ebu Seleme radıyallahü anh, kendi kabilesi olan mahzum oğullarına karşı; Ebu Huzeyfe
radıyallahü anh, babası Utbe ve kardeşi Velid'e karşı savaşıyordu. Ama en ağır
fedakârlığı Ebu Ubeyde bin Cerrah radıyallahü anh, gösterdi...küfür cephesinde yer alarak müslümanlara
karşı vuruşan babası karşısına çıkınca gözünü bile kırpmadan işini
bitirdi.
Bazı kahraman müminler de iki ellerinde iki kılıçla dövüşmek gibi görülmemiş ve
gayet zor bir işi başarıyorlardı. Meselâ Hazreti Hamza; meselâ Mâbed bin Vehb radıyallahü anhüma.
Bazı yiğitler de yaya iken bir atlı kadar canlı, çevik ve ataktı...iki elde kılıç veya
bir binekten mahrum olduğu halde binekliymiş gibi çarpışmak şüphesiz ki ancak Bedr kahramanlarına
layık bir üstün meziyet. Hem kırılmakla tükenmeyen; azan saldırılar, hem sıcak iklim şartları
ve bu şartlarda böyle bir üstün savaş çizgisi...bu imkânsızlık ancak O'nun sallallahü aleyhi ve sellem
mucizesi ile izah edilebilir.
...ve bir başka mucize daha; yerden, derinlerden gelen davul sesleri düşmana
hücum nevbeti vuruyor ki bu sesler, muharebe boyunca, sonrasında ve yıllarca Bedr'de işitilecektir.
......
Çarpışma ilk başladığı sırada küfür ordusunun şımarıklarından
Nevfel bin Huveylid, müşrikleri türlü cerbezeli sözlerle müslümanlar üzerine sevkediyordu. Zalimin bu gaddarlığı
Efendimizin ağırına gitti:
- Allahım Nevfel bin Huveylid'i sana havale ediyorum. O'nun layıkını
sen ver!..
......
Ve layıkını buldu:
...işte bir mümin; Cebbar bir Sahr, Nevfel
bin Huveylid'i esir almış süre süre götürüyor. Hazreti Ali, onları gördü. Aynı ânda da esir, Ali kerremallahü
vecheh'i gördü...gördü ve iliklerine kadar titredi. Çünkü bu islâm kahramanının kendilerine doğru gelişi
hiç de hoşuna gitmemişti:
- Ya Cebbar kim bu gelen?
- Ali bin Ebi Talib.
- Bu adam, beni
öldürmeye geliyor!
Hazreti Ali, yanlarına varır varmaz seri bir hareketle kılıcını savurdu.
Nevfel'e hızla inen kılıç, korunması üzerine kalkanına saplandı; yüksek sahabi aynı hızla
kılıcı çekti ve Nevfel'in bacaklarına vurdu ve yere yıkılan kâfirin kafasını kopardı...şimdi
Allah düşmanı başsız kalan bir horoz gibi debeleniyordu.
Hazreti Ali karargâha; Resul aleyhisselamın
yanına geldiğinde iki Cihan Serveri ortaya sordular:
- Nevfel bin Huveylid hakkında malumatı olan
var mı?
- O'nun işini hallettik ya Resulallah!
- Allahü ekber! Allahü teâlâ, duamı kabul etti...ancak
her kim Abbas, Talib, Akîl, Nevfel'den biri ile karşılaşırsa onu öldürmeyip esir etsin. Çünkü bunlar Bedr'e
zorla getirildiler.
- Başüstüne ey Allahın Resulü! Emredersiniz.
......
...yine hızla
arkadaşlarının yanına çarpışmak için koşan Peygamber damadı mübarek sahabi, Âs bin
Said'i gördü. Aldığı yaraların acısı ve can havliyle uluya uluya toprağı tırnaklıyordu.
Ali radıyallahü anh, bir kılıç darbesi ile bu kâfirin de canını layık olduğu yere yolladı.
Öğlene yakın saatlerde çarpışma tam bir ölüm-kalım savaşı halini almıştı.
İki taraf da kazanmak için var gücü ile kavga ediyordu...müminler, şehid veriyor; küffar, ebedi felâkete sürükleniyordu...derken
Ebül Yeser radıyallahü anh, Kureyş Bayraktarlarından Ebu Aziz bin Umeyr'i esir aldı.
Şimdi
Kureyş'in istiklâl timsali bayrak, adi bir bez parçası gibi müslümanların ayakları altında ve bayraktarları
da elleri arkasından bağlı olarak esirleriydi. Hadise müşrikleri adeta çarptı. Zaten Mekke reisleri
de birer birer katlediliyordu...düşmanın şaşkınlığı giderek artmaktaydı... Nasıl
olur; şu bir avuç insan, neredeyse silahsız oldukları halde karşılarında nasıl tutunabilir;
nasıl dayanabilir; kendileri ile nasıl dişe diş mücadele Verebilirlerdi? Ne var ki manzara, eşit
mücadele şeklini de aşmış; müslümanlar hakimiyeti ellerine almaya başlamışlardı...
Bu sebeple bir tedbir olarak o gün liderleri ve başkumandanları olan Ebu Cehil Amr bin Hişam'ı gizlemeye
başladılar; ama aynı zamanda cephelerinde de fire vermeye başladılar: Halid bin Âlem ismindeki kâfir
bir yolunu bulup firar etti. O'nu sırasını düşürdükçe başkaları takip etti. Küffar, ard arda
esirler veriyor. Adamları ard arda ölüyordu. Düşmanda şaşkınlık son haddindeydi. Mahzumoğulları,
aralarından değişik kimseleri Ebu Cehil gibi giydirerek hedef şaşırtmak istediler fakat yine
kaybeden kendileri oldu. Hazreti Hamza bunlardan Ebu Kays, Hazreti Ali de Abdullah bin Münzir'i Ebu Cehil'in gözü önünde katlettiler...
Ebu Cehil, homurdanıyordu:
- Aksilik, Süraka ve adamlarının firarı ile başladı.
Onların firarı korkakları daha da adileştirdi. Ben bilirim Sürakaya ne yapacağımı! Hele
bir Mekkeye döneyim o zaman görecek harpten kaçmak neymiş. O kaçınca bizim ödlekler de bir bir çözüldü..
-
Ya Eba Cehil hani Kürz ibni Cabir de gelmedi?
- Gelmez tabii. Kurnaz adam şu vaziyette ölmeye mi gelsin.
Evet;
hakimiyetin islâm ordusuna geçtiğini haber alan Kürz, Kureyş'e yardıma gelmekten vazgeçmişti...
......
......
......
Ukbe bin Ebi Muayt, Hicretten evvel Mekke'de Sevgili Peygamberimiz'e işkence yapan
en taşkın kâfirlerden biriydi. Hicret üzerine fahri kâinat aleyhine bir manzume yazmıştı.
Hicret
edince Mekke'den
Kurtulduğunu sanma!
Ey Kusva'nın suvarisi
Rüzgârdan hızlı atımla
Tez zamanda olacağım karşında
Mızrağıma kanınla su verecek
Kılıcımla
vuracağım boynuna...
Efendimiz bu mısraları işitince:
- Allahım Ukbeyi ağzı
üzerine yere çal!
Diye dua ettiler..
İşte meydanı boş bulduğunda uluorta atıp
tutan bu zalim; Kureyş ordusu Bedir'de gerilemeye başlayınca kaçmaya ilk davrananlardan biri oldu...ama bindiği
at, hırçınlaşarak o'nu üstünden attı. Ağzı üzerine yere çakılmıştı. Abdullah
bin Seleme, yetişerek esir aldı ve esirlerin toplandığı yere götürerek muhafızlara teslim etti...
Kahramanların en büyüğü aziz mücahidler, muhacir veya ensardan şehid verdikçe yürekleri kor ateşler
gibi yanıyor; azimleri artıyor; her kâfirin katlinde şevkleniyorlardı.. Hatta bazan kılıçlar
bile o yiğitlere yetmiyordu... Ükkâşe bin Mıhsan, her sahabi gibi döne döne, vura vura, düşmanın
üstüne gide gide dövüşüyordu. Ükkâşe hazretleri, bütün hançeresi ile "Allahü Ekber!" diye bir sayha kopararak kılıcını
savurdu. Simâk bin Hareşle'nin kellesi havada helezonlar çizerek toza toprağa bulandı ama.. mübarek sahabinin
kılıcı da kabzaya yakın yerden "çınn" diye koptu. O heyecanla koşulacak yere koştu:
-
Ya Resulallah kılıçsız kaldım!..
...diğer her mücahid gibi yapış yapış
terler ve kan içindeydi... bu kanlar ya kendi yaralarından akıyordu; veya bir şehidi alıp arka saflara
taşırken bulaşıyordu veya bir islâm düşmanından sıçrıyordu...
Sevgili Peygamberimiz,
yerden bir hurma dalı alarak büyük muharibe uzattılar:
- Bununla devam et...
Ükkâşe bin Mıhsan
radıyallahü anh, dalı kaptığı gibi cepheye koştu...'bir hurma çubuğu ile zırhlı
ve kılıçlı düşmana karşı ne yapabilirim' fikri beyninin en dip hücresinden bile geçmedi.. Karşısına
çıkan ilk kâfire tâ ciğerlerinden kopup gelen bir derin ihlasla "Bismillah!" diyerek elindeki hurma dalı ile
hamle yaptı... o ân sevgili Peygamberimizin büyük bir mucizesi gerçekleşti. Ükkâşe hazretlerinin düşmana
savurduğu hurma dalı, daha havada iken uzun, parlak ve sırtı sağlam keskin bir kılıca dönüştü
ve kâfiri cansız yere serdi.. Ükkaşe radıyallahü anh "El'avn" ismini verdiği bu kılıçla bütün
gazalara iştirak etti..
Ubeyde bin Said ise gözleri hariç başdan ayağa zırh içinde olduğu
halde atının üstünde övünüp duruyordu. Zübeyr bin Avvamla karşılaştı. Büyük mücahid, yaradana
sığınıp öyle bir nişan aldı ki mızrağı kâfirin gözüne isabet ettirdi ve O'nu
attan bir demir külçesi gibi yere yuvarladı; kâfir ölmüştü. Zübeyr radıyallahü anh, ayağıyla düşmanın
kafasına basarak mızrağı ancak çekip çıkarabildi.
Bütün eshab, şu ân aynı ulvi
gaye için yaşıyor veya ölüyordu: İlayı kelimetullah...bu sebeple destanların anlatmaya yetmeyeceği
bir kahramanlıkla vuruşuyorlardı... Hazreti Ali, Hazreti Hamza, Ebu Dücane, Ammar bin Yasir, Zübeyr bin Avvam,
Bilâl-i Habeşî, Abdurrahman bin Avf, Suheyb bin Sinan, Abdullah bin Seleme, Zeyd bin Harise, Numan bin Asr, Ebu Huzeyfe,
Ubeyde bin Haris, Sabit bin Ciz, Mücezzer bin Ziyad, Muaz bin Amr, Hazreti Ömer, Yezid bin Abdullah, Harice bin Zeyd, Said
bin Rebi, Ma'n bin Adiy, Numan bin Malik, Yezid bin Rukayş, Ebu Bürde bin Niyar, Ebül Yeser, Muaz bin Afra, Muavvez bin
Afra, Harice bin Zeyd, Hubeyb bin Yesar, Huseyn bin Haris, Osman bin Mazun, Halid bin Bükeyr, İlyas bin Mükeyr, Sa'd
bin Ebi Vakkas, Malik bin Rebia, Abdullah bin Seleme...ve diğerleri karşılarına çıkan kâfirleri cansız
yere seriyorlardı.
Mücahidler, kâfirlerden bazısını da canlı olarak yakalayıp esir ediyorlardı.
Aslında müşrikler zor ânlarında kılıçtan kurtulup esir olmayı artık cana minnet bilmeye
başlamışlardı...ancak müminler, bu adamlardan neler çekmemişlerdi ki! Bu sebeple Resulullah'ın
karargâh muhafızlarından Sa'd bin Muaz, bir kâfir esir alınarak müslümanların eline geçtiğinde "ah
keşke öldürülseydi" diye içten içe hayıflanıyordu.. Sevgili Peygamberimiz sual buyurdular:
- Ya Sa'd
halinde bir hoşnudsuzluk görüyorum.
- Evet ya Resulallah. Keşke elimize düşen her kâfiri katletsek!
Esir olmakla canlarını kurtarıyorlar...
...tabii az da olsa müminler de kayıp; daha güzel söyleyişi
ile şehid veriyorlardı...mesela düşmana "bilekleri yoruluncaya kadar kılıç sallayan" Avf bin Haris
radıyallahü anh Ebu Cehil tarafından şehid edilmişti. Henüz onaltı yaşında olduğu
için sefere kabul edilmeyen; bunun üzerine Peygamberimiz'den yalvararak izin alan Umeyr bin Ebi Vakkas da genç bir kartal
gibi kanının son damlasına kadar vuruşmuş ve nihayet Amr bin Abdi Ved tarafından şehid
edilmişdi, radıyallahü anh.
......
Meşhur Kureyş reislerinden Tuayme, Safvan bin Beyza
radıyallahü anh'ı şehid etti; fakat Safvan hazretlerinin kanı yerde kalmadı. Hazreti Hamza radıyallahü
anh da mübarek kılıcı ile kâfirin işini bitirdi. Ebu Cehil'in kardeşi Âs bin Hişam'ı ise
Hazreti Ömer ile Yezid bin Abdullah hazretleri katlettiler. Kureyşin en mühim reislerinden bir de Ümeyye bin Halef vardı.
Hazreti Bilâl'in efendisi yaşlı ve şişman adam. Bilâl radıyallahü anh'ı Allah'a ve Resulüne
imandan vazgeçirmek için tandır üzerindeki sac gibi yakıcı kumlar üzerine yatırıp ağır
kaya parçalarını göğsüne koyan; ağzında tükrüğün zerresi bile kalmadığı halde
bir damla su vermeyen; boynuna ip takıp çocukların eline verdikten sonra Mekke sokaklarında seyirlik bir mahluk
olarak gezdiren ve "ehad / Allah bir" dedikçe işkenceyi arttıran taş kalbli zalim... Bu zalim, yaşlılık
ve şişmanlığını korkaklığına maske yapmak istemiş ve fakat Ebu Cehil şirretinin
ağır tahrikleri yüzünden istemeye istemeye harbe dahil olmuştu... Yüce Allah, O'nu harbe dahil etmişti;
çünkü başına gelecekler vardı. Bu adam ve oğlu Ali, harbin sonuna kadar dayandılar...ama ümidleri
kalmayınca can tasası ile her ikisi de eskiden dostları olan Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh'a iltica
ettiler...
...fakat tam o sırada Bilâl-i Habeşî radıyallahü anh'ın gözüne çarptılar. Peygamber
müezzini o güzel sesi ile bağırdı:
- Ey Allah askerleri! İşte kefere ve fecerenin reisi Ümeyye
bin Halef burada! İslâmın şeref ve izzeti için onu öldürünüz!!..
Muaz bin Harisle ensardan bazıları
yetişip kılıçları ile bu islâm düşmanını ortadan kaldırdılar. Oğlu Ali'yi
ise büyük ve çilekeş mümin Ammar bin Yasir katletti. Ali, o ân kulakları sağır eden korkunç bir çığlık
kopardı. Ki işitenler birân dona kaldılar.
Savaş devam ediyor; fakat küfür ordusu ölü ve esir
verdikçe yeisten kahroluyordu...
O meydan okuyan; Mekkeli muhacirleri âsi sayan; Medineli ensarı basit çiftçiler
diye hor görenler, arkası arkasına anlı-şanlı arkadaşlarını kaybedince kara ruhlarında
korku fırtınaları savrulmaya başladı. Bir kaç saat öncesine kadar kendilerinde kıyas kabul etmez
üstünlükte görenler, şimdi 'nasıl yapar da ağır bir hezimet'ten kurtuluruz' diye düşünüyorlardı...halbuki
şu meydana ne hayaller ve ne şekilde gelmişlerdi? Hesaplarına göre müslümanların önde gelenleri cezalandırılacak;
diğerleri de elleri arkalarına bağlanarak süre süre esir pazarına götürülecekti...müşrikler ise hiç
kimsenin burnu bile kanamadan geri döneceklerdi... Ebu Cehil, bu kahredici hesaplaşmayla kendi kendisini yiyip bitirirken
asıl, müminler, O'nun işini bitirmek için fırsat kolluyorlardı. Bu meydanda her kâfiri devirmek her mümin
için dünya durdukça devam edecek bir ulu şerefti ama; şereflerin en büyüğü küfrün lideri Ebu Cehil'i öldürmekti.
Fakat bazı ensar O'nu tanımıyordu.
......
Bu sebeple Bedr'e yedi civanını birden
gönderen o yiğit ana Afra Hatun'un çocukları Muaz bin Haris'le Muavvez bin Haris bu ölüm kalım anında
Abdurrahman bin Avf'a yaklaştılar:
- Amca! Ebu Cehil'i tanıyor musun?
- Niçin sordunuz?
-
O'nunla görülecek hesabımız var.
Abdurrahman bin Avf radıyallahü anh güldü:
- Her müslümanın
o'nunla görülecek hesabı var.
- Doğru ama bizim Rabbimize verilmiş sözümüz var. Ya onu katledecek veya
bu uğurda öleceğiz.
- Bakın ta şu ileride kalabalığın etrafını çevirdiği
at üstündeki yetmişlik kara kuru adam.
İki genç gösterilen hedefe doğru hızla atıldılar...
Hazreti Abdurrahman çok duygulandı:
- Allahım henüz hayatlarının baharında olan bu gençleri
umduklarına nail eyle.
İki kardeş kalabalığın ortasına daldı. Kılıçlar,
inip kalkıyor; çarpışan çeliklerden ürpertici çınlamalar yükseliyor; bunlara insanların "ah vuruldum"
feryatları ile at kişnemeleri katılıyordu. Onlar Ebu Cehil'e vurdukça muhafızlar ve Ebu Cehil de
genç müminleri öldürmeye çalışıyorlardı. Mel'un kâfire bir iki darbe de Muaz bin Amr indirdi. Zalim, öldürücü
yara almıştı. Ancak, Ebu Cehl'in oğlu İkrime Muaz bin Haris'i kolundan ağır şekilde
yaraladı. Aynı anda Ebu Cehil de Muavvez'i şehid etti. Muaz hazretleri, kardeşinin şahadetine aldırış
etmeden dehşetli mücadelesine devam ediyordu. Ve sonunda etrafındaki koruyuculara rağmen Ebu Cehil'e son darbeyi
vurarak çığlıklarla yere yuvarladı...
......
......
...düşman hattı,
bütün cephelerde çöktü ve panik ve kargaşa ile ric'at/geri çekilme başladı. İslam saflarının
hilâl şeklindeki iki ucu kapanarak düşmanın bir kısmını esir aldılarsa da çoğunluk
ne ağırlıkları varsa arkada bırakarak sür'atle Bedr'i terkediyorlardı... Mücahidler, başta
Resulullah olmak üzere düşmanı bir müddet takip ettiler. Hatta Sevgili Peygamberimiz, atını Hazreti Ali'ye
verdi; büyük kahraman, bozulmuş orduyu bir müfreze ile takip etti ama düşman, düğüne gider gibi geldiği
Bedr'i şimdi kahredici bir ruh hali ile kaçarak terkediyordu. Hazreti Ali ve yanındakiler arkalarına bile bakmadan
uzaklaşan küfür ordusunu biraz daha takip ettilerse de toz duman içinde Mekke'ye doğru ufukta eriyip kaybolan müşrikleri
takipten vazgeçerek geri döndüler...
...kaçan düşmanın harp sahasından tamamen atılması ile
nihai zafer kazanılmış ve islâm sancağı, kıyamete kadar bir daha inmemek üzere yükselmişti.
......
......
......
Alabildiğine bir düzlük ve çöl. Uzakta sıra dağlar. Masmavi
bir gök; güneş tam tepede. Yerde telef olmuş veya yaralı at ve develer, ve kara suratlı kâfir ölüleri...yalvararak
inleyen, hayatlarının bağışlanmasını isteyen, "su, bir damla su" diye sayıklayan kâfir
yaralıları ...beride hasretinde olduğu rütbeye kavuşmanın tarifsiz huzurunu yaşayan nur ve gül
yüzlü şehidlerimiz. O bilmediğimiz hayatta bilmediğimiz nimetlere kavuşmuş bu mes'ud şehidlerin
yüzlerinde derin bahtiyarlık tebessümleri...sarı çöl; kanlar içinde şehid ve ölüler ve kanlarda şavkıyan
güneş hüzmeleri. Derinlerde dâvullarla zafer gümbürtüleri. Meleklerin öldürdüğü ölüler boyun ve eklemlerindeki siyahlıklardan
hemen tanınıyorlar.
......
Eshabı Kiram ile müşrikleri takipten karargâha dönen Sevgili
Peygamberimiz, süal buyurdular:
- Ebu Cehil'den bir haber var mı? Ölü mü, yaralı mı, kaçtı mı?
Muaz radıyallahü anh:
- Ebu Cehili merhum kardeşim Muavvaz ile birlikte öldürdük ya Resulallah...
Hazreti Ömer, hayret etti:
- Bir yanlışlık olmasın! Biz Ali bin Ebi Talib ile O'nu öldürmüştük.
Hazreti Muaz:
- Hayır Hayır! Hatta O'nu katlederken Muavvez'i de kaybettik.
Ensar'dan Abdullah
ibni Mes'ud, söz aldı:
- Ya Resulallah müsaade ederseniz meydanı bir gezeyim, ölü veya yaralı olup
olmadığını şimdi öğreniriz.
Efendimiz izin verdiler.
İşte, biraz evvel
insan, deve, at, ok, gürz, kalkan ve kılıç seslerinin birbirine karıştığı meydan...O velvelenin,
o gulgulenin yerini şimdi derin bir sessizlik almıştı. Abdullah ibni Mes'ud, çöle serilmiş ölü ve
yaralıları tek tek yokladıktan sonra aradığı şahsı buldu. Evet; Ebu Cehil Amr bin
Hişam; Kureyş kabilesinin bu mühim siması, müşriklerin lideri işte âciz bir şekilde can çekişiyordu.
Aziz sahabi, bir ayağı ile islâmın amansız düşmanı baş kâfirin göğsüne bastı
ve eliyle sakalından tutarak sarstı:
- Heyy! Sen Ebu Cehil değil misin?
- Evet; ben Ebu Cehilim.
Ama sen o yüksek yerde ne arıyorsun ey koyun çobanı! Unutma ki çıktığın yer yalçın bir
dağdan daha sarptır.
- Ey mel'un! Cehennemi boylamak üzeresin ama hâlâ kibir nutukları atıyorsun.
- Keşke o göğse Yesribli bir köylü değil de bir Mekke'li çıksaydı.
- Hâlâ mı
büyüklenme?
- Zafer hangi tarafta?
- Elhamdülillah ki müslümanların.
- Yaa! Demek öyle!... Git
Muhammed'e deki: Bugüne kadar O'na düşmandım. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!
Abdullah ibni Mes'ud'un cevabı, ayağı altında zelil ve hakir bir şekilde acılar çeken
korkunç kâfirin yüzüne kırbaç gibi indi:
- Alçak! Kafanı keseceğim senin! Hem de yıllarca belinde
gururla taşıdığın şu kendi kılıcınla keseceğim!
- Bari omuzuma yakın
yerden kes ki başım heybetli görünsün.
- Zebaniler heybet neymiş şimdi gösterirler sana kibir
putu! Al bakalım!!!!
Mübarek sahabi, bir hamlede Ebu Cehil'in kafasını gövdesinden ayırdı.
Murdar vücut, kafası koparılan bir horoz gibi bir-iki çırpınıp debelendikten sonra kaskatı kesildi.
Yıllarca Allah Resulü ile eshabına olmadık eziyetler çektiren koca zalim, dünyadan yıkılıp gitmişti.
Hem de ne ibretle! Kendini beğenmiş ve mağrur Ebu Cehil, ayağa kalktığında ancak oturan
bir babayiğidin yüksekliği kadar boyu olan Abdullah ibni Mes'ud'un ayağı altında şerefsiz bir
şekilde ve kendi kılıcı ile ...
Aziz sahabi, Ebu Cehl'in zırhını, kılıcını
ve bir ipe takarak sürüte sürüte getirdiği kafasını İki Cihan Sultanının mübarek ayakları
dibine bıraktı...kafa kan, toz topraktan tanınmaz haldeydi.
- Ya Resulallah! İşte Allah düşmanı
Ebu Cehlin başı!..
- La ilahe illallah! Ey Abdullah ibni Mes'ud! Bunun Amr bin Hişam'ın başı
olduğuna dair kendisinden gayrı ilâh olmayan Allah'a yemin eder misin!..
- Evet ya Resulallah! Kendisinden
gayrı ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki mübarek ayaklarınız dibindeki bu baş Ebu Cehil'e aittir.
Sevgili
Peygamberimiz azgın bir şakînin islâm yolundan çekilmiş olmasından dolayı memnun oldular; iki rek'at
şükür namazı kıldıktan sonra sonsuz hamdlere layık olana yöneldiler:
- Allah'a hamd-ü senalar
olsun ki kuluna yardım etti; dinini üstün kıldı, buyurdu ve devam etti, Allahım vaadini yerine getirdin;
hakkımdaki nimetini tamamla...
...ve İbni Mes'ud ve bir kısım eshabla beraber Ebu Cehlin cesedinin
bulunduğu yere gittiler.
Amansız islam düşmanının ölüsü üzerine gelince:
- Ebu Cehil,
bu ümmetin fir'avnı idi, dediler ve seslendiler:
- Ey Allah düşmanı! Allah'a hamdolsun ki seni zelil
ve hakir etti.
......
......
Böylece savaş, öğlen sıralarında müslümanların
mutlak zaferi ile noktalanmıştı.
Efendimiz tekrar karargâha döndüler ve şehidlerin, ölülerin,
yaralıların, esirlerin ve ganimet mallarının tesbitini emrettiler.
Cebrail aleyhisselâm ve diğer
melekler izin isteyerek gittiler.
......
......
Müslümanlar, Bedr meydanında büyük islâm davası
uğruna ondört şehid vermişlerdi. Bu ondört kişinin altısı muhacirinden sekizi ensardan idi...
Şehid muhacirler:
Mihca, Ubeyde bin Haris, Züşşimaleyn bin Abdi Amr, Akıl bin Bükeyr,
Safvan bin Beyza ve onaltı yaşındaki gencecik Umeyr bin Ebi Vakkas.
Şehid Ensar:
Hârise
bin Süraka, Sa'd bin Hayseme, Mübeşşir bin Abdülmünzir, Umeyr bin Hümam, Rafi bin Mualla ve analar anası Afra
hatun radıyallahü anha'nın goncaları Yezîd bin Haris, Avf bin Haris, Muavvez bin Haris.
...aziz şehidler
al kanlı elbiseleri ile yan yana dizilmişlerdi. Yüzlerine sanki pembecik pembecik cennet gülleri yansıyordu;
ferah, aydınlık, huzurlu rahmetullahi aleyhim ecmain.
Kâinatın Sultanı, mübarek şehidlerin
önünde durdular. Sahabiler de arkada safa geçtiler. Az evvel omuz omuza savaştıkları arkadaşlarının
şimdi cenaze namazını kılıyorlar. Efendimiz tekbirler getiriyor; cemaat tekrarlıyor...
Namazdan
sonra yan yana ondört cennet bahçesi açıldı ve aziz naaşlar toprağa emanet edildiler... Onlar ne bahtiyar
insanlar ki islâmiyet uğruna en kıymetli varlıklarını; canlarını verdiler. Cenaze namazlarını
Allahın Resulü ve Allahın yeryüzündeki arslanları kıldılar... Onlar ne seçilmiş insanlar ki
vasıfları Bakara suresi yüzelli dördüncü ayeti ile anlatıldı: Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyiniz.
Hayır, diridirler. Fakat siz farkında olmazsınız...
......
Tabiatiyle bir çok da yaralı
mücahid mevcuttu. Meselâ Zübeyr bin Avvam radıyallahü anh. Hayli yarası vardı; ama en derini boynundakiydi.
Bu yaraya parmak rahatlıkla girebiliyordu.
......
......
Ensar'dan Harise bin Süraka'nın
Bedr'de genç yaşta hayatını kaybettiği haberi Medineye annesi Rubeyde Hatun'a gelince yiğit ananın
tavrı merak mevzuu oldu. Acaba ölüm haberi, cahiliyet döneminde olduğu gibi O'na saç baş yoldurup hüngür hüngür
göz yaşı döktürecek miydi? Soylu ana dedi ki:
- Benden cahiliyet zamanının alışkanlıklarını
beklemeyin. Şimdi evlat kaybetmenin acısını kalbime gömüyorum. Resulullahın avdetini bekleyeceğim.
Şayet Harise şehid olarak cennetlik olmuşsa elbetteki gözümden tek damla yaş sızmayacak; şükür
secdesine varacağım. Ama ruhunu imansız olarak teslim etmişse; bu gözlerin şu dünyayı görmesine
artık lüzum kalmaz. O zaman kanlı göz yaşları ile ağlayacağım.
......
......
İman ordusunun ondört kaybına karşılık, küfür ordusu yirmidördü Kureyş reislerinden
olmak üzere yetmiş ölü ve ayrıca yetmiş de esir vermişlerdi. Müslümanların eline geçen ganimet ise
yüzelli deve, otuz at, çok miktarda kırmızı kadife, kılıç, ok, mızrak, yay, gürz gibi savaş
aletleri, ev eşyası, elbise ve benzeri şeylerdi.. Ganimet Emirliğine Abdullah bin Ka'b tayin edildi. Yetmiş
müşrikten onaltısını Ali rahmetullahi teâlâ aleyh hazretleri, öldürdü. Beş kişinin de öldürülmesinde
diğer eshaba yardım etti. Beş kişiyi Hazreti Hamza radıyallahü teâlâ anh öldürdü. Dört müşriki
de Ammar bin Yasir rahmetullahi teala aleyh katletti. Ammar bin Yasir anne ve babası ile ilk imana gelenlerden. Bu sebeple
küfrün ilk azgın dalgaları bunlara; ilklere çarptı... Çok işkence gördüler. Annesi Sümeyye Hatun işkence
altında iken "İslamdan dön!" baskılarına "hayır!" dediği için Ebu Cehil tarafından süngü
ile vurularak hunharca şehid edilmişti..ilk şehidimiz bir anne; evlâdlar, annelerden çoğalır. Sanki
Sümeyye radıyallahü anha sonraki şehidlere manevi anne oldu da asırlar boyu çoğaldılar; çoğalacaklar.
......
Hazreti Ebu Bekr'in oğlu Abdurrahman ise kılıçtan kurtulmuştu. Şimdi kılıçtan;
günü gelince de eshabdan olarak cehennemden...
......
Büyük kumandan Sevgili Peygamberimiz Kureyş reislerinden
yirmidört ölünün Kalib denilen taşla örülü kör kuyulardan birine atılmasını emrettiler. Sürüterek çeke
çeke kuyuya ilk atılan koca gövdeli Utbe bin Rebia oldu. Efendimiz, Ebu Huzeyfe'nin yüzüne baktılar. Babasının
berbat akıbeti O'nu sarartmıştı. Halbuki Ebu Huzeyfe, O'nun hep imana geleceğini bekliyordu. Müşrikler,
bir bir kuyuya dolduruldular. Umeyye bin Halefse zırhının içinde şişmişti. Zırhtan çıkartılmaya
çalışılınca etleri dağılmaya başladı. Bu sebeple o'nu olduğu yerde bırakarak
üstüne taş-toprak yığıldı.
...İslâmiyeti yok etmek için saldıranların kendileri
yokolmuştu... Sevgili Peygamberimizle Hazreti Ebu Bekr, koca kâfirler, kuyuya atılırken savaş alanını
geziyorlardı. Peygamberimiz, sürekli hamd ediyorlar: "Allah'a hamdolsun ki bana olan vaadini yerine getirdi"..
......
......
Harp artığı müşrikler, Mekke'ye vardıklarında Sürakayı az kalsın
parçalayacaklardı:
- Ya Süraka başımıza gelenler hep senin yüzünden!
- Ne! Benim yüzümden
mi? Ben ne yapmışım ki!
- Daha ne yapacaksın? Eğer savaş meydanından kaçmasaydın
Mekke ordusu bozguna uğramayacaktı.
- Kim? Ben mi?
Kalabalık Sürakayı bunaltıyordu.
- Elbette sen!
- Emin olun ki ben Bedr'e gelmedim. Hatta sizin gittiğinizi bile nice zaman sonra işittim.
Süraka şeklinde görünenin iblis; diğerlerinin de şaytanlar olduğunu nasıl bilebilsinlerdi?
......
......
İslâm ordusu, Bedr'de savaştan sonra üç gün daha kaldı.
Sevgili
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, son gece ay ışığının çölü gündüz gibi aydınlattığı
bir sırada müşriklerin atıldığı kuyuya doğru yürüdüler. Eshab da peşinden yürüdü.
Fakat, Allah Resulü'nün nereye gittiğini tahmin edemediler... Merakları, Efendimizin, müşrik ölülerinin dolu
olduğu kuyu başına gelmesine kadar devam etti. ...kuyudaki ölüleri tek tek, isim isim sayarak hitap buyuruyorlar:
- Ey Ebu Cehil Amr bin Hişam! Ey Utbe bin Rebia! Ey Şeybe bin Rebia! Ey Nevfel bin Huveylid! Ey Huzeyfe
bin Ebi Huzeyfe... Siz, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavimdiniz. Siz beni yalanladınız; başkaları
doğruladı. Siz beni evimden ve yurdumdan ettiniz; başkaları bana destek oldular. Siz benimle savaştınız;
başkaları beni size karşı korudu. Siz Rabbinizin size vâd etmiş olduğu azaba kavuştunuz
mu? Ben, Rabbimin bana vaad ettiği yardım ve zafere kavuştum!
Eshabı kiram, Sevgili peygamberimizi
hayretle takip ediyorlardı. Zira böyle bir hadiseyi ilk defa yaşıyorlardı. Hazreti Ömer sordu:
-
Ya Resulallah! Ruhsuz cesetlere, kokmuş leşlere mi sesleniyorsunuz?
Peygamberimiz, arkadaşlarına
dönerek buyurdular ki:
- Muhammed'in varlığı kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki benim söylediklerimi
siz onlardan daha iyi işitici değilsiniz! Ancak onlar cevap veremezler.
Eshab, iliklerine kadar ürperdi..
Bu ne müthiş hakikatti böyle?
......
......
Üçüncü gün olunca develerini istediler; yol ihtiyaçları
deveye yüklendi. Hareket emrini verdiler.
...ordu derhal ve kısa zamanda hazırlandı. Bu üç gün içinde
yaralar sarılmış yorgunluklar atılmıştı. Aslında müslümanlar, zafer sevinciyle yorgunluk
ve yaraların farkında bile değillerdi... Onlar; o yüksek kahramanlar, İslâm nimetinin külfetini işkenceler,
zulümler, hakaretler görerek veya bu uğurda hayatlarını vererek ödediler... Vazifeli eshabın muhafazası
altında olan müşrik esirlerini Hazreti Hamza, sıkı sıkıya ve kaçmalarına mani olacak şekilde
bağladı.
Ordu, Useyl'e doğru hareket etti..."ah keşki Medine'ye geldikleri gibi yine eksiksiz
dönebilselerdi." Ama bu mümkün mü? 'Hiç bir dâvâ yoktur ki şehidi ve çok üzüleni olmasın'. İşte dünya
durdukca duracak olan hakikat. İslâm dini ise dâvâların en mukaddesi. Bedr'e kadar çok üzüntüler yaşandı;
çok üzülenler oldu. Bedr'de ise bu dâvâ şehidlerini de verdi.
Eshabı kiram, şehidliğin önünde
dualarını okuyup uzaklaşırken kalblerini yine de aziz arkadaşlarının ayrılık
alevi şöyle bir kavurup geçiverdi.
......
Useyl, hayli uzun bir vadi. Vadi ortalandığında
akşam olmak üzereydi. Efendimizin emriyle gecenin burada geçirilmesi kararlaştırıldı. Akşam
namazı kılıp, bir şeyler yendiğinde vakit yatsıyı bulmuştu. Sevgili Peygamberimiz,
- Bu gece bizi kim bekleyecek? Diye sual buyurdular. Birisi karanlıkta ayağa kalktı. Şanlı
Peygamber O'na:
- Sen kimsin, dediler.
- Zekvan bin Abdikays ya Resulallah!
- Otur, buyurdular.
Peygamberimiz,
suali tekrarladılar:
- Bu gece bizi kim bekleyecek?
Bu defa başka birisi, ayağa kalktı.
Efendimiz ona:
- Sen kimsin? Dediler.
- Abdi Kaysın oğluyum.
- Sen de otur.
Üçüncü
bir şahıs kalktı. Resulullah ona da sordular:
- Sen kimsin?
- Ebu Seb, ya Resulallah...
Bir
mikdar durduktan sonra Resulullah efendimiz:
- Üçünüz birden ayağa kalkınız, emrini verdiler.
Sadece
Zekvan bin Abdikays ayağa kalktı. Peygamberimiz:
- Diğerleri nerede? Buyurdular.
Zekvan radıyallahü
anh:
- Ya Resulallah her üç suale de cevap veren bendim, dedi..
Efendimiz, Zekvan hazretlerinin, bu hizmet
etme aşkına çok memnun oldular ve hayır duada bulundular:
- Allah da seni muhafaza etsin.
...o
gece Zekvan radıyallahü anh'dan gayrı daha başka müslümanlar da nöbet tuttular. Bunlardan biri de Ebu Katade
radıyallahü anh'dır. Efendimiz, sabahleyin bu mübarek sahabiye de dua ettiler.
- Allahım! Bu gece Ebu
Katade, senin Resulünü koruduğu gibi sen de O'nu koru.
......
Useyl'de ordu istirahate çekildi... Uzakta
gece böcekleri sonu gelmez bir telaşın içindeler. Yakında nöbetçilerin ayak sesleri ve dertli esir iniltileri.
Ay yükselmiş ve etrafı halelenmiş halde. Yıldızlar cıvıl cıvıl. Mücahidler, derin
bir uykudalar...fakat hassas ve ince kalbli mübarek Peygamberin mübarek gözleri uykuyu kabul etmiyor. Herkes uykudayken Resulullah
uyuyamıyor. Böylece hayli zaman geçmişti ki Sevgili Peygamberimizin uyuyamadığı nöbetçilerden birinin
dikkatini çekti:
- Anam-babam sana feda olsun ey Allahın Resulü. Niçin uyumuyorsunuz?
- Abbas inliyor...
Hazreti Ömer, sıkı şekilde bağladığı için Abbas bin Abdülmuttalib, derinden derine
inliyordu. Nöbetçi, hemen esirlerin arasına gitti ve Abbasın bağlarını gevşetti. Bu nöbetçi
biraz sonra yine Resulullahın yakınından geçerken sordular:
- Abbasın sesi neden kesildi?
-
Bağlarını gevşettim ya Resulallah...
- Öyleyse diğer esirlerin de bağlarını
gevşetin, buyurdular...
...Ve ondan sonra uyuyabildiler.
......
Useyl'den hareket edilmeden evvel
esirler Resulullah'a takdim edildi.
Nerede büyüklenip duran; Peygamber'e savaş açan cengaverler? Şimdi şu
yüksek huzurda başları önlerinde suçlu suçlu bekleşenler o yiğitler mi?
Esirler'den biri de Abbas.
O iri-yarı, güçlü-kuvvetli Abbas'ı zayıf ufak-tefek bir mücahid yakalamıştı. Bazı kimseler
meraklarını yenemeyip sordular:
- Ya Abbas seni esir alan yarı cüssende, ona nasıl yakalandın?
- O zayıf adam, üstüme gelirken bana Handeme dağ gibi göründü.
Eşsiz sabır timsali aziz
Peygamber, Nadr bin Haris zalimini görünce O'nu uzun uzun süzdüler... Nadr, Allah'ın nuru ile dolu bu nazardan son derece
rahatsız oldu ve yanındaki diğer esire fısıldadı:
- Beni öldürtecek. Bakışlarından
bunu sezdim. Evet beni öldürtecek, dedi ve Mus'ab bin Umeyr'i aracı koymak istedi:
- Ey Mus'ab! Senle akraba
olduğumuzu unutma! Bana farklı muamele yapılmasın. Diğer esirlere nasıl muamele edilirse bana
da aynı muamele yapılsın. Peygamberin, beni öldürme kararında. Buna mani ol!..
Hazreti Mus'ab
cevap verdi:
- Akraba olmamızın sen kâfir kaldıkça hiç bir kıymeti yoktur. Bana nasıl iltimas
teklif edersin? Bugün merhamet dilendiğin Peygambere de O'nun dinine de hakaretler eden sen değil miydin ey korkak?!
Can derdine düşen ödlek kâfir, Hazreti Umeyr'i duymak istemiyordu.
- Diğer esirlere eman verilirse
bu hak bana da tanınmalı...
- O hükmü Allah ve Resulü verir.
...ve hüküm verildi:
Sevgili
Peygamberimiz, yiğitler yiğidi hazreti Ali'ye emrettiler:
- Vur şunun boynunu!
Derhal habisin
kafası gövdesinden ayrıldı. Nadr bin Haris, Hazreti Mıkdat'ın esiri idi. Mıkdat radıyallahü
anh bu netice ile ileride fidye alma şansını kaybetmiş oluyordu. Olsun ne çıkarki bundan! En yüksek
Nebi'nin bereketli duası olduktan sonra:
- Allahım! Mıkdat'ı fazlı kereminle zengin et...
......
Ertesi gün ikindi namazını müteakiben Useyl terk edilerek yola çıkıldı.
Medine'ye
doğru yürüyüş devam ediyor.
Safra Boğazı geçildi. Seyer adlı kum tepesinde dalları ile
çevreyi kucaklayan ulu bir ağacın altında konakladılar...
......
Enfal suresinin kırkbirinci
ayeti ile Peygamberimizin ganimet mallardan beşte bir hisse alabilmesine izin verilmişti:
- Biliniz ki,
kâfirlerden ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin muhakkak beşte biri Allah içindir.
O da Resule ve O'nun akrabasına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir; eğer siz Allah'a iman
etmiş ve o hak ile batılın ayrıldığı Bedr günü, o iki ordunun birbiriyle çarpıştığı
gün kulumuza (Hazreti Peygambere) indirdiğimiz âyetlere iman etmişseniz. Allah, her şeye kadirdir.
...Yüce
Allah, peygamberine önceki Nebi ve Resullerden farklı olarak düşmandan zorla alınan ganimet maldan hisse alma
imtiyazı veriyordu. Ki Sevgili Peygamberimiz, öbür Peygamberlere göre kendisine tanınan beş farklı mazhariyeti
şöyle sıralıyorlar:
- Bana düşmanın kalbine korku salma kaabiliyeti verildi, bütün yeryüzü
benim için mescid kılındı; bana sözün bütün imkân ve kudretini kendinde toplayan Kur'an verildi; ganimet malı
bana helâl kılındı; bana şefaat makamı verildi ki bu beş şey benden önceki Peygamberlere
verilmemişti.
...kılıçla kazanılan mallar, bu ağacın serin gölgesinde harbe iştirak
eden bütün kahraman mücahidlere, mübarek şehid evladlarına ve aralarında Hazreti Osman radıyallahü anh'ın
da olduğu Bedr'den izinli sekiz sahabiye taksim ediliyor... Kahraman Peygamber, Ebu Cehl'in devesini kumandan hakkı/safiy
olarak kendileri aldılar. Ve Hudeybiye Umresine kadar bu deve ile gazalara çıktılar. Ganimet bölüştürülürken
Münebbih bin Haccac'a ait olan Zülfikâr ismindeki kılıç da Sevgili Peygamberimizin payına düştü. Efendimiz,
bu meşhur kılıcı zaferde büyük emeği olan Hazreti Ali radıyallahü anh'a hediye ettiler. Böylece
harbe bizzat iştirak edenler, karargâhta nöbet tutanlar ve ganimet malları bekleyenlerin tamamına pay verildi.
Sa'd bin Ebi Vakkas radıyallahü anh arz etti:
- Ya Resulallah! Kuvvetlilere de, zayıflara da ganimet dağıtmaktasınız...
Efendimizin buyurdukları dünya durdukça bir altın kaide olarak pırıldayacak:
- Zaferiniz
zayıfların duası bereketiyle değil mi?
......
Esirler için o âna kadar vahiy gelmediğinden
Resulullah eshabı ile istişare ederek bir karara varmayı arzu buyurdular:
- Ya Eba Bekr esirleri ne
yapalım?
Diğer sahabiler dikkat kesildiler.
- Ey Allahın Nebisi. Bunlar en nihayet bizim akrabamız.
Bize kurtulmak için fidye ödesinler, derim. Alacağımız fidye ile biz kuvvetleneceğiz; onlar zayıflayacaklar.
Bakarsınız zamanla onlar da hidayete kavuşurlar.
Efendimiz, Hazreti Ömer'e sordular:
- Ya Ömer
sen ne dersin? Fikrin nedir?
- Ya Resulallah; ben, Ebu Bekr'le aynı fikirde değilim... Esirleri öldürelim.
Düşmandan fidye kabul etmeyelim. Hatta akrabam olanların boynunu vurmam için bana; Abbas'ın boynunu vurmak
için kardeşi Hamza'ya, Akîl'in boynunu vurmak için kardeşi Ali'ye lütfen müsaade buyurunuz. Böylece islâm düşmanlarına
karşı ne kadar kararlı olduğumuz herkes tarafından anlaşılmış olur.
Allahın
Resulü, bir zaman sükût edip bir şey söylemedikten sonra, bazı insanların yumuşak; bazı insanların
sert tabiatlı olduklarını ifade buyurdular ve Ebu Bekr radıyallahü anhın halinin, İbrahim aleyhisselâm
ile İsa aleyhisselâm; Ömer radıyallahü anh'ın halinin ise Nuh ve Musa aleyhisselâmlara benzediğini anlattılar
ve devam buyurdular:
- Esirlerden fidye alınacaktır.
O esnada Abdullah ibni Mes'ud heyecanlanarak
söze karıştı:
- Sehl bin Beyza bu karardan istisna edilmelidir. Çünkü o müslümandır. Ben müslüman
olduğuna şahidim.
Sevgili peygamberimiz söze susarak karşılık verdiler. Abdullah ibni Mes'ud,
ânında hatasını farkederek bin pişman oldu. Ne yapmıştı? Bu nasıl konuşmaydı
öyle. O kadar korktu; Resulullah'ı incitmiş olma ihtimalinden öyle sıkıldı ki gökten üzerine taş
yağmasından endişe etti... Neyse ki merhamet Sultanı da:
- Evet; Sehl bin Beyza hariç.
Buyurdular
da Abdullah ibni Mes'ud azıcık nefes alabildi. Sehl bin Beyza, gerçekten Mekke'de iken imana gelmişti. Ancak
bunu müşriklerden saklıyordu. Bedr'e kendisini zorla getirmişlerdi. O da göstermelik dövüşmüş ve
bir ân evvel esir olmuştu.
Esirlerden Süheyl bin Amr bir punduna getirip kaçtıysa da en kısa zamanda
yakalandı. Süheyl, Kureyşin iyi hatiplerindendi. Üst dudağı yarıktı. Sevgili Peygamberimiz aleyhinde
konuşmalar yapardı. Hazreti Ömer radıyallahü anh dedi ki:
- Ya Resulallah lütfen müsaade ediniz şunun
iki üst dişini sökeyim de bir daha hiç bir yerde sizi karalamasın.
- Ya Ömer! Bu esirin dişlerini söktürmem
demek O'na işkence yapmam demektir. Eğer böyle bir şey yaparsam Allahü teâlâ da bana işkence eder. Belki
gün gelir Süheyl, beğeneceğin işler de yapar. O, bir gün öyle bir makamda bulunacak ki sen O'nu o yerde öveceksin.
......
......
Bedr'de ve yol boyunca muzaffer müslümanlar, yüksek bir sevinç yaşarken Medine'dekiler
merak içindeydi. Sevgili peygamberimiz, Üseyl'de iken Medine'ye manevi evladı Zeyd bin Harise ile Abdullah bin Revaha'yı
haberci olarak gönderdiler. Zeyd bin Harise'ye kendi develeri Kusva'yı vermişlerdi. Abdullah bin Revaha da başka
bir deveye binmişti. Haberciler, Medine dışındaki Akik mevkine gelince herkesi haberdar etmek maksadıyla
birbirlerinden ayrılarak şehre iki ayrı yönden girdiler. Abdullah bin Revaha devesinin üzerinden seslendi:
- Ey Ensar müjdeler olsun! Resulullah sağ ve selamette! Ebu Cehil, Zem'a bin Esved, Umeyye bin Halef ve daha
nice müşrik ya öldürüldü veya esir alındı. Sevinin! Allahü teâlâ, müslümanlara zafer ihsan etti. Mekke kâfirleri
perişan oldular. Kaçabilenler kendilerini şanslı saydı...
Âsım bin Adiy, Abdullah bin Revaha'ya
dediklerini bir kere daha doğrulatmak istedi. Bu ne muazzam haberdi böyle?
- Doğru mu bu dediklerin ya Abdullah
bin Revaha?
- Vallahi doğru söylüyorum. Nitekim Resulullah da esirler de yoldalar. Geldiklerinde hakikati bizzat
öğreneceksiniz.
Çocuklar, habercinin etrafını sarmış o ne diyorsa aynısını
tekrarlayarak sevinç gösterileri yapıyorlardı.
...şehrin diğer mahallelerinde de Zeyd bin Harise
Kusva'nın üzerinden aynı haberi veriyordu. Haberi işiten güya müslüman; dışı müslüman içi kâfir
münafıklar, kulaklarına inanamadılar. Mekke'nin o kadar namlı reisi daha ilk çarpışmada müslümanlar
tarafından nasıl öldürülebilirdi! Hayır bu haber doğru olamazdı. Münafıklar gerek Zeyd'in oğlu
Üsame bin Zeyd'e ve gerekse Medine valisi Lübabe'ye şunu söylüyorlardı:
- Hayır! Zeyd ne dediğini
bilemiyor! Eğer haberi sahih olsa niçin Kusva ile gelmiş olsun? Belli ki Peygamber öldürülmüş; o da üzüntüsünden
böyle konuşuyor. Belki Ali ve başka kimseler de öldürüldü.
Ebu Lübabe:
- Hayır! Ey iki yüzlüler!
Diye bağırdı. Yalan söylüyorsunuz. İslâm ordusu bu zaferi kazandı. Zeyd doğru söylüyor.
Vali,
çıkışı tam zamanında yapmıştı. Yoksa bir çok kimsenin zihni bulanmaya başlıyordu.
Bu sebeple Zeyd radıyallahü anh'ın oğlu Üsame bin Zeyd, babasından haberi bir kere daha ve hararetle sordu:
- Baba! Bu münafıklar yalan söylüyor değil mi? Gerçek senin ve Ebu Lûbabenin dediği gibi değil
mi; fevkalede bir hal yok değil mi?
- Fevkalâde bir hal olmaz olur mu oğlum! Allah düşmanlarının
sırtı yere geldi. Varolma veya yokolma kavgasını Rabbimizin inayeti ile ümmeti Muhammed kazandı.
Üsame, zihnini çelmeye çalışan münafıka koştu:
- Ey gerçek yüzü ortaya çıkan sahtekâr!
Peygamberimiz gelince senin kelleni vurduracağım!
Her münafık gibi o da sıkıyı görünce
derhal yön değiştirdi:
- Canım nereden bilirim. Herkes öyle diyordu. Ben de doğru sandım.
......
......
Zafer haberinin Medine'ye ulaştığında; çocukların habercilerin
etrafında sevinç çığlıkları attığında; müminlerin yüzlerinde huzur aydınlıkları
dolaştığında; münafıkların bu huzura, bu neş'eye, bu aydınlığa şüpheler
düşürmeye çalıştığında; şehrin dışında; az ilerisinde Hazreti Osman radıyallahü
anh'ın da aralarında olduğu bir başka cemaat bir başka işle meşguldü; evet onlar bir defin
işiyle meşguldüler. Çünkü Sevgili Peygamberimizin kızlarından; Hazreti Osman'la nikâhlanması vahiyle
bildirilmiş olan Rukayye radıyallahü anha o gün henüz yirmiiki yaşında iken dünyasını değiştirmişti...
Merhumeyi Ümmü Eymen annemiz yıkadı. Cenaze namazını ise bizzat kocası Hazreti Osman kıldırdı.
Baki kabristanında toprağa verildi; Sevgili Peygamberimizin çilekeş ve sevgili kızı, babacığı
muharebede olduğu için son bir defa görüşemeden; fakat O'nun zafer haberinin Medine'ye geldiği gün ebediyet
yurduna geçiyordu.
Peygamberimiz, bir zafar kazanmış; fakat aynı zamanda bir evlad kaybetmişti.
En yüksek sevinçle en derin keder, aynı kalbde aynı zamanda buluşuyordu.
......
......
Irkızzubya'ya
varıldı. Ordu bir mikdar da burada konakladı.
Irkızzubya arkada bırakılırken Resulullah
efendimiz Âsım bin Sabit radıyallahü anha:
- Ya Âsım! Ukbe bin Ebi Muaytin boynunu vur! Emrini verdiler.
Ukbe, küstahlaştı.
- Bu kadar esir içinden niçin ben seçiliyorum?
- Sen Allah'a ve Resulüne
şiddetle düşmansın!
- Herkese nasıl davranırsan bana da öyle muamele et! Herkesi öldürürsen
beni de öldür; herkesi serbest bırakırsan beni de bırak; herkesten fidye alırsan ben de ödeyeyim!!!
-
Ey Ukbe! Allah'ı, Resulünü ve kitabını inkâr eden ve O Resule olmadık işkenceleri reva gören senden
daha azgın bir islam düşmanı var mı?
Bütün zalimler, zulüm imkânları kalmayınca sefil
mahluklar olurlar. Şerefsiz, haysiyetsiz, beş paralık.
İslâmiyeti yaydığı için
ahir zaman Nebisi'nin yakasına yapışıp boğmaya çalışan, evinin önünü kirleten, namazda
secdeye gitmişken omuzuna pis deve işkembesi koyan Ukbe bin Ebi Muayt, atından yere suratı üzerine yere
çakıldığından beri merhamet sömürüsü yapıyor:
- Ya Muhammed sen beni öldürtürsen çocuklarım
n'olacak!
- Ya Âsım! Vur şunun boynunu!
...güneşte parlayan kılıç, yuvalarından
fırlayacak gibi korku ile açılan gözler ve bir imansızın tozlara bulanan kafası...
......
......
Medine'ye zafer habercilerinin gönderilmesinden bir gün sonra Peygamberimiz, esir muhafızlarının
başına kölesi Şakran'ı kumandan tayin ederek Medine'ye yolladı...ne ibretli hadise! Kendilerini düne
kadar asilzâde gören insanlar, şimdi bir kölenin emrinde ahalisini çiftçi diye aşağı gördükleri bir şehre
elleri arkadan bağlı olduğu halde sürülerek götürülüyorlar. Esirler, hem yol alıyor hem de bir hayretin
cevabını bulmaya çalışıyorlardı. Müminler, niçin onları dövüp sövmüyor; niçin kırbaçlar
sırtlarına inip kalkmıyordu? Şunu birbirlerine itiraf etmekten geri kalmadılar: "Şu vaziyette
yerlerimiz değişmiş olsaydı; biz onların en az yarısını yollarda kırbaçlayarak
öldürürdük.
......
......
......
Küfür ordusu, Bedr'e müslümanlar üzerine sefere çıkınca
geride kalan müşrik gençleri her gece Zi Tuva'da toplanarak kahramanlık şiirleri okuyor, destanlar söylüyor,
menkıbeler naklediyor ve müslümanları kötülüyorlardı...gençler, her gece yaktıkları ateşin etrafında
sarhoş oluncaya kadar içiyor ve bekledikleri zaferi şimdiden kutluyorlardı. Yükselen alev gölgeleri yüzlerinde
oynaşırken; onların kopardığı kahkaha çığlıkları, öğürtü ve böğürtüler,
gecenin sessizliğini dalgalandırıyordu...ama bir gece meçhul bir sesle titrediler. Bu sesin sahibi kimdi; ses
nereden gelmişti, nasıl işitmişlerdi? Anlayamadılar. Delikanlılarını taş gibi
donduran, çivi gibi yerlerine mıhlayan, kadehleri ellerine yapıştıran bu dehşetli ses, müşrikleri
kötülüyor ve hezimete uğrayacaklarını; boşu boşuna zafer hulyalarına kapıldıklarını
ihtar ediyordu...öyle korktular ki içlerinde bu korku yüzünden hastalananlar bile oldu.. Ertesi gün, Mekke, gençlerin anlattığı
belirsiz sesin esrarı ile şaşkınken Haysuman bin Abdullah çıkageldi...duvarların gölgeli serinliğine
kaçmış halk, Haysuman'ı görünce yeni bir haberin ümidi ile canlandılar...
- İşte savaşın
ta ortasından gelen biri... Durun hiç muamma çözmeye uğraşmayın! Şimdi her şeyi öğreniriz.
Haysuman yaklaşırken yaşlılardan biri seslendi:
- Yaklaş ya bahadır! Zaferden
haber ver bize! Siz orda düşmanı cezalandırırken biz burada hasretiz tebşirinize!
...devesinden
bitkince inen Haysuman bir taşın üstüne çöküverdi...
- Sen ne diyorsun ey ihtiyar? Bırakın şimdi
bu kırık dökük manzumelerle güpegündüz zafer rüyaları görmeyi!
- Asıl sen ne diyorsun ya Haysuman?
Ne rüyası? Ordudan haber ver lafı ağzında geveleme çabuk...
- Ordu!... Hıh, Ordu!... olmayan
şeyin neyini haber vereyim size... Ordu-mordu kalmadı. Bir avuç âsiye yenildi
CİLT 11
...aslında
Uhud Gazası'ndan da kazançlı çıkan mü'minler oldu. Çünkü:
1-Bu harbi Kureyş müşrikleri çıkartmışlardı.
Bedr'in intikamını almak ve başta Sevgili Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem olmak üzere müslümanları
öldürmek gibi son derece iddialı bir gaye ile Uhud'a gelen düşman, bu iddiasını savaş meydanında
bırakarak geri dönmek zorunda kalmıştı.
2-Mü'minlerin, en müsait olmayan şartlarda bile Peygamberlerini,
dinlerini, vatanlarını müdafaa etmelerindeki fedakârlık, cesaret ve kahramanlık, düşmanda ister istemez
"biz, artık kolay kolay müslümanları mağlup edemeyiz" fikrini uyandırmıştı. Nitekim; Resulullah
Efendimiz, Ordu-yı Hümayun, Medine'ye dönerken yaptığı değerlendirmede bunu daha önceden haber vermişlerdi:
"Mekke müşrikleri bir daha bize galip gelemezler. Bundan sonra fetih bizimdir"
3-Uhud muharebesi, aynı zamanda
bir temizlik harekâtı olmuş; görünüşte mü'min ve fakat kalbten kâfir olan münafıklar, zoru görünce sâdık
ve hâlis müslümanlardan ayrılmışlardır.
4-Uhud, imtihan içinde imtihan olmuştur.
Hâkim
ânda da; kötü şartlarda da mücahidler, gözlerini kırpmadan canlarını Sevgili Peygamberimiz için verebileceklerini
fiilen isbat etmişlerdir.
5-Müslümanlar, kadın ve erkeği ile, yaşamaktan maksadın şehid
olmak olduğunu bir kere daha ortaya koymuşlardır.
6-Müslüman mücahidelerin de müslüman mücahidler gibi
ne kadar büyük kahramanlar olduğu anlaşılmıştır.
7-İslâm ordusu, her ne kadar kâfirlere
göre daha fazla kayıp vermişlerse de; kâfirlerin kendileri için çok mühim şahsiyetleri katledilerek mü'minler,
kemiyette; düşmansa keyfiyette zarara uğramış; yani aslında kâfirlerin kaybı daha büyük olmuştur.
8-Uhud, genç müslümanların da tecrübe kazanarak gelecek savaşlara hazırlanmalarına imkân vermiştir.
9-Uhud'da yaşanılan büyük üzüntü ve sıkıntılar, müslümanlara Resulullah'a şeksiz-şüphesiz
itaat etmenin şart olduğunu öğretmiştir.
10-Bu savaşta her ev, en az bir şehid veya
yaralı vermiştir. Allahü teâlâ, gönlü kırıklarla beraber olduğu için mü'minler, hâsıl olan gönül
kırıklığı içinde sabretmişler; bu sabır, onların derecelerinin daha da yükselmesine
ve islâmın yayılışında sür'ate vesile olmuştur.
......
Hakîkaten islâm hanımları,
hem Uhud'da ve hem de harbden sonra büyük bir gayretle çalışmışlardır. Nesibe binti Kâb'ın,
radıyallahü anha, bütün zamanlar boyunca müslüman kadınların yüzlerini ak edecek destânî kahramanlığına
şâhid olduk....ancak Uhud'da hizmet veren mü'mineler, Nesibe anneden ibaret değil. Ümmü Seleme, Muavviz binti Rübeyyi,
Ümmü Salît, Ümmü Atiyye, Hamne binti Cahş ve Sümeyra binti Kays ve diğerleri...bunlar mücahidlerin sökülen kılıç
kınlarını diker, muhariplere su dağıtır, yaralıları tedavi ederlerdi. Henüz hicâb
ayetlerinin gelmediği bu dönemde ordu Uhud'a gelirken Ümmü Seleme, gazaya dahil olmak için Sevgili Peygamberimiz'den
hususi izin istedi:
-Yâ Resûlallah! Benim de gazaya çıkmama müsaade buyurur musunuz?
Efendimiz dediler
ki:
-Yâ Ümmü Seleme! Kadınlara cihad farz kılınmamıştır.
Mübarek kadın
yalvardı:
-Yâ Resûlallah! Ben, mücahidlere su dağıtır, gözü ağrıyanların gözlerini
tedavi eder, yaralarına bakarım.
Peygamberimiz, bu candan isteği kırmadılar:
-Öyleyse
gazaya çıkman ne güzel olur...
...fakat en fazla gazaya katılan müslüman hanım, Ümmü Atıyye radıyallahü
anha.
Uhud'dan Medine'ye dönünce Mescid-i Nebi'de bir çadır kuruldu. Bu "Çadır Hastane"de yaralıları
Küayme binti Sa'd tedavi etti. İşte İslâm tarihinin ilk kadın hekimi, radıyallahü anha.
Evet
Uhud bir muazzam imtihan. Sıkıntılara sabır ve Resulullah'a bağlılık imtihanı. Şu
hâdiseyi değil bir kadın, en yiğit yürekli bir erkek bile nasıl yaşar? Aşkolsun böyle parlak
imân ve tevekkül sahiplerine.
Sümeyra binti Kays, cepheden dönenlere babası, kocası ve oğlunu sordu:
-Hepsi de şehid oldu, dediler.
Fakat kahraman kadın, ne sendeledi, ne yere yıkıldı,
ne de acı çığlıklar kopardı. Sümeyra radıyallahü anha annemiz, o ân herkesi hayran bırakan
bir teslimiyet ve vakarla şunu sordu:
-Resûlullah nasıl?
-Hamdolsun iyi, dediler.
Sümeyra
hâtun, Resûlullahı buldu ve binek üzerindeki o yüksek zâtın eteğinden tutundu:
-Yâ Resûlallah! Anam
babam sana fedâ olsun... Yeter ki sen sağol. Sen sağ olduktan sonra bütün felâketlere katlanırız.
...
Bir şey ancak ve yalnız Allah için olursa makbûl ve güzel ki bunun ismi ihlâs.
Uhud'a giderken Ensar'dan
Ebu Süfyan bin Haris'le bir arkadaşı konuşuyorlar.
Arkadaşı, Rabbine dua ediyor:
-Allahım!
Bana Resulünün yanında şehidlik nasib et ve evime geri döndürme...
Ebu Süfyan bin Hâris'se tâ kalbden gelen
duygularla şöyle yalvarıyor:
-Allahım! Bana Resûlünle birlikte çarpışmak; fakat evime ve
yavrularıma sağ-sâlim dönmek nasib eyle...
...ne var ki Ebu Süfyan bin Hâris, şehid olmuş; arkadaşı
ise sağ-sâlim geri gelmişti.
Bu hâl Sevgili Peygamberimiz'e anlatıldığında buyurdularki:
-Ebu Süfyan iki kişinin en ihlâslısı idi...
Zira Uhud yolunda iken küçük kız çocukları
sebebi ile yukarıdaki gibi niyet eden; Ebu Süfyan bin Hâris, harb, müslümanların aleyhine dönüp de düşman hâkim
vaziyete geçince bu defa şöyle demişti:
-Allahım! Yavrularım sana emanet. Bana düşman karşısında
şehidlik nasip eyle...
İşte mü'min; radıyallahü anh.
Bir şehidin duyduğu ölüm
acısı, ancak bir pire ısırması veya bir çimdik acısı kadar. Vefat eden hiçbir mü'min, bir
ânlık zaman için bile olsa tekrar dünyaya dönmek istemez. Bu geri gelme arzusu sadece şehidlerde mevcut. Onlar,
bir kere daha bu dünyaya dönmek ve Allah yolunda bir daha can vermek isterler. Peygamberimiz şöyle buyuruyorlar:
-Varlığım
kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; ben, Allah yolunda öldürülmemi, sonra diriltilmemi, sonra öldürülmemi, sonra
diriltilmemi, sonra öldürülmemi, sonra diriltilmemi, sonra öldürülmemi ne kadar isterdim.
Şehidlik, bir mü'minin
kul hakları dışındaki bütün günahlarının yok olmasına sebep oluyor.
Şehidlerin
hangi nimetlere kavuştuklarını Sevgili Peygamberimiz açıklıyorlar:
-Kanının yere
düşen ilk damlasıyla birlikte şehidin bütün günahları affolunur; şehid, cennetteki makamını
görür, kıyamet gününün korkusundan emin olur; şehidin başına yakuttan vakar tâcı konur ve şehidin
yakınlarından yetmiş kişiye şefaat etmesine müsaade olunur.
...
Bir gün, Sevgili
Peygamberimiz, Uhud şehidlerini ziyaret ettiler; ve dediler ki:
-Ey Hak olan Mâ'bud! Senin bu kulun şahâdet
eder ki bu cemaat, senin rızanı talep edip şehid olmuşlardır.
Sonra devam ettiler:
-Kıyamet
gününe kadar, kabirlerini ziyaret ederek selâm verecek din kardeşlerinin selâmlarına karşılık vereceklerdir.
Ben bunların şehid olduklarına, kıyamet gününde de şâhidlik edeceğim.
......
Hakîkaten
Uhud şehidlerine selâm veren sahabiler, zaman zaman selâmlarına karşılık verildiğini işitiyorlar.
Bir zamân sonra misk kokulu bu kabirler, nakledilmek icap ettiğinde şehidler, az evvel uykuya dalmış gibi
bulunacaktır.
......
Yaralılara gelince; Uhud'da bütün mü'minler yara almış; bu sebeple
topal ve çolak kalanlar da olmuştu. Vücudunda en çok yarası olansa yetmişbeş yara ile Talha bin Ubeydullah
radıyallahü anh'dı.
Peygamberimizi Medine kapısından girince Ebu Said-i Hudri radıyallahü
anh ile Hudre çocukları karşıladılar. Efendimiz at üzerinde iken Ebu Said, Peygamberimizin dizini öptü.
Resûlullah, sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz, evlerinin önüne kadar atları ile geldiler...attan yardımla
inecek kadar yaralı idi.
...akşam ezanını yine Bilâl-i Habeşi radıyallahü anh okudu.
Sevgili Peygamberimiz iki sahabi desteği ile mescide geldiler. Ancak yatsı cemaatine gelemediler.
...
Evs
ve Hazrec seçkinleri, sabaha kadar kahraman Peygamberin evi önünde nöbet tuttular.
......
Aziz Peygamberimiz
gecenin üçte biri geçince kapısı önünde kendisini bekleyen Hazret-i Bilâl'in seslenmesi ile namaz için uyandı.
Uzaktan ağıt ve feryatlar işitiliyordu. Efendimiz, sesin ne olduğunu sordular.
-Ensar
kadınları, Hamza'ya ağlıyorlar yâ Resûlallah!..
Peygamberimiz, dua buyurdular:
-Allah
kendilerinden de, çocuklarından da râzı olsun.
...ancak geç vakit olması sebebiyle evlerine dönmelerini
emrettiler. Ertesi günse şehidlerin ardısıra ağlayıp-sızlanmayı yasakladılar.
......
Resûlullah'a bir çocuk geldi; ağlıyordu.
Efendimiz sordular:
-Niçin ağlıyorsun
sevgili yavrum?
-Babasız kaldım.
Hep ferahlık ve teselli kaynağı Peygamberimiz yine
sevindirdiler:
-Ben, baban olsam; Aişe de annen olsa râzı olur musun?
Az evvelki gamlı çocuk
gitmişti.
Şehid yavrusunun yüzünde güller açtı:
-Evet...
Resûlullah yetim çocuğun
saçını okşarken sordular:
-Senin ismin ne?
-Büceyr.
-İsmin bundan sonra Bişr
olsun!..
Küçük Bişr, sevinerek evine döndü...
......
Mü'minlerin Uhud'da şehidler vererek
yara-bereler içinde geri dönmeleri Medine'de müslümanları ne kadar üzmüşse; münafıkları da o kadar memnun
etmişti. Uhud'a kadar geldikleri halde mücahidlere ihanet ederek cepheyi terk eden baş Münafık Abdullah bin
Übey ve dört arkadaşı şimdi "biz dememiş miydik" böbürlenmesi ile ortalığı karıştırıyorlardı.
Yaralı mücahidlerden biri de Abdullah bin Übey'in oğlu Abdullah bin Abdullah radıyallahü anh'tı. Baş
münafık, hasta yatağındaki oğluna çıkıştı:
-Sen babanı değil; gençlerin
sözü ile hareket eden Muhammed'i dinleyerek kendini bile bile felakete attın! Ben, bu neticeyi tahmin ettiğim için
sevenlerimle beraber geri döndüm..
Hazreti Abdullah, yattığı yerden cevap verdi:
-Kimbilir
harbin böyle bitmesinde ne hikmetler vardır.
......
Baş münafık Abdullah bin Übey bin Selul'ün
eline artık bir fırsat geçmişti. Uhud mahzunluğunu münafıklar lehine değiştirmek için var
güçleri ile çalışıyorlardı.
Dedikleri şu:
-Ölenler bizimle olsalardı; şimdi
hayattaydılar.
Böyle diyor; Medine'de fitne ateşini alevlendiriyor ve mü'minleri Resûlullah'dan yüz döndürmeye
uğraşıyorlardı. Baş destekçileri de yahudiler. Onlar da şunu söylüyorlar:
-Muhammed'in
hükümdar olmaktan gayrı bir maksadı yok. O, Nebi değil ki. Bugüne kadar bir Nebi ne mağlub olmuş,
ne de arkadaşlarının ölmesine veya yaralanmasına sebebiyet vermiştir. Halbuki O, bunların hepsini
yaşadı ve yolundakilere de yaşattı.
......
Yahudilerle münafıklar ev ev, sokak sokak
dolaşarak bu sözlerle kalblere şüphe sokuyor, zihinleri bulandırıyorlar. Ulu Sahabi Hazreti Ömer radıyallahü
anh, dayanamayarak meseleyi Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Efendimize açtı:
-Yâ Resûlallah,
aleyhinize çalışan yahudi ve münafıkları öldürmeme müsaade eder misiniz?
Efendimiz, her zamanki
üstün temkin halindeler:
-Yâ Ömer! Hiç şüphe yok ki Allah, dinini ve Resûlünü üstün kılacaktır. Yahudileri
katledemeyiz; zira onlar emniyetlerini temin etmeye söz verdiğimiz teb'alarımızdır.
Hazreti Ömer,
münafıkları sordu:
-Münafıklar hakkında ne buyurursunuz yâ Resûlallah?
-Onlar, Allah'dan
başka ilah bulunmadığına ve benim de Allah'ın Resûlü olduğuma şahâdet ediyorlar; değil
mi?
-Evet yâ Resûlallah. Lakin onlar bu şahâdeti kılıçtan kurtulmak için yapıyorlar. Münafıkların
bize büyük kinleri var...
Büyük Peygamber, muhteşem kararlarını açıkladılar:
-Ben,
Lâ ilâhe illallah Muhammedür Resûlullah diyenleri öldürmekten men edildim.
...
Âyet-i kerîme geldi:
İşte
Uhud üzerine gelen âyetlerden bazı sûreler:
-Ey mü'minler! Gevşeklik ve zaaf göstermeyiniz. (Uhud'da şehidler
vermek ve yaralanmak sûretiyle uğradığınız musibete de) üzülmeyiniz.
Siz gerçekten mü'minseniz
(Resûlümü ve O'nun benim tarafımdan size getirdiklerini tasdik ediyorsanız) muhakkak düşmanlarınıza
üstünsünüzdür! (Neticede zafer ve galebe sizindir.)
......
...müşrikler, harbin başlangıcında
müslümanlar karşısında tutunamayarak bozguna uğrayınca sür'atle harb meydanını terk ettiler.
Abdullah bin Ebu Ümeyye, öyle kaçmıştı ki, soluğu tâ Mekke'de almış ve "Muhammedîler bizi yendiler;
bozulduk" diye haber vermişti.
...Mekkeliler, bu haberle üzgünken Vahşi'nin telaşlı sesi, ortalığı
çınlattı:
-Eyy Kureyş!
İşitenler, kötü haberin devamı geldi sandılar. Ama
Vahşi başka şeyden bahsediyordu:
-Ey Kureyş! Hiç görülmedik sayıda müslüman öldürdük! Gözünüz
aydın olsun! Muhammed yaralandı! Hamza'yı da ben öldürdüm.
Mekke müşrikleri, bir şaşkınlık
ânı geçirdiler. Birbirine zıt iki haberden sonuncusunun doğru olduğu anlaşılınca sevindiler.
Şimdi:
-Öyleyse Bedr'in yası bitti! Kadınlarımız artık güzel kokular sürünebilirler,
diyorlardı.
......
Müşrikler, Uhud'da başlangıçtaki bozgunu yaşarken Medine
yakınında bir kenara saklanan Muaviye bin Mugire, olduğu yerde uyuya kalmıştı. Uyandığında
harb bitmiş herkes yurduna dönmüştü. Eğer Mekke'ye gitmeye kalkışsa muhakkak surette müslümanların
eline düşecekti. Bu yüzden en kestirme yoldan yakın akrabası olan Hazreti Osman'ın evine doğru yürümeye
başladı.
Hazreti Osman, O'nu görünce:
-Beni de kendini de mahvettin? Niçin buraya geldin? dedi.
Muaviye:
-Beni sakla! Ey amcamın oğlu, bana senden daha yakın biri var mı? dedi.
Osman
radıyallahü anh, O'nu evin bir tarafına gizledikten sonra eman istemek üzere Resûlullah Efendimize gitti. Muaviye
bin Mugire, henüz Osman radıyallahü anh'ın evine gelmeden evvel Peygamberimiz şunu buyurmuşlardı:
-Muaviye Medine'de sabahlamıştır. Araştırınız!
Araştırdılar;
fakat bulamadılar.
Akrabası olması sebebi ile Hazreti Osman'ın evinde olabileceği ihtimalinden
dolayı O'nun da kapısı çalındı. Muaviye hakikaten bu evdeydi...
Bunun üzerine yakalanarak
Sevgili Peygamberimiz'in huzuruna getirildi.
O'nun huzura getirilmesi ile Hazreti Osman'ın gelmesi hemen hemen
aynı anda olmuştu. Bu sebeple Muaviye bin Mugire'yi görünce; bir açıklama yapma zarureti doğdu:
-Yâ
Resûlallah! Ben de buraya sizden Muaviye için eman istemek maksadıyla gelmiştim. O'nu lütfen bana bağışla.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Muaviye'ye şehri üç gün içinde terk etmek üzere eman/süre
verdi. Hazreti Osman radıyallahü anh O'na bir deve satın alarak:
-Haydi devene bin ve hemen burayı
terk et, dedi.
Efendimiz, Hazreti Osman ve diğer mü'minlerle beraber Hamrâ-ül Esed'e doğru hareket ettiler.
Muaviye ise Efendimiz ve mü'minler hakkında bilgi toplayarak Kureyş'e aktarmak maksadıyla Medine'den
ayrılmayarak üç gün gizli faaliyetlerde bulundu...dördüncü gün devesi ile Medine'den uzaklaşırken Akik mevkiine
vardığı sırada Peygamber Efendimiz, Zeyd bin Hârise ve Ammar bin Yasir hazretlerine:
-Muaviye
bu yakınlarda sabahlamıştır. Gidip araştırınız, buyurdular.
İki büyük
sahabi, kâfiri Efendimizin tarif ettiği yerde buldular.
...kendisine verilen zamanın üzerinden bir gün geçmişti.
Bu sebeple hayatına son verdiler. Sözünde durmamak ölmesine sebep olmuştu.
......
KUREYŞ MÜŞRİKLERİNİ
TAKİB VEYA HAMRÂ'ÜL ESED SEFERİ....Mekke ordusu, geri dönerken Bedr'de babası Ebu Cehl'i kaybetmiş olmanın
hırsını yaşayan İkrime İbni Ebu Cehil Kureyş reislerine çıkıştı:
-Hiç
de övünecek halde değiliz! Bir iş mi yaptık yani? Galip geldik; fakat sonunu getiremedik. Düşmanı
yoketmeden geri dönüyoruz. Şimdi müslümanlar çok geçmeden yeniden derlenip toparlanacak ve daha büyük bir kuvvetle üstümüze
gelecekler.
Bir reis, İkrime'nin sözünü kesti:
-Bir teklifin olmalı...
-Evet! Ben diyorum
ki geri dönelim ve Medine'yi basarak taş üstünde taş koymayalım. Müslümanları imha edelim. Akıl,
bunu emrediyor.
Saffan İbni Ümeyye, bu teklife muhalefet etti:
-Biz, Medine üzerine yürürsek Uhud'da
büyük kaybı olan Evs ve Hazrec kabileleri, harbe iştirak etmemiş olanlarla beraber intikam almak için müslümanlarla
birleşerek üzerimize gelirler. O takdirde büyük kuvvet kazanacak olan Muhammedîler, çarpışmadan zaferle çıkarlar.
Ben, böyle düşünüyorum. Bu sebeple yolumuzdan dönmeyerek kendimizi tehlikeye atmayalım ve bir ân evvel Mekke'ye
gidelim, diyorum.
Müşrik ordusu, bir taraftan yol alırken aynı zamanda hararetle bu fikri tartışıyorlardı.
Bazıları İkrime gibi düşünüyordu; bazıları da Saffan gibi.
İki tarafı da dikkatle
dinleyen Ebu Süfyan bir türlü bir karara varamadığı için Revha'ya kadar geldiler. Buraya geldiklerinde "tekrar
Medine üzerine yürüyelim" diyenlerin görüşü ağır bastı...
Onlar, bir kere daha Medine üzerine
yürüme hazırlığındayken düşman ordusu içinde bulunup da en başından beri teklif ve karşı
teklifleri dinleyen Müzeni kabilesinden Abdullah ibni Amr, haberi sür'atle Sevgili Peygamberimiz'e ulaştırmak için
bir fırsatını bularak oradan uzaklaştı. Haberci, Medine'ye vardığında günlerden Pazar
ve sabah namazı öncesiydi. Abdullah ibni Amr, Peygamber Efendimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem'in huzurlarına
kabul buyuruldu.
...düşmanın son vaziyeti ve maksadı hakkında en yeni bilgileri alan yüce Resûl,
iki has yardımcısı Ebubekr radıyallahü anh ve Ömer radıyallahü anh Efendilerimizi çağırdı
ve gelişmeleri onlarla istişare etti. Bu iki sâdık dost, büyük Peygamberi can kulağı ve edeblerin
en emsalsizi ile dinledikten sonra kanaatlerini arz ettiler:
-Allah'ın Resûlü daha iyi bilir, ama bize kalırsa
müslümanların hâlâ sapasağlam ayakta olduklarını düşmana göstermek ve onlara esaslı bir gözdağı
vermek için arkalarına düşelim.
İki aziz ve yüksek dost, Resûller önderinin niyetine uygun görüş
belirtmişlerdi. Sevgili Peygamberimizin imamlığında sabah namazı eda edildikten sonra Efendimiz,
Hazreti Bilal radıyallahü anh'ı yanlarına davet ederek müslümanlara şu haberi ilân etmesini buyurdular:
-Resûlullah, düşmanın takibini emrediyor! Ancak; bu takibe Uhud harbine iştirak edenler gelecek; bunların
dışında hiç kimse iştirak etmeyecektir.
Bilal radıyallahü anh, yüksek sesle nida ederek sefer
haberini bütün müslümanlara duyurdu... Uhud savaşına katılıp da sağ dönen bütün Eshab-ı Kiram
hatta en ağır yaralıları dahi Peygamber davetine koştular.
Efendimiz, Kureyş'in Medine'yi
basma niyetini öğrenince hiç vakit kaybetmeden sefer hazırlığını başlatmıştı.
Bunun sebebi bir kere 'en iyi müdafaa taarruzdur' gerçeği. İkinci olarak da Uhud'un müslümanların cesaret ve
yiğitliğine zarar vermediğini yine düşmana kabul ettirmek... Sevgili Peygamberimiz, sebeplere tevessül
etmekte noksanlık olmaması için üstüne zırhlı gömleğini, başına miğferini giydi ve
islâm sancağını Hazreti Ali radıyallahü anh'a verdiler.
...altıyüzotuz kadar Uhud gazisi
bu sancağın altında toplandılar.
Câbir bin Abdullah radıyallahü anh da bu sefere katılmayı
çok arzu ediyordu. Ancak, "Uhud'a gitmiş olanlar bu sefere alınacaktır" şartı, O'nun bu isteğine
sed çekiyordu. Halbuki Hazreti Cabir, Uhud harbine çok istemesine rağmen gidememişti. Bu sebeple ikinci kere bir
büyük mânevi rızıktan mahrum kalmak istemeyen bu genç ve yiğit sahabi, derhal yüksek huzura çıktı
ve vaziyetini arz etti:
-Yâ Resûlallah! Bu sefere müsaadenizle ben de gelmek istiyorum. Gerçi Uhud'da yoktum; ama
o benim şahsi kararımla olmadı. Babamın sözüne muhalefet etmemek ve O'nun cihad etme arzusuna mani olmamak
için gelemedim. Yedi tane kızkardeşim var. Babam "yâ Câbir, bacılarını emanet edeceğimiz bir
yakınımız olmadığı için bu gazaya ikimiz birden gidemeyiz. Sen gençsin, inşâllah daha çok
cihada iştirak edersin. Bense yaşlıyım. Sen kardeşlerinin başında kal da ben Allah'ın
Resûlü ile gideyim. Bakarsın şehid olurum. Veya şehid olamazsam da hiç değilse gazi olurum" dedi. Baba
sözü dinledim yâ Resûlallah. Herhalde beni mazeretli sayar, istisnai olarak orduya dahil buyurursunuz?
Sevgili Peygamberimiz,
meşru mazeretli genç sahabi Câbir bin Abdullah'ı kabul ettiler.
Bir kişi daha bu sefere katılmak
istedi; bâş münafık Abdullah bin Übey. Abdullah, Peygamberimize geldi:
-Ben de hayvanıma binerek ordunla
takibe gelebilir miyim?
Efendimiz, derhal reddettiler:
-Hayır!
Münafıkın yüzünde sanki
sert bir tokat patlamıştı.
...
Peygamberimiz'in atı mescidin kapısına getirilmişti.
Hazreti Talha radıyallahü anh da kapıda Sultanlar Sultanını bekliyordu. Efendimiz dışarı
çıkıp aziz sahabiyi görünce:
-Yâ Talha silahın nerede? buyurdular
Hazreti Talha:
-Yakında
yâ Resûlallah, dedi ve koşarak zırhını giydi, kılıcını eline aldı, kalkanını
göğsüne astı.
Sevgili peygamberimiz, Hazreti Talha'ya sordular:
-Yâ Talha! Sence şu ân Kureyş
ordusu nerede?
-Yâ Resûlallah! Tahmin ediyorum Seyale'deler.
-Ben de öyle tahmin ediyorum.
...dediler
ve bir güzel haber verdiler:
-Yâ Talha, bil ki düşman artık bize gâlip gelemez. Zafer Allahü teâlâ'nın
izniyle bize nasip olacaktır.
İşte bu, müslümanları sevindiren en güzel haberdi.
......
Ordu-yı Hümâyun; Peygamber Ordusu, hazır olunca, kâinatın bir tanesi Medine'ye kendi yerlerine İbni
Ümmi Mektum radıyallahü anh'ı vekil bırakarak yürüyüşü başlattılar. Bazı sahabiler atlı,
bazıları develi, bazısı da yaya idi... Şu var ki hemen tamamı yaralıydı. Hatta bizzat
atıyla ordunun başında bulunan Resûlullah bile yaralıydı. Sevgili Peygamberimiz'in Uhud'daki çarpışmalardan
aldığı darbelerle alnı ve dudağı yarılmış, yüzüne iki miğfer halkası
batmış, sağ alt çenenin ön kesici dişi kırılmış, sağ omuzu ve dizleri örselenmişti.
...müslümanlar, yorgun ve yaralı, hatta hatta bazıları ağır yaralı oldukları halde
Peygamber çağrısına severek koşmuşlardı; şimdi de büyük bir arzuyla, bir düğüne gider
gibi düşmana doğru yol alıyorlardı. Zira, baskın basanındır. Madem ki küffar Medine'yi
rahatsız etme niyetini taşıyordu; öyle ise onu ininde kıstırmak ve bu kötü maksadının hesabını
sormak en akıllı davranış olacaktı.
Bu arada Peygamberimiz, Selmoğullarından Salit
bin Süfyan ile Numan bin Süfyan ismindeki iki kardeşi keşif kolu olarak önden gönderdiler. İki fedâkâr mücahid,
Hamrâ'ül Esed'de kâfirlere yetişerek aralarına katıldılar. Bu sırada düşman karargâhı,
toplantı halindeydi. Tekrar Medine üzerine dönüp baskın yapmayı tartışıyorlardı. Safvan,
bu fikirde olanlara karşı gelmekteydi. Böylece bir zaman geçti. Ancak o sırada iki sahabiyi tanıyanlar
çıktı. Mübarek sahabilerin üzerine atılarak şehid ettiler...bu sefer, ilk şehidlerini vermişti;
radıyallahü anhüma.
...
Müslümanlar, Medine'ye sekiz mil mesafede ve zül Huleyfe'ye giderken yolun sol
tarafında bulunan Hamrâ'ül Esed/Kızılaslan isimli yerde ordugâh kurdular. Buraya kadar kılavuzluğu
Hazrec kabilesinden Sâbit bin Dahhak yaptı. O gece Resûlullah Efendimizin çadır nöbetçiliğini de Abbâd bin
Bişr yapmakla şereflendi.
...
...İslâm Ordu'sunun bütün erzakı, Sâ'd bin Ubâde'nin otuz
deve ile taşıdığı hurmadan ibaretti.
Ordu, Hamrâ'ül Esed'de iki şehidin cesetleri ile
karşılaştı. İki mücahid, kanlar içinde ıssız ve sakin çölde uzanmış, sanki az
sonra kalkacaklarmış gibi öylece yatıyorlardı. Efendimiz, iki kardeşi aynı kabre defnettirdiler.
Sevgili Peygamberimizin emri ile Hamrâ'ül Esed'de her gece ayrı ayrı beş yüz noktada ateş yakıldı.
Yakılan bu ateşlerle bir koca çevre ateş-duman ve alev şenliğine dönüşüyordu...tâ uzaklardan
farkedilen bu muhteşem manzara, düşmanda beklenen ilk tedirginliği uyandırdı. Müslümanların
büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu sandılar. Ve içleri korku ile titredi.
...
Kureyş ordusu,
Hamrâ'ül Esed'de bir gece konakladıktan sonra sabah erkenden oradan ayrılmıştı. Onlar ayrıldıktan
sonra aynı yere müslümanlar geldiler. Bu sırada güneş haylice yükselmişti. Fakat buna rağmen ordusundan
geride kalan bir kâfir hâlâ derin uykulardaydı. Âsım bin Sabit, adamı yakaladı. Şaşkınlıklar
içinde uyanan düşman, başına gelenleri hemen kavradı. Mü'minler de onu tanımışlardı.
Bu, ordusunu kaçıran şahıs, şair Ebu Uzze'ydi. Ebu Uzze, Bedr cenginde esir düşmüş; kendisinden
bir daha müslümanlara karşı hiçbir savaşa katılmayacağına dair kat'i söz alınarak fidye
bile alınmadan serbest bırakılmıştı...ama işte şimdi suçüstü yakalanmıştı.
O, kendisine yapılan bu büyük iyiliğe ve verilmiş sözüne rağmen Uhud'da mü'minlere karşı savaşmıştı.
Kâfir şairi, şimdi huzurda Allah Resulüne yalvarıyordu:
-Yâ Muhammed! Beni Uhud'a zorla götürdüler.
Sizin karşınıza isteyerek çıkmadım. Rica ediyorum; bana acıyın. Himayeye muhtaç kızlarım
var. Bana olmazsa bari onlara merhamet ediniz. Lutfedin bana bir şans daha tanıyın. Yalvarıyorum acıyın...
Ebu Uzze, adeta kendini paralıyordu.
Efendimiz vakarla cevap verdiler:
-Hani bana verdiğin
kat'i söz? Biz, seni bırakalım; sen de Mekke'de elinle sakalını sıvazlaya sıvazlaya "Muhammedi
ikinci kere aldattım" diye arkamızdan alay et öyle mi? Mü'min, aynı yılan deliğinden iki kere sokulmaz.
...dediler ve celâlli bir halde Hazreti Zübeyr'e seslendiler:
-Vur şunun boynunu yâ Zübeyr!
...kadir-kıymet
bilmez ahmak kâfir ebedi felakete yollandı.
...
Tihame Bölgesi'nde yaşayan Huzaa Kabilesi' nin müslümanları
gibi müşrikleri de Resûlullah'a hürmetkâr ve bağlı idiler.
Bu kabilenin mensuplarından Mâ'bed
bin Ebi Mâ'bed, bir iş için bazı adamları ile Mekke'ye giderken yolları üzerinde bulunan Hamrâ'ül Esed/Kızılaslan'a
geldiğinde islâm ordugâhını gördü ve Uhud şehidlerinden dolayı Sevgili Peygamberimiz'e taziyetlerini
bildirmek için ziyaretlerine geldi. Mâ'bed henüz imân etmemişti:
-Yâ Ebel Kâsım! Uhud sebebiyle emin ol
ki biz de çok üzüldük. Ancak dileriz ki bundan sonra Kureyş'e karşı galip gelirsin.
...dedi ve gitti.
Mâ'bed ve arkadaşları şirk ordusu ile de Revha'da karşılaştılar. Onlar da burada
konaklamışlardı. Bu sırada Kureyş'in önde gelenleri hâlâ ısrarla aynı fikrin peşindeydiler:
-Nice Muhammedî bahadırı öldürdük. Bu işi neden yarına bırakıyoruz. Köklerini kazımak
varken bu ürkeklik neden? Hayır! Mekke'ye dönmeyeceğiz. Medine'ye gidecek ve tarihi görevimizi yerine getireceğiz.
Böyle bir hareketin bir mağlubiyete sebep olabileceğini ileri süren Safvan ibni Ümeyye ise Mekke yolundan
dönmenin yanlış olacağını anlatıyordu. Bu sırada Mâ'bed yanlarına vardı. Mâb'ed'i
farkeden Ebu Süfyan seslendi:
-Yâ Mâ'bed bin Ebi Mâ'bed! Geldiğin yollarda ne var-ne yok?
-Sizin için
iyi haberler yok yâ Eba Süfyan!
-Ne gibi?
-Müslümanlar, Uhud'a katılmış olanı olmayanı
yekvücut olmuş büyük bir ordu halinde üzerinize geliyorlar. Ben ömrümde böyle kalabalık bir ordu görmedim.
-Nasıl
olur? Müslümanlarda harp edecek kuvvet kalmadı ki?
-Ben, onları Hamrâ'ül Esed'de gördüm; yakında siz
de şu ufuktan atlarının alınlarını görürsünüz.
-Eyvah yâ Mâ'bed sen ne diyorsun?
-Eğer
bana inanmıyorsanız bekleyin ve bizzat görün.
Safvan ibni Ümeyye lafa karıştı:
-İşte
ne kadar haklı olduğum anlaşılıyor. Haydi bir kazaya uğramadan Mekke'ye dönelim.
Ebu
Süfyan dahil müşrik önderlerini korku sardı. Bu sebeple bir ân evvel toparlanarak Mekke yolunu tuttular. Onlar,
mü'min olmayan birinin müslümanları korumak için bu şekilde hareket edebileceğini hiç bir şekilde düşünememişlerdi...aslında
her şey Allah'dan. 'Allahü teâlâ, isterse bu dine kâfirler ve fasıklarla da yardım eder' değişmez
kaidesi bir kere daha yaşanıyordu.
Mâ'bed, kendi adamlarından birini gizlice İslâm ordugâhına
göndererek Kureyş'in sıvışıp gittiği haberini Resûlullah Efendimize ulaştırdı.
Ebu Süfyan komutasındaki müşrik ordusu Mekke'ye dönerken, yolda Medine'ye gıda almak için giden Abdülkaysoğulları'nın
ticaret kervanı ile karşılaştılar.
Ebu Süfyan:
-Yolunuz açık olsun! Ne yana
böyle?
Kervan reisi cevap verdi:
-Medine'ye gidiyoruz.
-Yâ? Güzel. Sizden bir ricam var.
-Elbette
yâ Ebâ Süfyan! Söyle lûtfen!
-Size bazı şeyler tenbih edeceğim. Eğer bu sözlerimi Muhammed'e nakletmek
için bize vekil olursanız, bunun bedelini Ukaz Panayırı'nda kuru üzüm olarak karşılarım.
-Tabiî
elbette yâ Ebâ Süfyan!
-Muhammed'e deyin ki: Şimdi gidiyoruz. Ama yakında toplanarak yeniden öyle bir geleceğiz
ki, kendisinin de, kendisine inanmış olanların da köklerini kazıyacağız.
-Dediklerini
aynen söyleyeceğiz.
...
Abdülkayslar, Hamrâ'ül Esed'den geçerken reisleri, ısmarlanmış
haberi Peygamberimize nakletti:
-Sevgili Peygamberimiz:
-Hasbunallâh ve ni'mel vekil/Allah bize yeter; O,
ne güzel vekildir, dediler.
Ve devamla buyurdular ki:
-Varlığım kudret elinde olan Allah'a
yemin ederim ki; eğer, müşrikler, bizimle çarpışmak için tekrar gelirlerse taş kesilecekler ve mazi
olmuş dünkü gün gibi silinip gideceklerdir.
Sevgili Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz
ve cesur ve fedakâr ordusu aleyhimürrıdvan, Hamrâ'ül Esed'de üç gün kaldıktan sonra Medine'ye avdet ettiler. Hamrâ'ül
Esed seferi üzerine, yol gösteren, takdir eden ve müjdeleyen bir çok âyeti kerimeler geldi.
...
...diğer
taraftan Ebu Süfyansa hâlâ koyu bir gaflet içindeydi. Mekke'ye dönünce ilk iş olarak Hübel putuna gitti:
-Uhud'a
gitmeden önce falımı buldurarak öcümü almama imkân verdin. Kalbim soğudu, içim ferahladı. Teşekkürler
ederim sana ey Hübel, dedi ve gidip başını tıraş ettirdi.
......
Abdullah bin Übey,
orası kendisine tapuluymuş gibi Mescid'de hep aynı yere otururdu. Mevkiine ve sülalesinin hatırına
binaen münafıklığı anlaşılıncaya kadar bu hareketi hoş görülüyordu. İki Cihan
Güneşi, cum'a günleri minberde hutbe irad ettikten sonra aşağı inince Abdullah bin Ubey her defasında
ayağa kalkar ve cemaate hitaben:
-Ey insanlar! Allah'ın aranızda bulundurup sizi O'nunla gâlip ve üstün
kıldığı ve O'nunla şereflendirdiği Resulüne yardımcı ve O'na hürmetkâr olunuz. Sözlerini
dinleyerek kendisine itaat ediniz, der ve yerine otururdu.
...tâ Uhud savaşına giderken kendisine uyanlarla
beraber yoldan geri döndüğü güne kadar ne oturduğu yer için, ne söyledikleri için kimsenin bir itirazı olmadı.
Ordu, Hamrâ'ül Esed'den döndükten sonraki ilk cum'a hutbesinden sonra, başmünafık yine ayağa kalkarak yukarıdaki
benzeri sözlerle aslında hiç bir kalemin ve hiç bir kelamın övmeye gücünün yetmeyeceği aziz ve üstün Peygamberi
methetmeye kalkışınca, bazı mü'minler eteklerinden aşağı çektiler:
-Otur yerine
ey münafık! Sen en olmayacak şeyi yaptın! Bugün iki yüzlülükle övmeye kalkıştığın
Peygamberi düşman karşısında zayıf bırakmak için adamlarınla cepheden kaçtın. Sen
ne oturduğun bu yere; ne de bu Mescid-i Nebi'ye layıksın! Defol!.
Ebu Eyyûb El Ensari Halid bin Zeyd
radıyallahü anh, sakalından çekiyor, Ubade bin Samit radıyallahü anh de O'nu dışarı itiyordu.
Sahabilerin elinden kurtulan münafık, kendini güçlükle kölelerin arasına attı...bir taraftan da yüksek sesle
söyleniyordu:
-Ne yaptım ben? O'nu övmekten başka ne yaptım?
Münafık, mescidin kapısında
Muavviz bin Afra'yla karşılaştı?
Hazreti Muavviz radıyallahü anh, Abdullah'ı bir telaş
içinde aniden karşısında bulunca sordu:
-N'oldu? Ne var?
-Hiç. Ben O'nu övdüm. Eshabıysa
hakaret ederek beni itip kaktılar. Kötü bir şey mi dedim?
Hazreti Muavviz, öfkenin sebebini anlamıştı.
O da münafıkı paylamadan edemedi:
-Senin yaptığını kim yaptı ki? Bari Resûlullah'a
git de senin için Allah'dan af ve mağfiret dilesin!.
İşte bir zavallılık misali:
-Kimse
benim için af dilemesin.
Muavviz bin Afra radıyallahü anh, donup kaldı.
......
Bundan sonra
Efendimiz, Zeyneb binti Huzeyme/Huzeyme kızı Zeyneb ile evlendi. Hazreti Zeyneb radıyallahü anha, kocası
Abdullah bin Cahş radıyallahü anh'ın Uhud'da şehid olmasından sonra dul ve korumasız kalmıştı.
Üstün ve güzel özellikleri vardı. Çok ibadet eder daima fakir fukarayı görüp gözetir; onların dertleri ile
dertlenir; sıkıntılarına çare olurdu. Bu yüzden insanlar, O'na "Ümmü'l Mesakin" mişkinlerin / yoksulların
annesi lakabını takmışlardı. İşte bu yoksullara annelik hasleti Hazreti Zeybeb'i bir hanımın
varabileceği en yüksek yere; Resulullah'a kadınlık ve dolayısıyla bütün ümmete annelik makamına
yükseltmişti.
Mubarek annemiz, Resûlullah ile evlenmesinden sadece sekiz ay sonra hayata veda ettiler; radıyallahü
anha.
......
Putları ilâh sayarak yüce Allah'a şerik/ortak koşmak gibi bir bahtsızlık
içinde olan Kureyş kâfirleri, Uhud'u hâlâ kendileri için bir zafer sanarak o sarhoşlukla birbirlerini öven; mü'minleri
yeren şiirler yazıp meydanlarda okuyorlardı... Mü'min şairleri, bunlara hemen gerekli karşılığı
veriyorlardı.
......
KATAN SEFERİ...Tayyi Kabilesi'nden Züheyroğlu Velid, Tuleyb bin Umeyr'in
hanımı olan yeğenini ziyaret için Medine'ye gelmiş Tuleyb radıyallahü anh'ın evinde misafirdi.
Velid, sohbet esnasında Necd taraflarından ilgi çekici haberler veriyordu.
Velid'in haberleri Esedoğulları
kabilesi merkezliydi.
Esedoğullarından Tuleyha bin Huveylid ile kardeşi Seleme bin Huveylid, kendi
kabileleri ile kendilerine bağlı daha küçük kabileleri Uhud'dan henüz ve yorgun dönmüş müslümanlar üzerine
kışkırtarak Medine'yi basmak gibi tehlikeli bir faaliyet içindeydiler.
...
Tuleyha ve Seleme,
kavim ve kabilelerinden insanlara sesleniyorlardı:
-Aldığımız haberlere göre müslümanlar,
Uhud çarpışmalarından bitkin, yorgun ve çoğu yaralı dönmüşler. Bu bir fırsattır. Bugüne
kadar atalar dininden ayrılan bu insanları kimse hakkıyle cezalandırıp yok veya ıslah edemedi.
Dinleyenlerden biri atıldı:
-Bu şeref belki bize ait olur.
Bir başkası onu
destekledi.
-Hem dediklerine göre Kureyş, müslümanları perişan etmiş. Darma-dağınık
imişler...derlenip toparlanma ümidleri yokmuş.
Aşka gelen bir başkası ortaya bir teklif attı:
-Hem Yesrib'de koyun, deve, at ne varsa sürülerini de yağmalar buraya getiririz!
Yine Esedoğullarından
birisi Kays bin Haris, onların görüşlerine karşı çıktı:
-Şu dedikleriniz hiç de
kabul edilecek görüşler değil.
Sesler yükseldi:
-Niçin, niçin?
-Bir kere Yesrib bize çok
uzak. Yağma yapmamız çok zor olur. Ayrıca bizim, Kureyş gibi asker toplamamız da mümkün değildir.
Kureyş, uzun bir hazırlık döneminden sonra ve arap kabilelerinden yardım ve destek alarak üçbin kişilik
atlı-develi bir orduyla müslümanların üzerine yürüdü. Siz üç yüz kişiden fazla bir kalabalığı
bile bir araya getiremezsiniz. Şahsen ben, zafer ve talih rüzgârının üzerinize eseceğine ihtimal vermiyorum.
Bu soğukkanlı değerlendirmeye karşı çıkanlar oldu:
-Ama şimdi müslümanlar,
hayli hırpalanmış vaziyetteler...
Bu ısrar karşısında sözlerinin faydası olmayacağını
anlayan Kays, ancak şu cümleyi mırıldanabildi:
-Heveslerin tatmini için yapılan savaşların
sonu hüsran olur.
......
Tuleyb, Velid'den öğrendiği bu çok mühim haberi zaman kaybetmeden hemen
Sevgili Peygamberimiz sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz'e ulaştırdı.
Ne çetin imtihandır
ki mücadelenin biri bitmeden; veya biter bitmez hemen bir başkası başlıyordu.
......
Resulullah
Efendimiz, Muhacirîn ve Ensar'dan yüzelli kişilik bir birlik toplayarak üç bölük teşkil ettiler ve başlarına
kendisine sancak da verdikleri Ebu Seleme bin Abdul'Esed'i tayin ettiler ve buyurdular ki:
-Yâ Ebu Seleme! Seni bu
mücahidlerin başına kumandan tayin ettim. Esedoğulları henüz hazırlık halindeyken sen onlara
baskın ver ve sürülerini yağmala. Çünkü onlar, müslümanların canlarına ve mallarına zarar vermek
azmindeler. Ancak Allah'ın emir ve yasaklarına uy ve emrin altındakilere şefkatle muamele et.
Efendimizi
can kulağı ile dinleyen Ebu Seleme, tam bir teslimiyetle cevap verdi:
-Başüstüne yâ Resûlallah..
İslâm
bölüğünün kılavuzluğunu, haberi getiren Velid bin Zübeyr, yapıyordu.
......
Mücahidler,
başlarında komutanları Ebu Seleme bin Abdül'Esed önlerinde kılavuz Velid bin Zübeyr olduğu halde
Esedoğulları'nın yaşadığı Necd'e doğru yol aldılar. Issız ve sapa yolları
takip ediyorlardı...bu sırada müşrikler, Katan denilen yerde toplanmışlardı. Burası Esedoğulları'na
ait bir su başıydı. Müslümanlar Katan'a yaklaşırken sürülerini yayan Esedoğulları çobanlarını
gördüler. Çobanlardan üçü yakalandı; sürülere el kondu. Bir kısım çobanlarsa kaçarak Katan'a vardılar.
Bir İslâm birliğinin yaklaşmakta olduğu ve hayvanlarını yağma ve bazı çobanları
esir ettiği haberi düşmanı hayli sarstı: "Muhammedîler Uhud'da mağlub olmuş ve kendilerine gelemez
haldeler...bir daha toparlanamazlar" diyorlardı. Halbuki onlar, şimdi Katan'a kadar gelmiş; rahat durmayan
ve Medine'ye karşı hasmâne niyetler içinde olanların kafasına balyoz gibi inmek üzereydiler.
Esedoğulları,
büyük-küçük savaşabilecek kim varsa olanca güçleri ile silahlanarak Katan önündeki su başına dizilip islâm
kuvvetlerini beklemeye koyuldular. Medine'yi basmak isteyenler şimdi ancak kendi şehirlerini müdafaa için hazırlanıyorlardı.
O da müdafaa edebilirlerse.
Ebu Seleme radıyallahü anh kuvvetleri, Katan'a vardığında şafak
vaktiydi...kumandan askerlerini hücum nizamına soktuktan sonra onlara kısa bir konuşma yaptı:
-Ey
mücahidler! Allah'ın yüce emirlerine aykırı bir davranışın olmasın. Düşmanı elinizden
kaçırmamak için dikkatli olunuz. Bize kendisi ve Habibi yolunda çarpışma şerefi veren Allah'a hamdü senalar
olsun. Haklarınızı bana ve birbirinize helâl ediniz! Haydi ey Allah'ın seçkin kulları hücum!!!
Mü'minler,
alacakaranlıkta alevden oklar gibi düşmana doğru atıldılar. Sa'd bin Ebi Vakkas radıyallahü
anh, bir düşman kâfirini ânında haklarken; bir bedevi de Urve bin Mes'ud'u şehid etti, radıyallahü anh...ancak
düşman, dehşetli mücahid taarruzu karşısında duramayacağını anlayınca yüz-geri
edip kaçtı ve çil yavrusu gibi her biri bir tarafa dağıldı. Savaş sadece bir şehidle bitmişti.
......
Esedoğulları kaçınca aynı su başına müslümanlar karargâh kurdular. Ebu
Seleme'nin emriyle bir bölük karargâhta kaldı. İki bölükse çevreyi tarayarak düşmanın kalan koyun ve develerini
de yağmaladılar.
...İslâm birliği, aynı gün Medine'ye dönmek için yola çıktı. Bir
gece yol alındıktan sonra bir mola ânında komutan, ganimet taksimi yaptı. En evvel Başkumandan hakkı
olarak Resûlullah Efendimiz'in hissesi ayrıldı: Bir köle ve diğer malların beşte biri... Her mücahide
yedi deve ve bir mikdar küçük baş hayvan düştü..
Sefer on gün sürmüştü.
......
ASÂ...Bir
gün Resûlullah Efendimiz, huzurlarına Abdullah bin Üneys radıyallahü anh'ı çağırdılar:
-Yâ
Abdullah! Hüzeli kabilesi'nin Lıhyanoğulları kolundan Halid bin Süfyan, bizimle çarpışmak üzere etrafına
adamlar topluyormuş. Halid, şu sıralar ya Nahle'de veya Urene'dedir. O'nu bertaraf ederek bir fitneyi daha
baştan yok etmeliyiz.
Hazreti Abdullah, Sevgili Peygamberimiz kendisine bir vazife verdikleri için çok sevindi:
-Başüstüne yâ Resûlallah! Derhal. Ancak O'nu nasıl tanıyabilirim?
-Halid bin Süfyan'ı
gördüğün zaman şeytanı hatırlarsın. Ayrıca O'nu gördüğünde içinde bir ürperti ve korku
hali doğacaktır.
-Pekalâ yâ Resûlallah. Ancak sizden bir hususda, müsaade istirham ediyorum. İcabederse
O'nu kandırmak için aleyhinize konuşabilir miyim?
Efendimizden, bu mevzuda istediğini söylemek için
izin alan aziz sahabi, kılıcını kuşanarak Hüzeli Kabilesi'ne doğru yola çıktı. Abdullah
bin Üneys, Urene Ovası'na vardığında sürü otlatan bir kadına rastladı; ve sordu:
-Ey
hatun! Sen kimin çobanısın?
-Halid bin Süfyan'ın.
-Halid bin Süfyan şimdi nerede?
-Birazdan
buraya gelir.
-Yâ! Öyle mi?
-Evet nerede ise gelir.
Bunun üzerine Abdullah bin Üneys bir kenara oturarak
Allah düşmanını beklemeye başladı.
...az sonra bir adam, elinde asası ile azametle yürüye
yürüye geldi. Arkasında da adamları olduğu anlaşılan bir çok kimseler vardı.
Sahabi,
gelen kimseyi hemen tanıdı; insana şeytanı hatırlatıyor ve eşkali aynen Sevgili Peygamberimiz'in
tarifine uyuyordu. Ayrıca hakikaten kendisinde bir korku ve ürperme hâsıl olmuştu.
Hazreti Abdullah,
Halid'e yaklaşarak önünde durdu. Halid çevresindekilere sordu:
-Kim bu adam?
Yabancı, suali bizzat
cevaplandırdı.
-İşittim ki Muhammed'in üzerine gitmek için adam topluyormuşsun; ben de size
katılmak için geldim. Huzaalı araplardanım.
...dedi ve yan yana yürümeye başladılar. Abdullah
bin Üneys'in Kâinat'ın Efendisi aleyhine söylediği sözler, Halid bin Süfyan'ı son derece memnun ediyordu.
Nihayet
konuşa konuşa iblis suratlı adamın çadırına kadar geldiler. Buraya gelince ahmak İslâm
düşmanının adamları dağıldılar. Halid, Hazreti Abdullah'ı bırakmadı. Çadırın
önüne bağdaş kurdular...nihayet gece olmuş; çadırdakiler uykuya varmış; onlar, hayli laflamışlardı.
Kahraman sahabi, işte bu sırada bir punduna getirerek alçak niyetli bedbahtın canını cehenneme yolladı.
Gürültüye içerdeki kadınlar uyandılarsa da Abdullah radıyallahü anh, çoktan kaçıp izini kaybetmişti.
Arkasından ağlama sesleri geliyordu. Ardına düşen takipçiler, ne kadar aradılarsa da bir mağaraya
gizlenen kahramanı bulamadılar.
Abdullah bin Üneys hazretleri, gündüzleri saklanıp geceleri yürüyerek
onsekiz gün sonra Medine'ye geri döndü. Resûlullah'ı mescidde buldu. Efendimiz O'nu görünce tebessümle:
-Muradına
erdin, buyurdular.
Yiğit sahabi, olup bitenler hakkında tekmil verdi. Peygamberimiz, gayet memnun kaldılar
ve O'nu alarak evlerine götürdüler ve kendi elleri ile bir asâ hediye ettiler:
-Bu asâyı sakla yâ Abdullah bin
Üneys; cennette bunu kullanırsın. O zaman insanların asâ kullananı pek az olacaktır. Bu sebeple aramızda
işaret olur.
...
Sevinçle ailesinin yanına gelen Abdullah bin Üneys radıyallahü anh vefat,
edeceği zaman bu mübarek bastonu/asâyı kefeni içine koymalarını vasiyet etti.
...yıllar sonra
vasiyet aynen yerine getirildi.
......
BİR İDAM MAHKÛMUNUN İKİ REK'AT NAMAZI....Şanlı
Eshab'dan Abdullah bin Üneys radıyallahü anh, müşriklerden Halid bin Süfyan'ı öldürünce; Halid'in kabilesi
Lıhyanoğulları, kan davası peşine düştüler ve bu ihtirasla kendilerine destek bulmak için Adal
ve Elkare kabilelerine gittiler. Lıhyanoğulları, bu iki kabileden birkaç kişilik bir heyetin Medine'ye
giderek Ebül Kasım'ın yani Sevgili Peygamberimizin huzuruna çıkmasını istiyorlardı.
...plan
şuydu: Hey'et, Kâinatın Efendisi'nden şu istekte bulunacaktı:
-Ey Allah'ın Resûlü! Kabilemizde
mü'minler vardır. Ancak onlar İslâmiyeti bilmiyorlar. Bize eshabdan bir-kaç kişi insan gönder ki Kur'an-ı
Kerim ve fıkıh öğrenelim.
...müslümanlar, şüphe edebilir endişesi ile doğrudan kendileri
Medine'ye vararak bu isteği dile getiremiyeceklerdi. Bu sebeple ve daha inandırıcı olsun; hiç bir başka
düşünce uyanmasın diye üstelik iki ayrı kabileden kişiler gitsinler istiyorlardı. Lıhyanoğulları
diyordu ki:
-Bize gönderilecek müslümanlardan bazısını Halid bin Süfyan'a karşılık öldürür;
diğerlerini ise Mekke'ye götürerek satarız. Böylece biz intikamımızı aldığımız
gibi Kureyş de satın aldığı müslümanları Bedr'deki kayıplarına karşılık
katledebilirler.
Lıhyanoğulları, gözleri parlayarak sözlerine devam ediyorlardı:
-Kureyşliler
için Bedr'de akrabalarını öldürenleri işkencelerle katletmekten daha zevkli hiç birşey tasavvur edilemez.
.....
Adal ve Elkare kabilelerinden Medine'ye gidecekler tesbit edildi.
Bunların başına
kimin geçmesi sözkonusu olduğunda, içinde sinsi arzular büyüten Süfyan bin Halid, büyük bir istekle buna talip oldu.
Zira, Süfyan, kocası ile oğlunu Uhud'da kaybeden Talha ibni Ebi Talha'nın karısı Sülafe'nin bunları
öldüren Âsım bin Sabit'in başı için yüz kızıl tüylü deve vereceğini vaadettiğini öğrenmişti.
Süfyan, Mekke'de bir yolunu bularak Sülafe ile görüşmüş ve vaadini bizzat kendisine doğrulatmıştı.
...artık rüyasında kızıl tüylü develer gören ve, yüreği mal hırsı ile kavrulan
Süfyan bin Halid, Adal ve Elkare'den seçilen yedi sahtekârla beraber Peygamber aleyhisselâma gittiler. Rollerini güzel ezberlemişlerdi
ve iyi oynamaya hazırdılar. Çünkü bu iman düşmanlarına da kızıl tüylü develerden pay verileceği
kulaklarına fısıldanmıştı.
......
Bu sırada Büyük Peygamber de müşriklerin
Medine üzerine gelmek hususunda herhangi bir hazırlıkları olup olmadığını sorup-öğrenmek
için sahabilerden birkaç kişiyi gizli haber alma elemanı olarak Mekke'ye göndermeyi düşünüyordu.
Medine'ye
gelen müşrik davetçileri, doğrudan Âsım radıyallahü anh'ın babası Sabit'in evine misafir oldular.
Hazreti Âsım'a gayet mültefit davranarak O'nu yanlarında götürmeyi çok istediklerini söylüyorlar.
...daha
sonra Sevgili Peygamberimiz'in sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, yüksek huzuruna kabul edildiler. Davetçiler, bütün şeytani
hünerlerini takınmışlardı. En inandırıcı halleri ile konuşuyorlardı:
-Yâ
Resûlallah! Bizden çok kimse müslüman oldu. Ancak ne Kur'an-ı Kerim okumayı biliyoruz; ne de şeriat'den haberimiz
var. Bunları öğretecek insanlara muhtacız. Bu sebeple bize dinimizi öğretecek kimseler göndermeni istemek
için buraya kadar geldik.
Peygamberler Peygamberi, hemen cevap vermediler...bu davet, göndermeyi düşündükleri
istihbarat elemanları için de iyi bir fırsat olabilir; giden mü'minler, değerli bilgilerle dönebilirlerdi.
İlahî bir işaret de bekliyor olabilirlerdi. Bu sebeple yalancılar, daha bir kaç gün Âsım bin Sabit'lerde
misafir kaldılar. Mübarek sahabi, nereden bilsin ki ekmek yedirdiği bu insanlar, O'nun canına susamışlar.
Nihayet Peygamberimizden izin çıktı. Bu iş için eshabından on kişiyi vazifelendirdiler...bunların
yedisi tanınmış simalardı: Âsım bin Sabit, Mürsed bin Ebi Mürsed, Habib bin Adi, Zeyd bin Desinne,
Abdullah bin Tarık, Halid bin Ebu Bekr, Mus'ab bin Abdullah. Emirleri, Efendimiz'in kararları ile Âsım bin
Sabit hazretleri oldu.
Savaş için değil, ilim için yola çıkan mü'minler, yanlarına sadece kılıçlarıyla
bir kaç ok ve mızrak almışlardı...davetçi kâfirlerle birlikte yol alıyor ve fakat emniyet için gündüz
gizlenip gece gidiyorlardı. Çünkü asil sahabiler, yanlarındakileri de müslüman biliyorlardı.
Nihayet
Nahide adlı yere varıldı. Hilebazlar, içlerinden birini müslümanlara farkettirmeden Süfyan bin Halid'e yolladılar.
Merak ve heyecanla beklediği haberi alan Süfyan, hemen yanına yüzelli kişi alarak yola çıktı. Onlar
gelirken malûm yolcular, bir sabah Reci Suyu başına kondular. Burada hurmayla azık yiyerek bir mikdar dinlendikten
sonra yanıbaşlarındaki dağdan yukarı doğru çıktılar. Onların su başından
ayrılmasından hemen sonra bir kadın çoban, suya geldi ve yerde Medine hurması çekirdekleri gördü; korktu.
...yakınlarda Medinelilerin bulunduğunu anlamıştı. Müslümanlar, kendilerine bir baskın
verebilirlerdi. Bu sebeple kavmini vaziyetten derhal haberdar etmek için oradan ayrıldı. O, daha yoldayken Süfyan
bin Halid kumandasındaki müşrikler de oraya yetiştiler...kadın, gördüklerini anlattı. Kâfirler, Reci
suyu boyunca iz sürerek Âsım bin Sabit ve arkadaşlarını buldular. Müslümanlar, bir davetçinin küffar arasında
olduğunu görünce o ân tuzağa düştüklerini anladılar.
...manzara vahimdi. Kendileri birer çıplak
kılıçla bir kaç ok ve mızrağa sahip on garip; düşmansa kalabalık ve bütün imkânlara mâlik gözü
dönmüş bir güruh. Mü'minler, yukarıda dağın tepeye yakın noktasında; müşriklerse aşağıda
eteklerde dizilerek gergin bir şekilde beklemeye başladılar. Sahabilerle birlikte gelen kâfirlerin tamamı
karşı saflara geçmişlerdi. Her iki tarafta da kılıçlar çekilmiş güneşte yanıp duruyordu.
Âsım bin Sabit, kâfirler de duyacak şekilde mü'min kardeşlerine hitap etti:
-Kardeşlerim! Kahpeye
kahpelik yakışır! Günlerce ekmeğimizi yiyenler; kendilerine hizmet için şu kadar meşakkate katlandığımız
kimseler, bizi tuzağa düşürmüş bulunuyorlar. Sayıları bizden fazla, silahları çok. Ama biz de
mücadeleyi elden bırakmayacağız. Aslında bu belki de hesapta olmayan bir ânda şehidlik nimetine kavuşmamız
demektir. Ben, sizlere haklarımı helal ettim; ey Resûlullah'ın dostları siz de haklarınızı
bana helal ediniz.
Birden dağlar yankılandı:
-Helal ettik.
Mü'minler kendi aralarında
da helâlleştiler.
Tekrar Âsım radıyallahü anh konuştu:
-Şehidlikten nasibi olanlara
şimdiden mübarek olsun; esir düşeceklere sabır diliyorum. Allah, sabredenlerle beraberdir.
Bir avuç
yiğidin ölüm karşısındaki bu soğukkanlı tavırlarından bir ân hayrete düşerek
öylece onlara bakakalan islâm düşmanları, nihâyet toparlandılar. Süfyan bin Halid aşağıdan bağırdı:
-Yâ Âsım! Teslim olun! Bize karşı gelmeye yeltenmeyin! Böyle bir şey hayatınıza malolur!
-Allah'ın verdiği canı kimse alamaz!
-Yâ Âsım! Bize âsi olursanız size acımayız.
-Biz size değil, Allah'a âsi olmaktan korkarız. Siz kendi cehennemlik halinize acıyın.
-Yâ
Âsım gelin teslim olun!
-Biz mü'miniz. Bir mü'min hainlerin merhametine sığınmaz.
-Yâ
Âsım! Bize gelirseniz hiç birinize dokunmayacağız. Buna söz veriyoruz. Maksadımız sizi öldürmek değil.
Size karşılık Mekkelilerden bazı menfaatler koparmak istiyoruz. Hepsi bu kadar.
-Hayır yalan
söylüyorsunuz. Biz kâfirlere inanmayız. Hem niçin sizin menfaatlerinize âlet olalım?
Bunu diyen sahabi,
aşağıdaki kâfirlere şimşek gibi bir ok fırlattı. İlk taarruz müslümanlardan gelmişti.
Zira en iyi müdafaa taarruzdur. Ve mü'minler düşünüyordu ki "biz ölmeden öldüreceğimiz kadar kâfir öldürelim. Onların
noksanlığı müslümanlar için kazanç olur."
Âsım bin Sabit, ok atarken bir taraftan da ölümün hak,
bu dünyanın geçici ve kaderde olanın karşımıza çıkacağına dair şiirler söylüyordu.
Hazreti Âsım, okları büyük bir ustalıkla düşmana savuruyor ve her ok isabet kaydediyordu. Bu arada
diğer müslümanlar da aynı gayrette ok atıyorlardı...nerede yüzelli kişiden gelen ok sayısı,
nerede on mücahidin fırlattığı oklar? Küffara can kaybı verdiriyor ama kendileri de şehid oluyorlardı.
Âsım bin Sabit radıyallahü anh, ok tirkeşindeki yedi okun hepsini tükettikten ve mızrağı kırıldıktan
sonra kılıcını eline aldı ve yanık bir yürekle dua etti:
-Allahım! Ben, senin dinini
ta ilk zamandan beri müdafaa ettim; sen de benim cesedimi düşmandan mahafaza eyle.
Zira kahraman sahabi, Talha
ibni Ebi Talha'nın karısı Sülafe'nin kendisi için beslediği zalim niyeti; yani başını getirene
yüz deve vermeyi vaadettiğini ve kafatasında şarap içmeye ahdettiğini işitmişti.
......
İki ayağından oklanan Âsım bin Sabit, şehid oldu. Bir çok yaralar almıştı...
O'nun şehid olmasıyla müşriklerin Âsım hazretlerine doğru koşturmaları bir oldu...ancak,
mübarek şehidin yanına varmışlardı ki tahmin edilmedik bir şeyle karşılaştılar.
Binlerce arı, Âsım radıyallahü teâlâ anh'ın cesedinin etrafını sarmış çevresinde uçuşup
duruyorlardı. Arılar şehidin başını keserek Sülafe'ye götürmek için yaklaşmak isteyenlere
arılar, öyle şiddetle hucüm ettiler ki her defasında kaçıp uzaklaşmak zorunda kaldılar... Sonunda
"gece olsun o zaman kafasını keseriz" dediler. Gece karanlığında arı olmayacağına
kani idiler. Bu esnada çarpışma devam ediyordu. Müslümanlar, Hazreti Âsım'dan başka altı şehid
daha vermişlerdi. Geriye sadece üç mümin kalmıştı. Bu üç yiğit insan da yaralar içinde ve bitkindi.
Süfyan bin Halid yine seslendi:
-Size eman veriyoruz. Dokunmayacak ve zarar da yapmayacağız. Teslim
olun.
-Sözünüz kat'i mi?
-Evet kat'i söz veriyoruz.
Habib bin Adi, Abdullah bin Tarık, Zeyd bin
Desinne aşağı indiler.
...ancak yalan söyleyen hainler hemen üzerlerine saldırarak bu sahabileri
kirişlerle bağladılar.
Abdullah bin Tarık, öfkeyle bağırdı:
-Hani eman
vermiştiniz! Nerede sözünüz? Yalancı sahtekârlar! Bizi hiç bir yere götüremezsiniz!!!
Müşriklerle onlara
direnen Hazreti Abdullah arasında şiddetli bir çekişme başladı...bu sırada Mekke'ye yakın
Merr-üz Zahran'a gelmişlerdi. Nasıl yaptıysa Abdullah radıyallahü anh ellerini kurtararak serbest kaldı.
Serbest kaldığı ân düşmana kılıçla hamle yaptıysa da aynı anda üzerine atılan
yağmur gibi taşlarla o da şahadet şerbetini içti.
Kâfirler, diğer iki müslüman ve mazlum
esir Habib bin Adi ve Zeyd bin Desinne'yi önlerine katarak ite kaka gittiler.
O akşam şiddetli bir yağmur
yağdı ve çıkan seller bir çok şey gibi Âsım bin Sabit hazretlerinin mübarek cesedini de alıp
götürdü.
Yağmura rağmen gece vuruşmanın cereyan ettiği tepeye gelen kâfirler, Âsım bin
Sabit'in ölüsünü bulamayarak, ah-tühlerle geri döndüler. Yüce Allah, Âsım bin Sabit'in duasını kabul ederek
cesedinin zalimlerin eline geçmesine izin vermemişti.
Çünkü:
Âsım bin Sabit radıyallahü teâlâ
anh, Sevgili Peygamberimizin eshabındandı. Efendimiz, O'nu Abdullah bin Cahş ile kardeş yapmıştı.
Peygamberimizin okçularındandı. Bedr'de müslümanların savaş şekli O'nun teklif ettiği gibi cereyan
etmişti. Şanlı Bedr'den başka Uhud'da da bulunmuş ve bu müthiş mücadelede Resûlullah'ın
etrafında pervane olmuş sayılı kahramanlardan ve O'nun sadık dostlarındandı.
Lıhyanoğulları,
Habib bin Adî ve Zeyd bin Desinne'yi Mekke'ye götürerek sattılar:
Habib radıyallahü anh'ı, Huceyr bin
Ebi İhab, Bedr'de müslümanlar tarafından öldürülen kardeşi Haris yerine öldürülmek üzere seksen miskal altın
karşılığı; Zeyd radıyallahü anh'ı da Safvan bin Ümeyye yine Bedr'de öldürülen Ümeyye bin
Halef'e karşılık öldürülmek üzere elli deveye satın aldılar.
Huceyr, esirini kölesi Maviye'nin
evine, Safvan bin Ümeyye ise kendi kölesi Nıstas'ın evine hapsetti. İki mübarek sahabinin içi yanıyordu...
Bir taraftan aldatılıp oyuna getirilmek, bir taraftan arkadaşlarını şehid vermek, hür insanlarken
düşmana esir olmak, köle gibi alınıp satılmak, aile hasreti ve hepsinden daha ağırı Resûlullah
ayrılığı...ama bu kadar zorluklara rağmen onlar yine de sabırla dayanıyor ve her şeyi
yüce Allah'dan bilerek şükrediyorlar.
Nitekim Maviye anlatır:
-Habib benim evimde zincirlere bağlıydı.
Birgün yanına gittiğimde elinde gayet iri taneli bir üzüm salkımı gördüm. Halbuki ne üzüm mevsimiydi,
ne de çevrede veya evimde üzüm vardı. Hatta üzüm mevsimi olsa bile Arabistan'da o irilikte üzüm yetişmezdi.
Belli
ki mübarek esir, cennet nimetleri ile mükafaatlandırılıyordu. Belki de bu hadiseye şahid olmak Maviye
adlı hizmetçi kadının daha sonra müslüman olmasına sebep oldu.
Maviye, Habib hazretlerine bir
ihtiyacı olup olmadığını sordu:
-Ya Habib bir ihtiyacın var mı? Yiyecek, içecek
veya başka bir şey?
-Bana putlar adına kesilmiş et getirme! Bir de beni idam tarihini öğrendiğinde
haber verirsen memnun olurum.
Habib, haram aylar boyunca hapiste kaldı. Maviye, idam tarihini öğrenince
bunu esire haber verdi. Bu ânı şöyle anlatır:
-Öldürüleceği günü haber verdiğimde zannettim
ki O, türlü taşkınlıklar yapacak. Tam aksine halinde hiç bir değişiklik olmadı. Haber, kendisiyle
değil de bir başkası ile alâkalıymış gibi soğukkanlıydı.
Maviye devam
ediyor:
-Ölüm hazırlığı için bazı ricaları oldu. Onları küçük çocuğumla gönderdim.
Ancak oğlumu gönderdikten sonra korkuya kapıldım. Çünkü çocukla esirin isteği üzre bir de ustura yollamıştım.
Bir ân için "Esir, ya çocuğu ustura ile öldürürse" diye bir endişeye kapıldım ve hemen korkuyla O'nun
hücresine koştum.
Habib hazretleri vaziyeti anlamıştı:
-Biz sebepsiz yere insan öldürmeyiz.
Bu haramdır, dedi ve gülerek ilave etti, hem benim öldürülmemi siz mi istiyorsunuz ki?
......
Zeyd bin
Desinne ise zincirler içinde olduğu halde geceleri teheccüd namazı kılıyor, gündüzleri oruç tutuyordu.
Zeyd radıyallahü anh'ın bütün gıdası sütten ibaret. Ne et; ne de etli bir şey yiyor. Kitapsız
kâfirlerin kestiği hayvan leş olmakta...leş yemekse yasak; caiz değil.
......
Haram ayların
üçüncüsü Ramazan-ı Şerif'ten sonra her iki sahabi de hücrelerinden alınarak Mekke hareminin/yasak bölge dışında
ve şehre iki fersah uzaklıkta olan Ten'im'e getirildiler. İki çilekeş mücahid, yolda birbirlerine sabır
ve tevekkül tavsiye ediyorlar. İki darağacı daha evvelden kurulmuş ve etrafları akrabaları müslümanlarla
savaşırken öldürülmüş kırk mızraklı gençle kadın, çoluk-çocuk ve halktan birçok meraklılar
tarafından doldurulmuştu.
Ayrıca Kureyş meşhurları İkrime bin Ebi Cehil, Sa'd bin
Abdullah, Ahnes bin Şerik, Ubeyde bin Hakim, Umeyye bin Ebi Utbe ve Hadramioğulları da oradaydılar.
Habib
bir darağacının dibine Zeyd ötekine götürüldü.
......
Habib Hazretleri sehbaya çıkartılmadan
evvel iki rek'at namaz kıldı.
İdam mahkûmlarının asılmadan önce iki rek'at namaz kılma
adetlerinin başlangıcı Habib radıyallahü anh'ın işte bu namazıdır. Hazreti Habib namazdan
sonra Rabbine el açarak derinden derine dua etti. Ayağa kalktığında da mü'min olduğuna ve tek hak
yolun da islâmiyet olduğuna dair şiirler okudu ve yüreği kavrula kavrula Kureyş'e beddualar etti... Kureyşliler
başlarına yıldırım düşmüşe döndüler. Müşrikler, büyük mazlumu daha fazla konuşturmayarak
idam sehbasına çıkardılar. Ve önce mânevi işkenceye başladılar:
-Yâ Habib işte
ölüyorsun. Gel İslâmiyetten dön canını bağışlayalım!
-İslâmdan çıkmış
Habibe can ne lâzım olur ki! Vallahi şu dünyanın bütün zenginliklerini ayaklarımın dibine serseniz
ben dinimden asla vazgeçmem!
Müşrikler, bu defa O'nu Peygamberine karşı kışkırtmaya
niyetlendiler.
-Ama sen burada hayatını verirken Peygamberin evinde rahat ve huzur içinde yaşıyor.
Madem ki dininizin sahibi O, senin yerinde Peygamberin olması lazım gelmez miydi?
-Sizler bakan ama görmeyen
insanlarsınız. O'nu tanıyabilseydiniz şimdi ne şu cinayeti işler ne de böyle konuşurdunuz!
-Biz cinayet işlemiyoruz.
-Siz cinayet işliyorsunuz. Hem en adi cinsinden. Nedir şu kalabalık?
Burada bir cana mı kıyılıyor; yoksa cambaz mı oynuyor?
Müşrikler yine sordular?
-Yâ
Habib son kere ihtar ediyoruz! Müslüman olmadığını söyle. Aksi takdirde Lat ve Uzza üzerine and olsun
ki seni öldüreceğiz. Çünkü siz de Bedr'de bizim yiğitlerimizi öldürdünüz.
-Ama biz böyle haysiyetsizce tuzaklar
kurarak öldürmedik. Müslüman, dostuna da düşmanına da mertçe davranır.
-Biz de mertiz.
-Bu
nasıl mertlik ki yüzümü Kıbleye çevirmeme bile mani oluyorsunuz? Ey Yüce Allahım! Şayet yanında makbul
biri isem bari yüzümü sen kıbleye çevir.
Muhteşem sahabi, bu sözlerden sonra kendini büsbütün Allah'a verdi:
-Eyy herşeyi bilen ve her şeye gücü yeten Allahım! Şurada karşımda düşman simasından
gayrı bir sima göremiyorum. Halimizi O'na bildirecek hiç kimse yok. Yâ Rabbi! Sen Resûlünün risaletini bize tebliğ
ettin; bizim de selamımızı ve başımıza gelenleri kendisine tebliğ et.
......
Bedr'de
babası, kocası kardeşi ölmüş kırk kişi, mızraklarla darağacındaki garip ve mazlum
müslümana saldırdılar. Mızraklar, insafsızca inip kalkarken hazreti Habib'in yüzü kıbleye döndü.
Sanki görünmez eller, düşmana rağmen O'nu kıbleye çevirmişti. Mübarek sahabi, kan-revan içinde iken bile
şükrünü dile getiriyor:
-Elhamdülillah ki Rabbim, yüzümü kendisi, Peygamberi ve mü'minler için seçtiği Kâbeye
döndürdü.
Bir mızrak, aziz insanın göğsünden girip sırtından çıktı...bir kelime-i
şahadet Ten'im ufuklarını çınlattı.
Safvan bin Ümeyye'nin kölesi Tetaş idam ipini çekti...bir
müslüman ilk defa darağacında can veriyordu: Habib bin Adî radıyallahü teâlâ anh.
...
Bu sırada
Medine'de eshabıyla birlikte olan Sevgili Peygamberimiz'i bir ân için uyku benzeri bir hâl kapladı; tıpkı
vahiy geldiği zamanlardaki gibi. Başlarını kaldırdılar ve:
-Ve aleyhisselâm, dediler.
Eshab merak edince buyurdular ki:
-Cebrail geldi; müşrikler, Habib bin Adî'yi öldürmüşler. Bana
selâmını ve ölüm haberini getirdi. Ben de "O'nun üzerine de olsun" diyerek selâmını aldım.
......
Müşrikler, aziz şehid Habib bin Adî'nin cesedini öylece ipte asılı bırakarak dağılıp
gittiler...
Haber, her tarafta işitilsin istiyorlardı. Böylece bu hareketle akıllarınca müşriklere
cesaret; müslümanlara da gözdağı vereceklerdi.
Günler geçmesine rağmen Hazreti Habib'in hâlâ idam sehbasında
sallanıp durduğu haberi Medine'ye gelince ince kalbli merhametli Peygamber, çok üzüldüler ve eshabına buyurdular
ki:
-Kim, Habib'in cesedini darağacından indirirse cennet onun nasibi olur.
Bu gayrı insani
hareket, bütün Peygamber dostlarını incitmişti. Bu bakımdan Efendimizin arzusu onları ferahlandıran
bir emir oldu. Zübeyr bin Avvam ve Mikdat bin Esved, bu canavarlığa son verme işini üzerlerine aldılar.
Ve gündüz saklanıp gece yürümek sureti ile Te'nim'e geldiler. Ne var ki zâlimler, darağacının çevresine
bekçiler koymuşlardı. İki sahabi, geldikleri günün gece yarısına kadar bir yerde gizlenerek bekçileri
gözetlediler. Onların tahmin ettikleri gibi uykuya mağlup olmaları üzerine de mübarek cesedi sür'atle darağacından
alarak atlarına yüklediler ve yine sür'atle oradan uzaklaştılar. Habib bin Adî, idamının üzerinden
kırk gün geçmiş olmasına rağmen sanki yeni şehid edilmiş gibiydi. Hâlâ yaralarından gül
kırmızısı bir kan sızıp duruyordu.
Sabah olduğunda kâfirler, cesedin sehbadan alınmış
olduğunu görünce takipçiler çıkardılar. Yıldırım gibi at koşturan kalabalık sayıdaki
müşrik, ertesi gün öğleden sonra Zübeyr bin Avvam ile Mikdat bin Esved'e yetiştiler.
Zübeyr radıyallahü
anh, şehidin cesedini attan alıp yere koydu...düşman karşısında rahat hareket edebilmesi lazımdı.
Fakat O'nun cesedi yere koyduğu ân müthiş bir şey oldu. Herkesin gözü önünde cereyan eden hadise, görenleri
iliklerine kadar ürpertti. Olan şuydu: Hazreti Zübeyr'in mübarek cesedi yere koyduğu ân toprak, O'nu hemen içine
aldı. Sanki yer hasretle yarılmış ve nicedir özlediği şehidi kalbine gömmüştü.
Zübeyr,
kendisini ve arkadaşı Mikdat'ı Kureyş kâfirlerine aile mensuplarını sayarak tanıttı
ve:
-İsterseniz karşılıklı ok atalım, isterseniz herkes kendi yoluna gitsin, dedi.
O
kalabalık insanlar, iki mücahide ilişmeden uzaklaşıp gittiler.
|